FELSEFE SÖZLÜĞÜ
Y
Yabancılaşma: 1- Özgün anlamı içinde, bir şeyi ya da kimseyi başka bir şeyden ya da kimseden uzaklaştıran. başka bir şeye ya da kimseye yabancı hale getiren eylem ya da gelişme.
Yabancılaşma, 2- Daha özel olarak da, psikiyatride, normalden sapmaya; 3- Çağdaş psikoloji ve sosyolojide, kişinin kendisine, içinde yaşadığı topluma, doğaya ve başka insanlara karşı duyduğu yabancılık hissine işaret eder. 4- Felsefede, yabancılaşma, şeylerin, nesnelerin bilinç için yabancı, uzak ve ilgisiz görünmesi, daha önceden ilgi duyulan şeylere, dostluk ilişkisi içinde bulunulan insanlara karşı kayıtsız kalma, ilgi duymama, hatta bıkkınlık ya da tiksinti duyma anlamına gelir.
Yabancılaşma, kontrol altına alınamayan içgüdüler, tutkular ve yerleşik alışkanlıklar nedeniyle, insanın kendisine, kendi gerçek özüne yabancı hale gelmesi durumunu, insana özgü özellikleri, insani ilişki ve eylemleri, insandan bağımsız olan ve insanın yaşamını yöneten şeylerin, cansız nesnelerin özellikleri, ilişkileri ve eylemlerine dönüştürme hareketi ya da sürecini tanımlar.
5- Yabancılaşma daha özel olarak ve benliğe yabancılaşma anlamında, benin kendi özünden uzaklaşmasıyla, kendisine ve eylemlerine nesnel bir biçimde, sanki bir ustanın elinden çıkmış bir nesneye bakarcasına yaklaşmasıyla belirlenen bilinç haline karşılık gelir. Buna göre, yabancılaşma, kişinin kendi beniyle ya da zihin halleriyle, kendisi arasına duygusal bakımdan mesafe bırakması durumunu, kişinin gerçek beniyle olan içsel temasını yitirdiğini anlamasının sonucu olan kendinden kopma halini ifade eder.
Yabancılaşmanın ‘güçsüzlük’ ya da iktidarsızlık’ boyutu, insanların toplumsal çevrelerini etkileyememeleriyle ilgili duygularını, kaderlerinin kendi denetimleri altında olmayıp, dış güçler, başkaları ya da kurumsal düzenlemeler tarafından belirlendiği hislerini ifade ederken, ‘anlamsızlık’, değerli sayılan hedeflere ulaşabilmek için, meşru olmayan yollara gerek olduğu duygusunu, genel olarak yaşamda, özel olarak da belirli bir eylem alanında, örneğin kişisel ilişkilerde anlam ya da amaçlılık bulamama halini ortaya koyar.
Yine, yabancılaşmanın yalıtlanmayla ilgili boyutu, insanların toplumun norm ve değerlerinden uzaklaşmış ya da kopmuş oldukları hissine kapıldıkları, toplumsal ilişkilerde dışlanmışlık ya da yalnızlık duydukları zaman ortaya çıkar. Öte yandan, yabancılaşmanın ‘normsuzluk’la ilgili boyutu, kabul görmüş ve gelenekselleşmiş davranış kalıplarına uyamama ya da bağlanamamayı ifade ederken; yabancılaşmada, kendinden uzaklaşma, kişinin psikolojik bakımdan ödüllendirici olan etkinlikler bulamamasıyla ilgilidir.
Plotinos ve Aziz Augustinusa kadar geri giden yabancılaşma düşüncesi, en açık ifadesini Hegel‘de bulur. Yabancılaşmayı ontolojik bir olgu olarak değerlendiren Hegel’e göre, yabancılaşma aynı insanın, özne, yani kendini gerçekleştirmeye çalışan yaratıcı insan ve nesne, yani başkaları tarafından etkilenip yönlendirilen insan olarak ikiye ayrılışının sonuca olup, insanın kendi yaratılan (dil, bilim, sanat, vb,) ona yabancı nesneler haline geldiği zaman ortaya çıkar.
Hegel’den çok gelmiş olan ‘maddeci Alman filozofu Feuerbach ise, yabancılaşmanın kaynağını din kurumunda bulmuştur. Tanrı’nın kendi kendisine yabancılaşmış insan olduğunu savunan Feuerbach’ın gözünde Tanrı, insanın özünün mutlaklaştırılması ve insanın kendisinden uzaklaştırılmasıdır. Yani, ona göre, insan kendi özünden, daha yüksek, hayali ve yabancı bir varlık yarattığı, onu kendi üstüne koyduğu ve karşısında kendisini köleleştirdiğinde, kendi kendisine yabancılaşır.
Feuerbach’ın görüşlerini kabul etmekle birlikte, insanın dini anlamda yabancılaşmasının, çeşitli yabancılaşma türlerinden, insanın kendi kendisine yabancılaşma şekillerinden yalnızca biri olduğunu savunan Marx’a göre, insan, kendi faaliyetinin ürünü olan şeylerden, bir köle, güçsüz ve bağımlı bir varlık olarak ilişki kurduğu, ayrı, bağımsız ve güçlü bir nesneler dünyası meydana getirmek suretiyle, kendi kendisine çeşitli şekillerde yabancılaşır. Bu yabancılaşma türlerini özellikle kapitalist topluma ilişkin eleştirisinde ön plana çıkartan Marx’a göre, modern kapitalist toplum teknolojiye yalnızca üretim açısından değer vermekle kalmaz, fakat teknoloji tarafından üretilen nesnelere, insan varlıklarına gösterilmesi gereken saygıyı göstererek, tapar. Böyle bir toplumda, insanlar birbirlerini gerçek bir değeri olmayan araçlar olarak görürlerken, makineler çok yüksek bir değer kazanıp, insanların taptığı amaçlar olup çıkar. Böyle bir toplum insanları birbirlerine’ yaklaştırmak yerine, her birini diğerlerinden yalıtlanmış küçük adacıklar haline getirir. İşte böyle bir toplum yabancılaşmış bir toplum, böyle bir toplumun bireyleri de yabancılaşmış insanlardır.
Başka bir deyişle, insanın özünün iş ya da çalışmada, başka insanlarla birlikte, ve insanlara kendilerinin dışındaki dünyayı değiştirme olanağı veren yaratıcı etkinlikte gerçekleştiğini öne süren Marx’a göre, üretim süreci bir nesneleştirme süreci olup, insan bu süreç içinde yaratıcılığını cisimleştirmekle birlikte, yaratıcısından ayrı şeyler olarak duran maddi nesneler meydana getirin. Yabancılaşma, işte bu noktada, insan, artık daha fazla kendisine ait olmayan ayrı ve bağımsız bir güç olarak karşısında duran ürününde kendisini tanımadığı zaman ortaya çıkar. Bununla birlikte, yabancılaşma, tarihsel olarak yalnızca kapitalizmde söz konusu olur, zira yabancılaşmanın kökeninde, kapitalistlerin başkaları tarafından yaratılmış ürünleri kendilerine almaları olgusu vardır.
Marx, yabancılaşmanın dört ayrı görünümünden söz etmiştir. Bunlardan birincisi, işçinin, ürettiği şey başkaları tarafından alındığı ve onun ürününün kaderi üzerinde hiçbir kontrolü ya da etkisi kalmadığı için, emeğinin ürününe yabancılaşmasıdır. İkinci olarak, işçi, Marx’a göre, üretim eylemine yabancılaşır. Çünkü kapitalist ekonomide, çalışma gerçek ve özsel hiçbir tatmin sağlamayan ve kendi içinde bir amaç olmaktan çıkan yabancı bir faaliyet haline gelir. Emek satılan bir şey ya da meta haline gelmiş olup, onun işçi için taşıdığı tek değer, satılabilirliğidir. Üçüncü olarak, işçi doğasına, özüne ya da türsel varlığına yabancılaşır, zira yabancılaşmanın ilk iki yönü, onun üretici faaliyetini insani niteliklerden yoksun bırakır. Ve insan, Marxa göre, nihayet, kapitalizm insan ilişkilerini pazar ilişkilerine dönüştürdüğü ve dolayısıyla, insanlar, insani nitelikleriyle değil de, pazardaki yer ya da statüleriyle değerlendirildikleri için, başka insanlara da yabancılaşır.
Yabancılaşma düşüncesinde, söz konusu Marksist düşünce geleneği dışında. Durkheim, Weber ve Simmel tarafından temsil edilen sosyolojik düşünce geleneği de çok etkili olmuştur. Bu geleneğe göre, modern insan, şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde yalıtlanmış, kendisine ve toplumuna yabancılaşmış durumdadır. Eski ve geleneksel değerlerle bağını koparan modern insan, yeni rasyonel ve bürokratik düzende, hiçbir şeye güvenmez, her şey karşısında inançsız olmuştur. Örneğin Weber’e göre, toplumsal düzendeki rasyonalizasyon ve formalizasyon eğilimi karşısında, kişisel ilişkiler azalırken, kişisel olmayan bürokrasinin gücü ve önemi artar.
Yabancılaşma düşüncesi içinde üçüncü bir gelenek ise, yabancılaşmayı, bir insanın başka insanlara olduğu kadar, kendisine, kendi benine aykırı düşmesi diye tanımlayıp, bireyin gerçek beninden, özünden, daha derindeki kişiden ayrı düşmesinin ise, onun başkalarının isteklerine göre eylemesi, rahatını bozmamak istemesi, toplumsal kurumların baskısından kurtulamaması, sorumluluktan kaçması, dışarıdan yönlendirilmesi şeklinde tezahür ettiğini söyleyen varoluşçu gelenektir. Kierkegaard, Heidegger, Camus ve Sartre gibi düşünürlerin yer aldığı bu gelenek içinde, nesnel bilgi karşısında öznel hakikatin önemini vurgulayan Kierkegaard’a göre,’yabancılaşmanın temel problemi, anlamsızlık ve umutsuzluğun hüküm sürdüğü bir dünyada, insanın kendi benine anlam yükleyebilmesi, kendi özüne ilişkin olarak uygun bir kavrayışa ulaşabilmesi problemidir. Yabancılaşmayı aşma ancak ve ancak inancın sıçrayışıyla, Tanrı’ya yönelmek suretiyle mümkün olabilir. Buna karşın, Sartre ve Camus gibi ateist varoluşçularda ise, yabancılaşma, anlamdan ve amaçtan yoksun bir dünyada söz konusu olan doğal bir durum olup, varoluşun saçmalığının bir sonucudur. Yabancılaşmayı aşmak da, yaşamın anlamsızlığını içtenlikle kabul edip, kişinin özgür ve etkin seçimlerle kendini yeniden yaratmasıyla söz konusu olur.
Yabancılaşmanın nedenleri: İnsanın kendi özüne içinde yaşadığı dünyaya, üyesi olduğu topluma yabancılaşmasının nedenleri ya da kaynakları beş ayrı başlık altında toplanabilir. Bunlardan 1- Ekonomik etkenleri ön plana çıkartan ekonomik yaklaşıma göre, yabancılaşmanın kaynağında, insanın insana yabancılaşması sonucunu doğuran mülkiyet ilişkileri ve üretim araçlarının özel mülkiyeti vardır.
2- Teknolojik faktörleri ön plana çıkartan yaklaşıma göre ise, yabancılaşmanın kaynağında, modern dünyada teknoloji ruhunun akıl almaz yükselişi vardır. Bu anlayışa göre, insan yaşam biçimini makineye uydurduğu, makineleşmeye başladığı için, yabancılaşır.
Öte yandan, 3- toplumsal nedenlerin önemini vurgulayan toplumsal yaklaşıma göre, yabancılaşmanın kaynağında, modernite öncesi geleneksel toplum biçiminin ortadan kalkarak, onun yerini büyük ölçekli ve kitlesel eyleme dayalı laik toplumun alması olgusu vardır. Yine, 4- Felsefi-varoluşçu öğretilerin yabancılaşmanın kaynağını insanın dünyada bir yabancı olarak varoluşunun sonlu ve yalıtlanmış doğasında bulduğu yerde, 5- Psikolojik yaklaşım yabancılaşmanın kökünü Oedipus kompleksiyle, uygar toplumdaki engellenme olgusunda arar.
Yahudilik: Musevilik. İsrail halkının dini düşünce, inanç ve kurumlarının tümü; İsrailoğullarının tarihi içerisinde oluşmuş olan dini gelenek.
Irk temeline dayalı bir din anlayışıyla seçkinleşen Yahudi inancı, ünlü Musevi teolog İbni Meymun tarafından on üç başlık altında toplanılmıştır: 1- Tanrı dünyanın yaratıcısı olup, 2- Bir ve tektir. 3- Tanrı ruhtur ve 4- Ölümsüzdür; 5- Sadece Tanrı’ya dua edilmelidir. 6- İsrail peygamberlerinin bütün sözleri gerçek olup, 7- Musa, peygamberlerin en büyüğüdür. 8- Yahudilerin benimsediği yasa, Musa’ya Tanrı tarafından vahyedilmiştir. 9- Onu değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. 10- İnsanların bütün eylemlerini gören Tanrı, 11- Emirlerini yerine getirenleri ödüllendirir. 12- Peygamberlerin müjdelediği Mesih’i gönderecek olan Tanrı, 13- Ölüleri diriltecektir.
Dünyayı Tanrı’nın lütfunun bir eseri olarak gören, insanlığın Tanrı’nın yarattığı Adem ile Havva’dan gelen büyük bir aile olduğuna inanan Yahudilikte, insana Tanrı tarafından seçme gücü, irade özgürlüğü verilmiştir. Ruhun ölümsüz olduğunu, ebedi saadetin tanrısal yetkinliği gönül gözüyle görmekten meydana geldiğini beyan eden Yahudiliğin kutsal literatürü, yalnızca Hıristiyanların Eski Ahit dedikleri kısma tekabül eden İbrani kitaplarından meydana gelir. Bunlar, Tevrat (Torah), Peygamberler (Nebilm) ve Ketubimdir. Bununla birlikte. Tevrat sadece dini bir eser, ahlâki öğütler derlemesi olmayıp, Mısır egemenliğinden kurtularak yeni doğan bir halk için gerekli olan yasa ve kural toplamı olmak durumundadır.
Yapısalcı fonksiyonalizm: Toplumsal yapıların, politik sistemlerin analizinde kullanılan genel bir teorik yaklaşım tarzı.
Özde toplumsal sistemler diye kavramsallaştıran ve toplumsal yapıların özelliklerinin bu sistemlerin bekasına olan katkılarıyla açıklayan teorik yaklaşımları tanımlayan bir teori olarak yapısal fonksiyonalizm, bir sosyal sistemin varoluşunu sürdürmek, ayakta kalabilmek için yerine getirmek durumunda olduğu görevleri veya işlevleri teşhis etmekten ve daha sonra da hangi kurum ya da yapıların bu ihtiyaçları karşılamaya yetili görün-düğünü araştırmaktan meydana gelir.
Buradan da anlaşılacağı üzere, yapısal fonksiyonalizmde, 1- Toplum birbirleriyle ilişki içinde bulunan parçalardan meydana gelmiş bir sistem olarak düşünülür. 2- Doğallıkla dinamik bir denge durumu içinde olan toplumdaki hareketlilik ya da faaliyetlerin tümü genel denge durumuna katkıda bulunur. 3- Öyle ki, yapısal fonksiyonalizme göre, bu düzenli eylem ya da faaliyetlerden hiç değilse bir kısmı toplumun bekası için vazgeçilmez bir durumdadır.
Yararcılık: Genel iktisadi bir öğreti bir siyaset felsefesi ve toplum teorisi olarak iyinin mutluluk ya da hazza ve dolayısıyla da doğruya eşit olduğu görüşü. Belli bir nüfus veya tek bir birey söz konusu olduğunda, acı karşısında hazzı ya da genel olarak mutluluğu arttıran politika, tercih, karar ya da eylemin iyi ve dolayısıyla doğru olduğunu öne süren görüş.
Yaratıcı evrim: Evrime inanmakla birlikte bu evrimin Darwin’in evrim anlayışı gibi, mekanik bir doğal ayıklanma kuramına dayanmayıp, yaratıcı olduğunu savunan Henri Bergson’un evrim anlayışına verilen ad.
Darwin’in yeryüzünde ve tarih boyunca ortaya çıkmış çok çeşitli türleri, basit organizmaların, insanla doruk noktasına ulaşan daha karmaşık ve yüksek organizmalarla nasıl tamamlandığının hesabını veremeyen keyfi bir adaptasyon modeliyle açıklamaya kalkıştığını öne süren Bergson, Darwin’in söz konusu mekanik modeli yerine, teleolojik bir evrim anlayışı geçirmiş ve bütün bir evrim sürecine yayılmış olan yaratıcı hamle ya da yaşam atılımının varlığından söz etmiştir. Bergson’a göre, yaşam ve evrim en iyi bir biçimde bir yaratıcı hamle yoluyla açıklanabilir. Yaratıcı hamle, tüm canlı varlıklardaki başlıca içsel öğedir. O yaratıcı gelişmesinde boyuna yeni türler, yeni cinsler meydana getirir. Yaratıcı hamle, buna göre yaratmadan yaratmaya bir sıçramadır.
Bergson, canlılara sürekli olarak sıçramalı bir hareket veren bu yaşam atılımının iç güç kaynağının Tanrı olduğunu söyler. Tanrı’nın kendisi evrendeki bu yaratıcı gelişmeyle içten bir bağlantı içindedir. Bundan dolayı, Tanrı son bulmuş bir şey değildir, bitip tükenmez bir yaşamdır. O, sonsuz eylem, durmayan özgürlüktür. Bergson, tüm canlı varlıkların birbirleriyle bağlantı içinde olduklarını, hepsinin aynı verimli atılımın egemenliği altında olduğunu söyler. Bergson’a göre, yaşam varolan her şeyin, kendisinin parçaları değil de, görünümleri olduğu sürekli ve bölünmemiş bir süreçtir. Her şey bu yaratıcı hamle tarafından harekete geçirilir ve bu yaratıcı hamle temel gerçekliktir.
Yasa: 1- Şeyleri belirlediği kabul edilen ilke; doğal olayları birbiri etme bağlayan zorunlu ilişkiyi ortaya koyan genel prensip. Doğadaki olaylar arasında hüküm süren sürekli ilişki. 2- Bir bütünü meydana getiren öğelerin işleyişini yöneten zorunlu ve sürekli bağıntı.
3- Toplumsal yaşamı ve insan eylemlerini düzenleyen normlar, kurallar; belli bir otoriteye dayanılarak konan ve birtakım yaptırımlarla desteklenen ilkeler bütünü.
Bu bağlamda, Tanrı tarafından konan ve vahiy yoluyla insanlara bildirilen, insanların birbirleriyle ve yaratıcılarıyla olan ilişkilerini düzenleyen yasaya tanrısal yasa denmektedir. Buna karşın, insan iradesinin insana tüm insanlar için geçerli olacak şekilde buyurduğu evrensel ahlâk kuralları bütününe ahlâk yasası, bir toplumda yasama organı tarafından çıkarılan, toplumsal yaşamı ve insan etkinliklerini düzenlemeyi, denetlemeyi amaçlayan bağlayıcı kurallara hukuk yasa, doğal olaylar arasındaki sürekli ve düzenli ilişkilere doğa yasası, doğa bilimlerinin konu aldığı sürekli düzenliliklere de bilimsel yasa adı verilmektedir.
Bu bağlamda, en iyi bilinen ve en çok kullanılan açıklama türü olarak, açıklanma ihtiyacı duyan nesne ya da olgunun bir yasaya uyduğunu göstermekten oluşan açıklama türüne yasayla açıklama adı verilir. Bu anlayışa göre, örneğin, bir parçası suya batırılmış olan bir sopa. Snellin kırılma yasası temele alınarak, bir gezegenin konumu Kepler’in birinci ya da ikinci yasasına göre açıklanabilir.
Yasakçılar: Çin felsefesinde ortaya çıkan ve siyaset felsefesi alanında, toplumun yönetimi için buyurucu ve düzenleyici yasaların önemine işaret eden akım.
Bir ülkenin başarıyla yönetilebilmesi için Konfüçyus’un öğütlediği gibi, halka iyi örnek olmanın, gerisini törelere ve geleneklere bırakmanın yeterli olmadığım öne süren Yasakçılar, en ince ayrıntılara yarıncaya dek iyi tasarlanmış buyurucu ve düzenleyici yasalar ve yasaklar koymanın ve böylelikle herkesin doğru yolda olabilmesi için gerekli çerçeveyi oluşturmanın gerekliliğini ortaya koymuşlardır.
Yazgı: 1- Her şeyi belirleyen, kontrol eden kaçınılın zorunluluk. 2- İnsan zihninin rasyonel bir zorunluluk ya da amaçlı bir iradi eylem fikri oluşturamaması durumunda, tüm insanların kendisine tabi oldukları, kişisel olmayan ya da kişileştirilebilen fakat kesinlikle tahkik edilemeyen, anlaşılamayan akıldışı güç.
3- Şeylerde ortaya çıkan ve onları oldukları gibi olmaya zorlayan zorunluluk. 4- Kişinin hiçbir şekilde denetlenemeyen güçler tarafından biçimlenen talihi.
Yeniden inşacılık: Sosyoloji ve eğitim felsefesinde, eğitimi, çağın bunalımlarını gidermek üzere, toplumu yeniden düzenleme programı veya girişimi olarak gören anlayış; yirminci yüzyılda, bilimsel ve teknolojik değişmelerin bir sonucu olarak, Batının bir bunalım çağına girdiğini, temel değerlerinin tehlikeye düştüğünü öne sürme ve bunalımdan çıkma görevini, eğitin veren görüş.
20. yüzyıl uygarlığının kendi kendisini yok etme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu, sahip olduğu muazzam gücün insanlığın geleceğini ciddi bir biçimde tehdit ettiğini, siyasi eylemle aşılamayacak denli büyük olan bu bunalımın, ancak ve ancak eğitim yoluyla giderilebileceğini savunan bu eğitim anlayışına göre, eğitimin amacı ve araçları, mevcut kültürel bunalımın taleplerini karşılayacak ve davranış bilimlerinin buluşlarına uygun olacak şekilde, yeniden düzenlenmelidir.
Yeni kozmoloji: Kopernik, Galile ve Newton’ın geliştirmiş olduğu modern bilimin ortaya koyduğu veya içerdiği evren görüşü.
Yunan ve Hıristiyan kozmolojisinin yerini alan yeni kozmolojinin doğuşunda ilk büyük ve önemli adımı Polonyalı astronom Kopernik atmıştır. Başka bir deyişle, güneşin dünya etrafında döndüğünü söyleyen jeosantrik sistem yerine, dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü gösteren helyosantrik sistemi içeren Kopernik astronomisi, yalnızca dünyayı evrenin merkezi olmaktan çıkardığı için değil, fakat evrenin bir merkezi olmadığı düşüncesini gündeme getirdiği için önem taşır. Kopernik. işte bu bağlamda teorisiyle, Yunan ve Hıristiyan kozmolojisinin belli bir bölümünü değil, onun Aristoteles’ten çıkan tüm temellerini yıkmıştır. Bilindiği üzere, eski kozmolojide evren, kendisini meydana getiren öğeler arasındaki niteliksel farklılıklara karşın, içinde her şeyin, tek tek her varlığın belli bir yerinin ve işlevinin bulunduğu tek bir canlı organizma şeklinde tasarlanmıştı.
Oysa Kopernik, Galile ve Newton tarafından kurulan modern bilimin öngördüğü kozmolojinin en büyük yeniliği, onun doğayı, insan varlığıyla Tanrı’nın dışında olan bir varlık alanı olarak sunmuş olmasıdır. Buna göre, doğa, canlı ve akıllı insan varlığına ilgisiz ve yabancı olan ve dolayısıyla, akıllı insan varlığı tarafından gözlemlenip analiz edilmek suretiyle, denetim altına alınacak olan cansız madde alanını meydana getirmekteydi.
Dünya evrenin merkezinde değilse, ve evrenin bir merkezi bulunmuyorsa eğer,.bu takdirde, evren, her yerde var olmak bakımından bir ve aynı olurken, salt zaman ve mekan içindeki yayılımıyla farklılaşan maddenin varlık alanı olarak anlaşılmalıdır. Bu ise, evrene ilişkin bilginin, ölçüme, zaman ve mekan kavramlarının imkan tanıdığı nicellikli ölçütlere bağlı olduğu anlamına gelir. Buna göre, doğal bir fenomeni anlamak, artık daha fazla onun ereksel nedenini, onun evrendeki, kendisine Tanrı tarafından verilmiş olan, amacını ya da işlevini kavramayı gerektirmez Tam tersine, doğal bir fenomeni anlamak, yeni kozmolojinin bir sonucu olarak, onun fail nedenini, yani fiziki evrende onun doğuşuna yol açan koşulları ve faktörleri bilmeyi gerektirir. Şu halde, yeni kozmolojide evren ya da doğa, büyük ve cansız bir makine olup, hem insan varlıklarının ve hem de Tanrı’nın dışında kalır. Bundan dolayı, doğa, Tanrı’nın amaçlarına dair bir bilgi aracılığıyla değil de, ancak ve ancak kendi terimleriyle anlaşılabilir.
Yeni-liberalizm: Klasik liberalizmden farklı olarak yirminci yüzyılda geliştirilen, özellikle de İngiliz iktisatçısı John Maynard Keynes tarafından temsil edilen liberalizm türü.
Yeni-liberalizm, on sekizinci yüzyıl liberalizminin temel koşul ya da kabulleri olan refah ve gelir dağılımının, rekabetten doğan iktisadi ahenk varsayımına bağlı olarak hakkaniyet içinde olacağı, ve liberal ilkelere göre şekillenen iktisadi yapının şiddetli bunalım ve çöküşlerden bağışık olacağı kabullerinin gerçekleşmemesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda yeni liberalizm, eski liberalizmin başta devletin iktisadi alanla ilişkisi ve görevleri konusundaki görüşlerinde yapılan değişikliğe bağlı olan versiyonudur.
Gerçekten de, Locke’tan itibaren liberalizm, devletin birey ya da halkın bir aracı olduğunu öne sürer. Bununla birlikte, klasik liberalizmin yeni liberalizmden ayrıldığı nokta, onun devletin hakimiyeti kaldırıldığı zaman, iktidar probleminin bütünüyle çözülmüş olacağı inancıdır. Klasik liberalizme göre, devlet yok olup gidecek ve onun yerini, yönetilenin ve yönetenin olmadığı, eşit yurttaşların bir birliği olarak toplum alacaktır. Oysa, yeni-liberalizm ya da yirminci yüzyıl liberalizmi, iktisadi yapının, tıpkı geçmişte siyasi iktidarın yaptığı gibi, halkın yaşamına ve özgürlüğüne tecavüz edebileceğini kabul eder. İşte bu kabulün bir sonucu olarak, eski liberalizmin tarihsel bir düşman olarak gördüğü devlet, ekonomik ve mali iktidarın medet umduğu bir kuruluş, gerekli toplumsal düzenlemenin faili diye görür. Başka bir deyişle, yeni-liberalizm her şeyden önce, her insan tekine gıda, yiyecek, konut, vb.ni kapsayacak şekilde, asgari bir maddi kazanç sağlanması gerektiğine inanır. O, ikinci olarak, yeterli bir yaşam standardının varolan maddi kaynaklar ve bilimsel bilgi yoluyla temin edilebileceğini düşünür. Yeni-liberalizm, nihayet, devletin özel teşebbüsün başarısızlığa uğradığı her yerde harekete geçme hakkına, daha doğru bir deyişle görevine sahip olduğuna inanır. Buna göre, devletin teknik olarak toplumsal olan birtakım hizmetlerde bulunması gerekmektedir.
Yeni-Marksizm: Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve geleneksel Marksizmin, özellikle bilim karşısında dogmatik bir tavır aldığı için yanılmış olduğunu öne süren; Marx ve Engels’in düşüncelerinden yola çıkmakla birlikte, bu fikirleri psikanaliz veya Weber sosyolojisi ya da anarşizm gibi unsurların da yer aldığı daha geniş bir çerçeve içine oturtan fikir hareketi, sosyolojik analiz veya toplum teorisi, Marksizm anlayışı.
Marksizmin özünü, özgürleştirici bir felsefe ve pratik anlayışını korumakla birlikte, onu determinizmden, insan öznelliğini göz ardı eden nesnelcilik, bilimcilik ve tarihsicilikten kurtarmaya çalışmıştır. Klasik Marksizmin kötü ideoloji, iyi bilim ayırımına dört elle sarıldığını, oysa bunun bilimi efsaneleştirip mutlaklaştırdığını öne süren Yeni Marksizm, ekonomizm ve bilimle ilgili ütopyacılıktan vazgeçmiş, bilimi diğer inanç sistemleriyle aynı düzeye getirmeye çalışmıştır.
Bilimcilik ve tarihsicilikten olduğu kadar, tarihsel determinizm, evrimcilik ve ekonomizmden de uzak duran Yeni Marksizmin kaynakları arasında, temeli ya da özü itibariyle klasik Marksizm, ve bu arada, Yeni Hegelcilik, fenomenoloji, süreç felsefesi, mantıkçı empirizm, Spinozacı anlamda akılcılık, psikanaliz ve yapısalcılık; buna karşın katkı yaptığı alanlar arasında ise, proletaryanın sınıf bilinci, bürokrasi, ulusçuluk, kent ve siyaset sosyolojisi, üstyapı, kültür endüstrisi, yabancılaşma, şeyleşme ve özgürlük gibi konular sayılabilir.
Yeni sol: 1950’lerde oluşan ve Sovyetlerin Macaristan’ı 1956, Çekoslovakya’yı da 1968 yılında işgal etmeleriyle birlikte güç ve ivme kazanan, Soğuk Savaş dönemine özgü, entelektüel ve politik hareket.
Marksist düşünce geleneklerinden esinlenmekle birlikte, Eski Sol diye tanımladığı, Troçkizm, Stalinizm, Maoizm ve anarşizm gibi geleneksel sol görüşler ve Sovyet yanlısı ideolojilerle arasına bir mesafe koyan Yeni Sol, kapitalizme ve Batılı demokrasilerin politik sistemlerine olduğu kadar, Doğu ve Batı Avrupa’daki komünist partilerin resmi Marksist ideoloji ve politikalarına şiddetle karşı çıkmıştır.
Yer merkezli teori: İlkçağda yunalı astronom Batlamyus tarafından geliştirilen ve sistemleştirilen Polonyalı ünlü astronom Kopernik, güneş merkezli sistemine kadar kabul gören astronomi teorisi.
Yer merkezli teoriye göre, dünya sabit olup, evrenin merkezidir. Güneş, Ay, gezegenler ve yıldız1ar, dünyanın çevresinde dönmektedir.
Yeşiller: Modern endüstriyel ve teknolojik süreçlerin (ozon tabakasında oluşan delik örneğinde olduğu gibi) çevre için yarattığı tehdit karşısında oluşan bir baskı grubu.
Sadece endüstriyel ve teknolojik süreçleri değil, fakat bu süreçlerin görünüşte sınırsız teknolojik ilerleme ve tüketim düzeyinin yükselmesi talepleriyle, kendilerinden türediği sosyo-ekonomik ve politik sistemleri sorgulayan Yeşiller günümüzde Batı toplumlarında azımsanamayacak bir güce sahip bulunan bir baskı grubunu meydana getirir. Yeşiller ilerleme idesini kuşkuyla karşıladıkları için, bir postmodernist hareket olarak tanımlanır.
Yoga: Hint felsefesinin geleneğe bağlı kolu içinde yer alan ve Patanjali tarafından kurulmuş olan felsefe sistemi.
Söz konusu sisteme göre, bireysel ruhun yaradanla kaynaşmasının ya da birleşmesinin tek yolu gerçekliğin ortadan kalktığı, bütün bütüne kendinden geçmek ve vecd haline ulaşmak için yapılan bir dizi alıştırma ve uygulamadan geçer. Başka bir deyişle, kurtuluşa götüren yol, uzun ve zorlu bir yolculuktur. Buna göre, bireysel ruhun, yıllar süren bir kendini yenme, nefsini alt etme çabasıyla, öncelikle maddi çıkarlardan uzak durması, ikinci olarak azla yetinmesi, sıkıntılara katlanması, bilgiyi araması, kendini Tanrı‘ya adaması gerekir.
Söz konusu sisteme göre, bireysel ruh daha sonraki basamaklarda duyularını geri çekmek, yani dışa yönelik olan duyularını içe yöneltmek, düşüncelerini yalnız bir şey üzerine yönelterek orada yoğunlaşmak durumundadır. Bireysel ruh, daha sonraki basamakta, yoğunlaşmanın derinleştirilmesi ve güçlenmesi suretiyle, düşüncenin üzerinde yoğunlaştığı şeye kendiliğinden akmasını ya da kaymasını sağlar. Bu felsefe sistemine göre, ruhun kurtuluşu yolunda, bundan sonra gelen basamak, sonuncu basamak olan vecd halidir. Burada, yogi ya da ruh kendisini ayrı bir varlık, ayrı bir benlik ve ayrı bir bilinç olarak görmekten kurtulur ve mutluluğa erişir.
Ruhu bedenin zorlamalarından kurtarmayı amaçlayan süreç sekiz ayrı aşamayı ihtiva etmektedir: 1- Yama ya da beş ahlâk ilkesi; 2- Niyana, beş dini kural; 3- Asana, duruşlar, 4- Pranayana, nefsin kontrol altına alınması; 5- Pratyahara, duyuların büzülmesi; 6- Dharma, bir nokta üzerinde odaklaşma; 7- Dhyana, aynı konu üzerinde yoğunlaşma ve tefekkür; 8- Samadhi, vecd.
Öte yandan, yoga felsefesinin Patanjalize atfedilen temel metninin adı Yogasutra olarak bilinir. M.Ö. 2. yüzyılda yazılmış olan bu metin söz konusu yoga düşüncesini ve pratiğini sistemleştirdikten başka, ona hinduizm içinde saygın bir yer kazandırmıştır.
Yönetim: Gerek belirli bir birim ya da düzeyde, örneğin ulusal, bölgesel ya da yerel düzlemde, otoriteye sahip olan bütün veya yapıyı, gerekse bütün bir anayasal sistemi tanımlamak için kullanılan terim.
Demokrasi, otokrasi ve diktatörlük gibi farklı yönetim biçimleri vardır.
Yurttaşlık: 1- Hukuki olarak, belli bir yurtta doğup büyümüş olma; bir devletin vatandaşı olma. 2- Normatif ve ayırıcı bir biçimde demokratik bir ideal olarak, yönetilenlerin politik süreçlere tam ve eşit bir katılım içinde olmaları veya katılım hakkına sahip bulunmaları durumu.
Buna göre, monarklar, hükümdarlar veya askeri diktatörler tarafından yönetilen insanların, yurttaşlardan ziyade, sultan ya da diktatörlerin tebaası oldukları yerde, insanın yalnızca hak ve ödevlerin doğru tanımlandığı gerçek bir demokratik düzende yurttaş olabileceğini unutmamak gerekir. Öte yandan, Aristoteles’te yurttaşlık özellikle ödevler açısından ele alınmışken, liberalizmin etkisi altına girmiş modern dünyada yurttaşlığa esas haklar açısından yaklaşılmıştır.