L Harfi

FELSEFE SÖZLÜĞÜ

L

Lacan, Jacques: 1901-1981 yılları arasında yaşamış, ve psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’dan çok etkilenmiş olan ünlü Fran­sız psikanalisti ve düşünürü.

Yaşamının büyük bir bölümünde Freud’a dönüşün gerekliliğini vurgulayan Lacan, psikanalizin kurucusuna itibarını iade et­meye çalışmıştır. O, Fransa’da Kojve’in Hegel üzerine derslerini izlemiş, Heideg­ger’i okuyarak yeniden yorumlamış ve psi­kanalizi felsefi kavramlarla zenginleştirerek daha anlaşılır hale getirmenin mücadelesini vermiştir.

Bununla birlikte, dilbilim ve yapısalcılık onu Hegel ve Heidegger’e göre çok daha yoğun bir biçimde etkilemiştir. Özellikle dil üzerinde duran ve psişik yapının incelenmesinde sembolik olana büyük bir önem veren Jacques Lacan, bu sayede Freud’un öğretisini yeniden düzenlemiş ve yapısalcı bir çer­çeve içinde yeni bir özne teorisi geliştirmiş­tir. Jacques Lacan’ın psikanaliz teorisi, bir bölümüyle yapısalcı antropolojinin, bir bö­lümüyle de dilbilimin keşiflerine dayanır. Bilinçdışının da dilinkine benzeyen gizli bir yapısı olduğunu söyleyen Lacan, dünyanın, başkalarının ve benliğin bilgisinin dil tara­fından belirlendiği iddiasında olmuştur. Dil, bir kimsenin ayrı bir varlık olarak kendisi­nin ayırdına varmasının zorunlu önkoşulu­dur. Dilin, içerisinde toplum tarafından ve­rilen şeylerin, yani kültürün, yasakların ve yasaların taşındığı bir araç olduğunu savu­nan Lacan’a göre, özneleri aralarında birbir­lerine göre, taşıdıkları karşıtlıklar yoluyla tanımlayarak öznelliğin temelini kuran ben­sen diyalektiğidir.

Lacan’a göre, dilin iki temel boyutu var­dır. Bunlardan birincisi, dilin kurallarca yö­netilen, sözdizimsel bir yapısı olan kamusal boyutudur. İşte bu boyut serbest çağrışıma, sözcük oyununa ve düşlere dayanan ikinci düzey tarafından dengelenir. 0, bunlardan hiç kuşku yok ki, ikincisine büyük önem at­fetmiştir. Lacan bu bağlamda bilinçdışının dil tarafından yaratıldığı gibi, dili yansıttığı­nı düşünür. Dilin kurallarca yönetilen boyu­tu bilinçdışını bastırırken, bilinçdışı da ser­best çağrışımı kullanarak sözdizimi ve sabit anlamı istikrarsızlığa uğratmak suretiyle öz­gürlüğünü ve psişik enerjisini olumlar.

Bilinçdışı, Lacan’a göre, ideal benlikle de bir gerilim yaşar. Çocuk ”ayna evre­si”nde, bir yaşam boyu sürecek, bir benlik yaratma veya bir kimlik duygusu kazanma teşebbüslerinden ilkini gerçekleştirir. O bütün bu teşebbüslerin, benliğin yalnızca kendisini aldatıcı bir bütüne yansıtıp. bura­da nesnelleştirmeye çalışan değişken ve akışkan bir matriks olması nedeniyle, başa­rısızlıkla sonuçlanacağı inancındadır. Dilin sözdizimsel bir yapıya sahip birinci boyutu bu aldanmanın kaynağı ve failidir. Zira dilin bu birinci boyutunda bulunan düzen söz ko­nusu nesnelleştirmeye hem izin verir ve hem de onu yönlendirir.

Lacan’a göre, bizim gerçeklik olarak gör­düğümüz ve nitelendirdiğimiz şey dil tarafın­dan inşa edilip yansıtılır ve dilsel değişimlerle birlikte değişikliğe uğrar. Gerçekliğe dil tarafından yapı kazandırılır. Kullandığımız dil tarafından bize verilenin gerisindeki nihai bir gerçekliği betimleyecek bir üstdil bulun­mamaktadır. 0, şu halde sembolik olanla (burada, dil) onun sembolleştirdiği şey ara­sındaki geleneksel düzeni tersine çevirir: İkincisi birincisini değil, fakat birincisi ikin­cisini yaratmaktadır.

Laclou, Ernesto: Arjantin doğumlu çağdaş politika teorisyeni. Temel eserleri: New Reflections on the Revolution of our Time [Za­manımızın Devrimi Üzerine Yeni Düşünce­ler], Politics and Ideology in Marxist Theory [Marksist Teoride İdeoloji ve Pratik], C. Mo­uff eyle birlikte yazmış olduğu Hegemony and Socialist Strategy [Hegemonya ve Sosya­list Strateji].

Laclou, Marksizmin kriz içinde olduğunu ve toplumu konu alan teorileştirmelerde pek büyük bir anlam taşımadığını öne süren sol eğilimli düşünürler arasında yer alır. Tarihin özünü ve altında yatan anlamı kavrama iste­ği sergilediğini söylediği, Marksizm, Lac­lou’yu göre, determinizmi benimsemiş özcü bir öğretidir. O sadece ekonomiye ayrıcalık tanımakla kalmaz, fakat kendisine ontolojik’ bir statü yüklediği işçi sınıf ini kapitalizmdeki değişmenin kaynağı olarak görür.

Laclou, işçilerin öncülük ettiği sınıfsız bir toplum yaratmayı amaçlayan ‘işçi’ci sosya­lizm anlayışını reddeder. 0, bürokrasiye ve bireyin bastırılmasına yol açan tüm devletçi sosyalizm biçimlerini de şiddetli bir biçim­de eleştirerek radikal politikanın özgürlükçü boyutlarına ağırlık vermiştir. Onun gözünde gerçek sosyalizm, bütün hiyerarşilerle eşit­sizliğin, eşitlik ve özerklik lehine, kökten sö­külüp yok edilmesinden ve burjuvazinin baş­lattığı demokratik devrimin varoluşun tüm boyutlarına genişletilmesinden meydana gelir. Laclou’nun sosyalizm görüşü, Marksizmle olan köprülerin atılmasına ve liberal ilkelerle uzlaşılmasına dayanır. Ernesto Lac­lou’ya göre, solun görevi, liberal-demokratik ideolojiyi terk etmekten ziyade, onu çoğulcu ve radikal demokrasi doğrultusunda derinleştirmektir.

Laissez-faire: Her türlü devlet müdahalesine karşı çıkan, bireyin kendisine en fazla öz­gürlük tanınması gereken iktisadi karar biri­mi, temel amil olduğunu öne süren iktisadi liberalizm veya bireyciliğin temel düsturu olan ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsin­ler’in kısaltılmış Fransızca ifadesi.

Özellikle, On sekizinci yüzyılda gelişen ve o zamanlar ilerici bir karakter taşıyan la­issez-faire’in en temel varsayımlarından biri ahenk ve dengedir. Varsayıma göre, eğer bireyler kendi çıkarları peşinde koşarlarsa, sonuçta genel çıkan da arttırmış olurlar. Rekabetin sonucu olan iktisadi ahenk hipo­tezi sonraları birtakım genellemeler sonu­cunda, özellikle Darwin ve Spencer tarafın­dan halka ve bütün topluma mal edilmiştir. Buna göre, bütün evren en uygun olanın ya­şamda kalması yasasıyla yönetilmekte olup, doğal ayıklanma yalnızca bir evrim kuramı değil, ilerlemenin de teorisidir. Örneğin Spencer için, kurumların ya da devletin bireylerin iktisadi faaliyetlerine müdahalesi, ahlâk ve ilerleme için bir engel meydana getirir.

Laissez-faire’i ifade eden bu varsayımın gerisinde iki toplumsal koşul bulunmaktadır. Bunlardan birincisi refah ve gelirin dağılı­mıyla ilgilidir. Bu dağılımın, eşit olmasa bile, adaletsizliğin baskın çıktığı duygusunu yaygınlaştırmayacak ve pekiştirmeyecek öl­çüde hakkaniyet içinde olduğu kabul edilir. İkincisi, iktisadi yapının şiddetli bunalım ve çöküşlerden bağışık olduğu varsayılır. Bu iki koşul söz konusu olduğu sürece, laissez-faire öğretisi sağlam bir zemin üzerine oturur.

Bununla birlikte, özellikle On dokuzuncu yüzyılın sonlarıyla yirminci yüzyılda bu iki koşulun bir türlü gerçekleşmemesi, laissez­-faire öğretisinin ya da eski liberalizmin yeri­ni yeni liberalizme bırakmasına neden ol­muştur. Refahın ve gelirin hakkaniyet içinde dağılımı beklenirken, sermayenin yoğunlaş­ması ve iş hayatının binleri tarafından denet­lenmesi söz konusu olmuştur. Monopoller, tröstler ve uluslararası şirketler, yeni efendilere tabi kılınan milyonlar arasında yoğun bir tatminsizlik ve güçlü bir hayal kırıklığı yarat­mıştır. Laissez-fairee duyulan genel inancı yıkan bir diğer etmen ise işsizlik olmuştur. Milyonlar uzun yıllar boyunca işsiz kalınca, İnsanlar kendi yasalarıyla ahengine bırakılan ekonominin en yüksek genel faydayı ve refahı sağladığı düşüncesine kuşku ile bakmaya başlamışlardır.

Lamarkçılık: Fransız bilim adamı Lamarck’ın 1809 yılında Philosophie zoologique [Zooloji fel­sefesi] adlı eserinde ortaya koyduğu, türlerin değişmez olmayıp, değişime uğradığını, ayrı ayrı yaratılmayıp birbirinden türediğini dile getiren öğreti. Organizmanın içinde bulundu­ğu ortamın organizmayı etkilediği, ve kaza­nılmış karakterlerin soydan soya geçtiği temel fikirlerine dayanan bu öğreti, türlerin yavaş bir değişim geçirerek çevreye uyduğu­nu öne sürer.

Leibniz, Gottfried Wilhelm von: 17. yüz­yıl akılcılığının, Descartes ve Spinoza’dan sonra gelen son büyük düşünürü. 1646-1716 yılları arasında yaşamış olan Leibniz’in en önemli kitabı, metafiziğini ortaya koyduğu La Monadologie [Monadoloji] adlı eserdir. Diğer eserleri: De Arte Combina tarla, Dis­cours de Metaphysique [Metafizik Üzenine Konuşma], Nouveaux Essais sur l’Entende­ment humaine [İnsan Zihni Üzerine Bir So­ruşturma] Essais de Theodicee [Teodise Denemeleri].

Temeller: Leibniz, modern felsefenin diğer etkili düşünürleri gibi, deneysel, tü­mevarımsal ve matematiko-mekanik doğa bilimlerinden ve özellikle de fizik bilimin­den yola çıkmıştır. Doğanın sonsuz küçüklükteki unsurlardan meydana geldiği öğretisini benimseyerek, cisimlenin karşılıklı eylem ve düzenli etkileşimlerini açıklayabil­mek için, varsayılması gereken bir şey ola­rak güç düşüncesine ulaşan Leibniz, bu gücü, cisimsel olmayan bir şey olarak tasar­lamış ve onu aynı zamanda düşünen, algıla­yan, ve maddi olmayan bir gerçeklik olarak tanımlamıştır. Böylelikle, materyalist ve me­kanik bir görüşten, tinsel ve dinamik bir dü­şünce tarzına geçen Leibniz, bu güç birimi­ne monad adını vermiş ve monadın faaliyetlerinin ideler ve algılar olarak ortaya çıkacağını söylemiştir. Buna göre, evren gerçeklikte yan yana varolan bir monadlar çokluğundan meydana gelmektedir.

Metafiziği: Aynı sonuca başka bir nokta-k dan daha hareket ederek varan, ve dünya ile birey, makrokosmos ile mikrokosmos arasın­daki ilişki problemini en açık bir biçimde ifade etmeyi ve problemi yeni yöntemlerle çözmeyi deneyen Leibniz ‘e göre, birey ve evren birbiriyle, niceliksel değil de, nitelik-sel bir ilişki içindedir. Evren yalnızca birey­selliğin bakış açısından anlaşılabilir; birey ise, yalnızca evrenle ilişki içinde belirlenebilir ve tanımlanabilir. Leibnizin sisteminin hareket noktasını oluşturan bu fikre göre, her bireysel ‘ben’, her monad evrenin bütününü, onu aktüel olarak kapsama anlamında değil de, ideal bir biçimde tasarımlama anlamında içerir.

Leibniz’in monadoloji olarak bilinen bu anlayışına göre, duyularımızla gözlemledi­ğimiz cisimler daha küçük parçalara bölüne­bilir olup, varolan her şey bileşik cisimlerden meydana gelmektedir. Bundan dolayı, varolan tüm nesneler, basit tözlerden ya da gerçekliklerden meydana gelmelidir. Maddenin ilk ve gerçek varlık olması düşüncesi­ne karşı çıkan Leibniz, gerçekten basit ve bö­lünemez olan tözlerin, sözünü ettiğimiz bireysel benlerin monadlar olduğunu öne sürer. Monadlar tıpkı atomlar gibi, varlığı meydana getiren temel, basit bileşenlerdir. Bununla birlikte, monadlar atomlardan fark­lılık gösterir.

Monadlarla atomlar arasında şu fark var­dır: Atomlar yer kaplayan maddi parçacıklar’dır, oysa monadlar, Leibniz tarafından, güç ya da enerji olarak tanımlanırlar. Atomlar da monadlar da, dış kuvvetlerden bağımsızdır ve dış bir güçle ortadan kaldırılamaz; bununla birlikte, atomların birbirlerine benzedikleri, yani onların aralarında nitelik bakımından bir farklılık olmadığı yerde, monadlar birbirle­rinden tümüyle farklılık gösterir.

Basit tözlerin, monadların eyleme yetili ol­duktan başka, canlı ve duyarlık sahibi varlık­lar olduğunu öne süren Leibnize göre, evre­nin her köşesinde, tek tek varlıkların canlılığıyla karşılaşmaktayız. Monadlar yer kaplamaz, onların büyüklükleri ya da şekille­ri yoktur. Her monad diğerinden bağımsızdır ve monadlar birbirleriyle nedensel bir ilişki içinde değildirler. Leibniz, monadların maddi varlıklardan mantıksal bakımdan önce gel­diklerini söyler. öte yandan, monadlar kendi eylem ilkelerini, kendi faaliyetlerinin kayna­ğını yine kendilerinde bulurlar. Her monad, kendi içinde bütün öteki varlıkları yansıtır; her monad evrenin tümünün bir aynası gibi­dir. Monadların kendileri ve öteki varlıkların tümü hakkında, pek açık olmasa da, sürekli olarak, algıları vardır. Monadlar, dünyayı ta­savvur edişleri, algılarının açık seçik oluşu bakımından derecelenirler. En alt düzeyde madde, en üst düzeyde de Tanrı bulunur. Leibniz, her monadın kendi yaratılış amacı­na göre davrandığını söyler. Monadlar arasında hiçbir ilişki yoktur. Ona göre, monad­lar birbirlerinden mutlak olarak bağımsız olduğu için, onların birbirlerine açılan pen­cereleri yoktur. Hepsi de kendi amacına uygun bir biçimde davranan bu penceresiz monadlar düzenli bir evren oluşturur.

Monadların ayrı amaçları büyük bir uyuma yol açar. Bu, hepsi çok iyi ayarlanmış olduğu için, birbirlerinden farklı birçok saa­tin tam olarak aynı zamanı göstermesine ben­zer. Şu halde, her monad ayrı bir dünyadır, ancak monadların tüm faaliyetleri birbirleriy­le uyumludur. Leibniz’e göre, monadların bu uyumu Tanrı ‘nın yaratıcı faaliyetinin bir sonucudur. Tanrı bu uyumu önceden kur­muş, her şeyi ayarlamıştır. Leibniz, birbirle­riyle nedensel ilişkileri olmayan monadların sergilediği uyumun Tanrı’nın varoluşu için yeni bir kanıt oluşturduğuna işaret eder. Tanrı, var olan her şeyin fail nedenidir, 0, va­roluşu zorunlu olan, varoluşu başka bir nede­ni gerektirmeyen varlıktır. Tanrı, özü varolu­şunu içeren zorunlu varlıktır.

Etik görüşü: Her şeyin Tanrı tarafından önceden kurulmuş bir uyuma bağlı olduğu bu düzende özgürlüğe yer yok gibi görün­mektedir. Leibniz’e göre, bu evrende her şey mekanik bir zorunluluğa tabidir. İnsan da bu düzenin ayrılmaz bir parçasıdır. Onun me­kanist doğa anlayışında, İnsan başlangıçta ayarlanmış bir yaşamın kendini açığa vur­masından başka bir şey değildir. Öyleyse, İnsan yaşamındaki her şey önceden belirlen­miştir. Determinist bir etik görüşü benimse­yen Leibniz için özgürlük, İnsanın bu duru­mun, yani söz konusu zorunluluğun bilincinde olmasından meydana gelir.

Öte yandan, Leibniz’e göre, İnsan için gerçek hayat akla dayanan, entelektüel faali­yetle belirlenen bir hayattır. İnsan için geliş­me, bulanık ve belirsiz düşüncelerden doğru düşüncelere yükselme, potansiyel güçleri gerçekleştirme anlamına gelir. İnsan güçleri­ni gerçekleştirdiği zaman, varlıkların gerçek­te niçin oldukları gibi olduklarını anlar. İnsan yaptığı şeyi niçin yapmakta olduğunu bilir. İnsan için özgürlüğün anlamı budur; özgürlük irade, seçme özgürlüğü olmayıp, İnsanın ge­lişmesi ve böylelikle kendisindeki ve evren­deki zorunluluğun tam olarak bilincinde ol­masıdır. Temel erdem de bilgeliktir.

Lenin, Vladimir Il’ich: 1870-1924 yılları arasında yaşamış Rus intikalcisi, devlet adamı ve düşünürü. Temel eserleri Chto deli­at? [Ne Yapmalı?], Materializm 1 empriokri­tltsizm [Materyalizm ve Empiriyokritisizm], Imperializm kuk uysuhaia stadia kapitalizma [Emperyalizm: Kapitalizmin en yüksek Ev­resi].

Marksizmi politik bir teori olarak kariye­rinin daha başlarından itibaren öne çıkaran Lenin, yine de bir yandan Rus popülizminin küçük burjuva ekonomik romantizmini eleşti­rirken, bir yandan da Marksizmin determi­nist, nesnelci ve evrimci versiyonlarına karşı çıkmıştır. Onun bu bağlamda köylüle­rin gizli devrimci potansiyeline olan inancı, disiplinli ve profesyonel eylemcilere kitle­leri ihtilalci bilinç ve eyleme yöneltmek açı­sından yüklediği öncü rol, bütün bunların kapitalizmin farklı ülkelerdeki eşitsiz gelişi­mi ve emperyalizm tarafından doğrulandığına olan inancı, devleti devrim sonrasında sınıf hakimiyetini tesis edecek bir alet ola­rak görmesi, Marksizmden şu ya da bu ölçü­de farklılaştığı noktaları temsil eder.

Felsefi açıdan ele alındığında, Lenin’in önce Engels’in diyalektik materyalizmini Bogdanov, Lunacharsky, ve diğer Bolşevik­lerin Marksizmi onu Avenarius ve Mach’ın empiriyokritisizmiyle evlendirmek suretiyle modernleştirme teşebbüslerine karşı savun­duğu savunduğu söylenebilir. O insani dene­yime bir dış gerçeklik tarafından neden olunduğunu yadsıyan Rus Machçılarının ka­çınılmaz olarak solipsizmle sonuçlanan öznel idealizme düştüklerini öne sürer. Bu ise sınıf bilinciyle nesnel toplumsal koşullar arasındaki Marksist ayırımın ortadan kalk­masından başka hiçbir şey değildir. Oysa Lenin metafizik ve epistemolojisini bunun tersine, ona göre sağlıklı herkes tarafından benimsenmek durumunda olan, naif realizme dayandırır. O maddeyle İnsana duyumlarında verilen, her ne kadar duyumlardan bağımsız olarak varolsa da, duyumlarımız tarafından kopyalanan, resmi çekilen ve yansıtılan nes­nel gerçekliği özdeşleştirmiştir. Lenin bu tanım yoluyla kendisinin materyalizmi, fizik­teki çağdaş krize dair fiziki idealist yorumlar karşısında bir kez daha olumladığını düşü­nür. Onun felsefi materyalizmi realizm ve temsili algı teorisiyle özdeşleştirmesinin Sovyet felsefesi ve entelektüel tarihi üzerin­de oldukça güçlü bir etkisi olmuştur. Lenin’in hayli etkili olan başka bir düşüncesi ya da tezi de, bütün felsefi konumların son çözümlemede ikiye, yani ya materyalizme ya da Hume ve Kant’ın bilinemezcilikle­rinin de dahil edilmek durumunda oldukları) idealizme indirgenmesi gerektiği ve bu “iki büyük kamp”ın birbirine karşıt sınıfsal çı­karları yansıttığı tezidir. Onun, ve sonrasın­da başkalarının materyalist kampta veya kendilerinden olmayan herkese açtıkları sa­vaşın temelinde, işte bu tez bulunur.

Lenin karşı kamptakilere yönelttiği bütün eleştirilere rağmen, kendi diyalektik mater­yalist bakış açısını Vogt, Büchner ve Moleschott gibi vülger materyalistlerin bakış açısından ayırt etmekte zorlanmıştır. Düşünce, ona göre, beynin bir salgısı değil­dir; psişik olan maddenin yüksek ürünü ol­makla birlikte, maddeye indirgenemez. Dü­şünceyle doğa arasındaki ilişki diyalektik bir ilişkidir; o Marksizmin özü olarak gördüğü diyalektiğe büyük bir önem vermiştir. Bu bağlamda, karşıtların birliği ve savaşımı ya­sasını niceliksel değişimlerin niteliksel dö­nüşümlere yol açması yasasının önüne geçir­miştir. Lenin işte buradan hareketle, insan bilincinin nesnel dünyayı yansıtmakla kal­mayıp, aynı zamanda yarattığını savunmuştur

Leninizm: Sovyet düşünür ve eylem adamı V.İ.Lenin’in diyalektik materyalizm­le, tarihsel materyalizmden meydana gelen Marksizme yaptığı katkıları ifade eden deyim.

Lenin’in Marksizme yaptığı en önemli katkı, emperyalizme ilişkin analizden mey­dana gelir. Buna göre, ileri ve sanayileşmiş ülkelerin, Marx’ın söylediği gibi, devrim kri­zine yaklaştığı, devrimin kapitalist bir top­lumda gerçekleşeceği doğru değildir. Prole­tarya, ileri sürüldüğü üzere, giderek yoksullaşmakta değildir. Lenin işte bu duru­mu emperyalizmle, büyük kapitalist toplum­ların bazı toprakları sömürgeleştirmesi, ken­disine ucuz hammadde yaratması, yeni pazar meydana getirmesiyle açıklamıştır.

Leviathan: Ünlü İngiliz düşünürü Thomas Hobbes’un 1651 yılında yayımladığı eseri­nin adı.. Leviathan, yani Ejderha, toplum sözleşmesinden sonra ortaya çıkacak devle­tin birey karşısında güçlü olması gerektiğini göstermek amacıyla, Hobbes tarafından bi­linçli olarak seçilmiş bir terimdir.

Buna göre, devleti, Fenike mitolojisinde bir su canavarı anlamına gelen Leviathan’a benzeten ve tüm yasaları yaratmak ve kaldır­mak gücü ya da iktidarı olarak tanımlayan Hobbes, devletle ilgili olarak materyalist ve mutlakıyetçi bir görüşü benimsemiştir.

Liberalizm: Kökleri rönesans ve reformasyona dayanmakla birlikte, daha çok on sekizinci yüzyıla sağlam temellere oturan felsefi akım; modern dünyanın temel politik ideolojilerinden biri olarak bireyleri sivil ve politik haklarına verdiği önemle seçkinleşen görüş.

Bireye, bireyin hak ve özgürlüklerine, kamu yararına, genelin çıkarına sonuçlanacağı için, bireysel faaliyetlerde özgürlüğe imtiyaz tanıyan iktisadi öğreti olarak liberalizm, aynı zamanda devletin bireysel özgürlükler karşısındaki yetkilerini sınırlamayı, bireysel haklarla teşebbüs özgürlüğüne yönelik muhtemel müdahalesini ortadan kaldırmayı öngören siyasi bir öğretidir. Liberalizm sınıflar yerine, bireylerden oluşan bir toplum görüşü benimser ve bireylerin özgürlüğünü en yüksek amaç olarak belirleyip, bu özgürlüğü de düşünce ve yaratma özgürlüğü, serbest teşebbüs ve rekabet özgürlüğü, inanç ve ibadet özgürlüğü olarak tanımlar.

Buna göre, insanın tinsel özgürlüğüne sonsuz bir inanç besleyen, insan yaşamı ve eyleminin doğalcı ya da determinist bir tarzda yorumlanmasına şiddetle karşı çıkarak, bireyin kendisini özgürce gerçekleştirme ve ifade etme kapasitesini ön plana çıkartan ve bu yolda tüm engellerin ortadan kaldırılma­sını amaçlayan liberalizm, devletin müdaha­lesinin en aza indirgenmesini, devlet politi­kasının bireylerin ve grupların özgürlüklerini hayata geçirmede bir araç olarak kullanılma­sını ister.

1- İktisadi liberalizmin ana tezi, ekonomik alanda kendiliğinden oluşan doğal bir düze­nin varolduğu iddiasına dayanmaktadır. ‘Bi­reylere düşen görev, iktisadi düzeni dengeye götüren ekonomik yasaları keşfetmektir. Bunlar İnsanın doğasına, onun yaradılışına uygun yasalardır. İktisaden liberal İnsan, homo economicos, yani ‘en az zahmetle en çok kazanç sağlamaktan başka bir amaç gö­zetmeyen rasyonel varlıktır.’ İnsan bu şekilde özgür davrandığında, doğal iktisadi düzenin gerçekleşmesini sağlar. Bireysel çıkarlarla toplumun genel çıkan çakışır ve genel bir ahenge ulaşılır. İktisadi liberalizme göre, İnsan, kendisine en fazla özgürlük tanınması gereken iktisadi karar birimidir. Devlet ve özel gruplar, birtakım müdahalelerle, bireyler arasında varolan rekabetin serbestçe işlemesini engellemekten kaçınmalıdırlar. İktisadi li­beralizmin bu bağlamda ana kuralı, Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’dir.

2- Buna karşın, on sekizinci yüzyılda mo­narşik mutlakiyetçiliğe karşı verilen müca­delede şekillenen siyasi liberalizm, siyasi iktidarın müdahalesinin bireysel faaliyetle­rin düzenlenmesi ve korunmasına yönelik görevlerle sınırlı kalması, özel teşebbüsü kı­sıtlayacak her türlü müdahalecilikten kaçın­ması gerektiği ilkesine dayanır. Bu ilke, devlet düzeyinde üç ayrı sonucu ihtiva eder. Bunlardan birincisine göre, devlet kuvvetler ayrılığı ilkesi uyarınca örgütlenmelidir. İkin­ci olarak demokrasi, temsili ve parlamenter demokrasi olmalıdır. Zira, sadece temsili ve parlamenter demokraside, seçimler bir süz­geç işi gördüğü ve halk çoğunluğunun dikta­sını önlediği için, esasen halka ait olan ikti­dar hakkı, pratikte seçkinler tarafından kullanılır. Ve nihayet üç, devlet, bireyin vaz­geçilmez hak ve özgürlüklerini, özellikle de mülkiyet hakkını resmen güvence altına alan hukuka tabi kılınır.

Libidinal ekonomi: Jean François Lyotard’ın insan varlığındaki, aklın ve mantığın işleyişine karşı koyup, direnç gösteren itkiler için kullandığı terim.

Lyotard’a göre, bu itki ve dürtülerin, Freud gibi psikanalistler tarafından ortaya konan bilinçaltı yaşantı, itki ve dürtülerin bir benzeri olarak değerlendirilmeleri gerekir. Şu farkla ki, Lyotard bu itkilerin özgürce ifa­desini daha açık bir biçimde savunup, onla­rın anarşik ve sosyal olarak düzen bozucu et­kisine dikkat çeker. Nitekim, eski bir• Marksist olarak Lyotard’ın Marksizme yöne­lik en önemli itirazlarından biri, itkileri akıl­dışı, öngörülemez ve dolayısıyla karşı kon­ması gereken şeyler olarak görmek suretiyle, onlara teorilerinde yer vermemesidir. Oysa Lyotard için libidinal itkilerin bu şekilde yadsınması, otoriter ve son çözümlemede başarısızlığa mahkum bir eylem olmak duru­mundadır. Libidinal ekonomi deyimi, şu halde, postmodernizm tarafından hem bir felsefe ve hem de kültürel bir proje olarak Marksizme yönelik bir saldırıyı ifade eder. Biraz. daha ileriye gidilecek olursa, o felsefe­nin akılcı mirasının reddedilmesini ifade edip, post-felsefi ya da anti-felsefi bir tavrı tanımlar.

Locke, John: İngiliz emperyalizminin kurucusu olan ünlü filozof. 1632-1704 yılları ara­sında yaşamış olan Locke’un temel eserleri, An Essay concerning Human Understan­ding [İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme] ve Two Treatises of Government [Yönetim üzerine İki Deneme]’dir.

Bilgi görüşleri: Empirist bir bilgi teorisinin temel öğretilerini, yani zihinde doğuş­tan düşünceler bulunmadığı ve bilginin de­neyimden üretildiği ilkelerini mekanik bir gerçeklik görüşüyle birleştiren John Locke modern felsefenin tavrına uygun olarak, fel­sefesinde öncelikle bilgi konusunu ele al­mıştır. O İnsan bilgisinin sınırlarına ve kap­samına ilişkin araştırmasında, İnsan zihninde idelerin nasıl ortaya çıktığını araş­tırır. İdelerle de Locke, algı içeriklerini, iz­lenimleri, tasarımları, düşünceleri, kısacası bilincin tüm içeriklerini, İnsanın kendisiyle ilgili olarak bilinçli olduğu her şeyi anlar. Ona göre, İnsan bilgi sahibi olan bir varlık-tır. Başka bir deyişle, o insan bilgisini açık­lanmak durumunda olmayan, apaçık bir olgu olarak alır.

Bilmek ise, zihinde birtakım idelere sahip olmaktan başka bir şey değildir. Doğuştancı­lığa karşı çıkan Locke, İnsanın bilgiye temel olan malzemeyi sonradan deneyim yoluyla kazandığını söyler. Onun deyimiyle karanlık bir oda olan İnsan zihnine ışık getiren tek pencere, deneyimdir. Bilginin kaynağı konu­sunda empirist olan Locke, biri dış deneyim, diğeri de iç deneyim olmak üzere, iki tür tec­rübe bulunduğunu söyler. Bunlardan birinci­sinde, yani dış deneyimde, İnsan beş duyu yoluyla dış dünyadaki şeyleri tecrübe eder; İnsan zihni, Locke’a göre, burada tümüyle alıcı olup, pasif durumdadır. İkincisinde, yani refleksiyon veya içebakışta ise, İnsan varlığı, kendi zihninde, kendi iç dünyasında olup bitenleri tecrübe eder. İnsan zihnindeki tüm ideler, işte bu iki kaynağın birinden ya da diğerinden gelir.

İnsan zihnindeki tüm ideler, İngiliz empi­rizminin kurucusu olan Locke’a göre, basit ideler ve kompleks ideler olmak üzere, iki başlık altında toplanabilir. Bu ayırım, Locke’a zihnin tümüyle pasif olduğu durum­larla aktif olduğu durumları birbirlerinden ayırma imkanı verdiği için, önemli bir ayı­rımdır. Basit ideler, dış dünyadaki cisimlerin ve onların niteliklerinin duyu organlarımız üzerindeki etkisi sonucunda, duyularımız aracılığıyla kazanılmış olan idelerdir. İnsan zihni bu basit ideleri birbirleriyle çeşitli şe­killerde birleştirdiği zaman kompleks idelere sahip olur. Locke’a göre, İnsan zihni basit ideleri biriktirdikten sonra, onları birbirlerin­den ayırt eder, birbiriyle karşılaştırır ve birbi­riyle çeşitli şekillerde birleştirir. Locke, İnsanda yeni bir ide icat etme gücü olmasa bile, İnsan zihninin kompleks ideleri meyda­na getirirken tümüyle aktif durumda bulun­duğunu söyler. Ona göre, basit ideler komp­leks idelerden hem psikolojik ve hem de mantıksal bakımdan önce gelmek durumun­dadır.

İnsan zihni, Locke’a göre, belli şekillerde faaliyet gösterir. İnsan zihninin bu faaliyetle­ri ise, sırasıyla algı, bellek, ayırt etme ve karşılaştırma yetisi, birleştirme ve soyutla­madır. Bu yetilerden en önemlilerinden olan birleştirme yetisi söz konusu olduğunda, İnsan zihni sahip olduğu basit ideleri bir araya getirir ve bu ideleri birleştirerek komp­leks ideler meydana getirir. Soyutlamada ise, İnsan zihni genel kavramları gösteren genel sözcüklere yükselir. Varolan her şey, Locke’a göre, bireyseldir. Bununla birlikte, İnsan var­lığı çocukluktan yavaş yavaş çıkarken, İnsanlarca ve şeylerdeki ortak nitelikleri gözlem­ler.

Locke, bilginin söz konusu yetilerin algı yoluyla kazanılan basit ideleri işlemesinin sonucunda ortaya çıktığını savunur. Ve bilgi, idelerin birbirleriyle olan bağlantısına ve uyuşmasına ya da birbirleriyle uyuşma­yıp, birbirlerini kabul etmemelerine ilişkin algıdan başka bir şey değildir. Locke’a göre, ideler arasında dört tür bağıntı vardır ya da ideler birbirleriyle dört bakımdan uyuşur. 1- Özdeşlik, 2- İlişki, 3- Birlikte varoluş ya da zorunlu bağıntı ve 4- Gerçek varoluş.

Locke, özdeşlikten söz ettiği zaman, bir idenin ne olduğunun ve onun başka ideler­den olan farklılığının bilincinde olmayı anlar. Burada söz konusu olan bilgi, her ide­nin kendi kendisiyle aynı olduğunu, her ne ise o olup, tüm diğer idelerden farklı olduğu­nu bilmekten oluşur. Bu bilgi, idelerimizden her birinin (örneğin, ağaç, masa, beyaz, kare, üçgen, vb., idelerinin) tam olarak neyi içer­diğinin ve onun farklılıklarının (örneğin, be­yazın siyah olmadığının, bir karenin daire olmadığının) bilgisidir. Buna karşın, ilişki­den söz ederken Locke, idelerimizden bazı­larının diğer idelerle bazı bakımlardan ilişki­li olduğu olgusuna dikkat çeker. Buna göre, beyaz ve kırmızı arasında, üçgenlerle yap­raklar arasında söz konusu olmayan bir ilişki vardır; yine, bir ağaçla bir sandalye arasın­da, bir doğruyla bir bulut arasında söz konu­su olmayan bir ilişki vardır.

Birlikte varoluş ya da zorunlu bağıntıdan söz ettiği zaman da, Locke kompleks bir idenin, örneğin bir sandalye idesinin, bir sandalyeyi düşündüğümüz zaman birlikte düşündüğümüz çok sayıda basit idenin bire­şiminden oluştuğu olgusuna dikkat çeker. Burada söz konusu olan bilgi, belli bir kompleks ide gündeme geldiği zaman, hangi basit idelerin söz konusu kompleks idenin ayrılmaz parçaları olduğunun bilgisidir. Locke dördüncü kategoriye, yani gerçek va­roluşa geldiği zaman, idelerin birbirleriyle olan bağıntılarından çok, dış dünyadaki bir şeyle olan bağıntılarının bilgisinden söz eder. Şimdiye dek olan bilgi türleri yalnızca kavramsaldı, ilk kez bu dördüncü bilgi tü­rüyle varoluşla ilgili olan bir bilgiye ulaşılır. Başka bir deyişle, burada söz konusu olan bilgi, bir ideyle uyuşanı gerçek bir varlığın bilgisidir.

Locke bu dört bilgi türüne ek olarak, İnsan için bu bilgi türlerine sahip olmanın üç farklı yolunun bulunduğunu söyler; bunlar sırasıyla sezgi, kanıtlama ve duyumdur. Bil­gimizin kapsamı söz konusu olduğunda, Locke gerçek bilgiye sezgi ya da kanıtlama yoluyla ulaşıldığına inandığı ve kanıtlama ya da sezginin kendilerine dayandığı idelere birtakım sınırlamalar getirdiği için, bilgimi­zin kapsamının oldukça sınırlı olduğunu sa­vunmak durumunda kalmıştır. Özdeşlik ya da farklılık bağıntısı söz konusu olduğunda, Locke’a göre, bizim tüm açık idelerimizin kendi kendileriyle aynı ve başka idelerden farklı olduklarına ilişkin olarak sezgisel bil­gimiz vardır.

İlişki söz konusu olduğunda ise, burası bilgimizin çok büyük bir parçasını meydana getirmekle birlikte, bu bilgi de idelerin bir­birleriyle olan ilişkileriyle ilgili kanıtlamalar­la sınırlanmıştır. İdeler arasındaki karşılıklı bağıntılara ve içerme ilişkilerine dayanan bu bilgi, yalnızca kavramsal bir bilgidir. Bu alandaki doğrular matematiğin doğrulanıyla, günümüzde analitik olarak doğru olduğunu söylediğimiz önermelerden oluşur. Ancak bu doğrular, yalnızca idelerimiz arasındaki iliş­kilerle ilgili olan doğrular olduğu için, bize hiçbir zaman idelerimizden bağımsız olarak varolan bir şeyin bilgisini veremezler.

İdelerimizin birlikte varoluşu ya da idelerimiz arasındaki zorunlu bağıntıya gelince, Locke bilgimizin kapsamının burada daha da daraldığını savunur. Biz, birçok basit ide­nin birlikte ortaya çıktığını, belirli bir tür­den olan kompleks bir şeye ilişkin idemizin belirli basit idelerden oluşan bir toplamı içerdiğini gözlemleyebiliniz, fakat bu idele­rin zorunlu olarak birbirlerine bağlanıp bağ­lanmadığını bilemeyiz. Locke’a göre, ikincil bir nitelikle söz konusu niteliğin kendilerine bağlı olduğu birincil nitelikler arasında, İnsan tarafından keşfedilebilir olan zorunlu bir bağlantı yoktur. Biz bir nesnenin şeklin­den ve ebatlarından yola çıkarak, onun belli bir renge ya da tada sahip olduğunu hiçbir zaman söyleyemeyiz.

İdelerimizin birlikte varoluşu ya da idelerimiz arasındaki zorunlu bağlantıya ilişkin bilgimiz deneyimin kapsamına bağlı oldu­ğundan, idelerimiz arasındaki zorunlu bağ­lantıları saptarken, sezgi yoluyla da kanıtla­ma yoluyla da pek ilerilere gidemeyiz. Ve doğa bilimlerinin genel önermeleri farklı ideleri birbirlerine bağladıkları için, gerçek anlamda genel bir bilgi olmanın çok uzağın­da kalır. Zira, bu bilimlerin birbirine bağladı­ğı ideler arasında zorunlu bir bağıntının olup olmadığı, sezgi yoluyla da kanıtlama yoluyla da kavranamaz.

Gerçek varoluş söz konusu olduğunda, bil­gimizin kapsamı daha da daralır. Locke’a göre, biz sezgi yoluyla kesin olarak yalnızca kendimizin varolduğunu biliriz. Kanıtlama yoluyla ise, Tanrı‘nın gerçek varoluşunu ka­nıtlarız. Bir de duyusal bilgiyle, duyularımıza sunulmuş olan nesnelerin varolduğunu bili­riz. Bununla birlikte, kesin olmayan duyusal bilgi, bize gerçek bir bilgi veremez, çünkü bu bilgi her şeyden önce şimdi duyularımıza sunulmuş olan nesnelerle sınırlanmış olup, şimdi ve burada mevcut olan tikel nesnelerin ötesine geçemez. İkinci olarak, duyusal bilgi yoluyla, bizim dışımızdaki nesnelerin varol­duğunu bilsek bile, Locke’a göre, bu nesnelerin gerçek doğalarına ilişkin olarak pek fazla bir bilgimiz olamaz.

Demek ki, Locke 1- Dolayımsız olarak bi­lincinde olduğumuz şeylerin, nesnelerin bi­zatihi kendileri değil de, zihinlerimizdeki ideler olduğunu, 2- İdelerimizin tecrübeden türetilmek durumunda olduğunu, aksi tak­dirde anlamlı bir içerikten yoksun olacağını ve 3- Genel bir önermenin sezgisel bakımdan ya da kanıtlama yoluyla kesin olmadıkça, gerçek anlamda bir bilgi olamayacağını kabul ettiği için, bilgimizin kapsamını ol­dukça daraltır. O, bir empiristtir ve dolayı­sıyla bilgide deneyime önem verip, empirik olmayan ilkelerden türetilmiş mantıksal bir sistemin bize gerçekliğin resmini hiçbir şe­kilde veremeyeceğini kabul eder.

Locke, bundan başka zihnimizde olan şeylerin, nesnelerin kendileri değil de. nes­nelerle olan gerçek ilişkilerini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz ideler olduğunu savundu­ğu ve neyin bilgi sayılıp neyin bilgi sayıla­mayacağı konusunda, hayli yüksek bir ke­sinlik ölçütü öne sürerek, yalnızca sezgi ya da kanıtlama yoluyla elde edilen bilgiyi kesin bilgi olarak gördüğü için, empirik ve bilimsel bilginin gerçek anlamda bilgi ola­mayacağını dile getirir.

Dine dair Görüşleri: Dinle bağlamında, Locke Hıristiyanlığın ahlâki boyutunu vurgu­lamaya özel bir önem atfeder ve kutsal ki­tapta bulunan ahlâk kurallarının aklın keşfet­tiği kurallarla tam bir ahenk içinde olduğunu belirtir. Akılla inanç arasındaki ilişkiler üzerinde de duran filozof, hem akıl ve hem de vahiy yoluyla keşfedilen hakikatler bulundu­ğunu öne sürerken, akılla çelişen hakikatler söz konusu olduğunda, bu doğrulanın, onla­rın kaynağında vahyin bulunduğu söylense bile, hiçbir şekilde kabul edilmemesi gerek­tiğini savunur. Buna karşın, akılla ne örtü­şen ne de çakışan hakikatlere gelince, Locke bunların gerçek dinin özünü meydana getir­diğini öne sürer. Fakat Locke aklın burada bile vazgeçilmez bir rol oynadığını vurgular:, Akıl bir şeyin vahiy olup olmadığına karar vermeli ve vahyi ifade eden sözcüklerin anlamlarını incelemelidir. Ona göre, akıl her konuda nihai yargıç ve yol gösterici olmalı­dır. O Hıristiyanlığın özünde pek az temel ve onsuz olunamaz inanç parçası bulunduğunu söylerken, mezhepler arasındaki çatışmalara şiddetle karşı çıkmış ve dini hoşgörüyü en­gelleyecek hiçbir şey bulunmadığını belirt-1 miştir. Bu bağlamda, ona göre, dinin görevi İnsan ruhunu günahtan, kötülüklerden; hükü­metin görevi ise bireyin yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumaktır.

Siyaset Felsefesi: Locke siyaset felsefesi alanındaki görüşleri bakımından da önemli bir filozoftur. O, mutlakıyetçiliğe şiddetle karşı çıktığı ve güçler ayrılığını hararetle sa­vunduğu için, liberalizmin kurucusu olarak görülmektedir. Meşruti bir monarşiden yana olan ve toplumun bir sözleşme temeline da-yanması gerektiğini savunan Locke, İnsanla­rın hukukun veya iktidarın sağladığı avantaj­lardan yoksun olarak birlikte yaşadıkları hipotetik bir doğa hali düşüncesinden yola çıkmıştır. Böyle bir doğa halinin dezavantajları, İnsanların hukukun ve devletin yönetimi altına girmeleri için bileyerek ve isteyerek bir sözleşme yapmalarını fazlasıyla haklı kılan. Toplumsal sözleşmenin amacı, düzeni ve yasayı ihdas etmek, doğa halinin belirsizliklerini ortadan kaldırmak ve bireyin haklarını ­koruyacak kurumları yaratmaktır.

Lyotard, Jean François: 1924 doğumlu çağdaş Fransız düşünürü. Postmodernizmin en önemli teorisyenlerinden biri olan Lyo­tard’ın temel eseri La Condition Postmoder­ne [Postmodern Durum]’dur.

Postmodernliği endüstri sonrası toplumun içinde bulunduğumuz şu anki evresine karşı­lık gelen bir durum ya da koşul olarak ta­nımlarken, modernliği de, bilim ve devleti meşrulaştırmak amacıyla kullanılan üst anla­tıların oynadığı rol ile açıklayan Lyotard, Postmodern Durum adlı eserinde, ileri kapi­talist toplumlarda bilgi, bilim ve teknolojiyi inceler. O, burada, ulusal kimlikte olduğu gibi, bir birlik şekli olarak toplum fikrinin anlamını ve inanırlılığını yitirdiğini öne sürer. Başka bir deyişle, Lyotard, ister Durk­heim’daki anlamı içinde organik bir bütün, ister fonksiyonalist bir bakış açısından fonk­siyonel bir sistem, ya da ister Marksist açı­dan, temelde iki sınıfa bölünmüş bir bütün şeklinde düşünülsün, bir birlik olarak toplu­mun anlamını ve değerini yitirdiğini iddia eder. Her toplumun üyelerinin iyiliği, mutlu­luk ve refahı için varolduğu, bütünün parça­ları birleştirdiği türünden üstanlatılar, ona göre, hem sosyal bağı ve hem de bilgi ve bi­limin toplum içindeki rolünü meşrulaştıran bir teleoloji sağlar. Bir üstanlatı, öyleyse eylem, bilim ve toplum için, inanılırlığı olan bir hedef koyar, amaç sağlar. Daha teknik bir düzeyde, bir bilim kendi kurallarını bir üstanlatıya başvuruyla meşrulaştırıyorsa eğer, o tümüyle moderndir. Bu üstanlatılar­dan en etkili iki tanesi, bilginin bizatihi ken­disi için istendiği ve üretildiği anlatısıyla, bilginin İnsanın özgünleşimi için meydana getirildiği üstanlatısıdır.

Postmodernlik, Lyotard’a göre, bilgiyle ilgili bu hedeflerin çok tartışmalı oldukları­nı ve amaçlarla ilgili bu tartışmayı bir kararı bağlamanın sağlam bir yolu ve nihai bir kanı­tı olmadığını gözler önüne serer. Dahası, sa­vaşlar ve savaş teknikleri, dikkati eylemin amaçlarından. ziyade araçlara çekmiştir. Bir­leştirici üslanlatının formu ister spekülatif, ya da ister özgürleştirici olsun, bilginin meşrulaştırılması bundan böyle bir büyük anlatıya, bir üstanlatıya dayandırılamaz. İşte postmodern durum, Lyotarda göre, toplum ve kültürdeki gelişmelerle endüstri sonrası toplumun bir sonucu olarak, üstanlatılara duyulan inancın erozyona uğramasıyla ifa­desini bulur. Endüstri sonrası toplum ise, bilgi ve enformasyon teknolojisinin çok büyük bir rol oynadığı bir üretim tarzına da­yanmaktadır. Bu toplumsal yapının kültürel ve entellektüel karşılığı üstanlatılar karşısındaki inançsızlıkla belirlenen postrnodern bir kültürdür. Söz konusu kültür tüm tarih fel­sefelerine, tarihin sonsal amacı nı, kaçınıl­maz sonunu bilme ya da öngörme iddiaları­na, bu amaca götürme vaadiyle ortaya çıkan tüm politik ideolojilere kuşkuyla bakar.

Postmodernliği karakterize eden bir diğer özellik de mukayese edilemezliktir. Söz konusu mukayese edilemezlik ise, ona göre, farklı adalet ve hakikat konsepsiyon­ları için nesnel bir temel olma fonksiyonu görecek bir mutabakata erişmenin imkansız olduğu anlamına gelmektedir. Başka bir de­yişle, Lyotardın ifade ettiği postmoder­nizmde, belli bir tarihsel geleceği iyi ya da kötü diye tanımlayan değerlerin evrensel geçerliliği ile ilgili olarak bile, mutlak bir kuşkuculuk söz konusudur. Ona göre, Tanrı’nın Nietzsche tarafından ilan edilen ölümünün hemen arkasından tarihin ve iler­lemenin ölümü gelmektedir. Batının araçsal akılcılığı istisna, her şeyde tam bir inanç yi­timi söz konusudur. Bu inanç yitimi ise, Lyotard ‘a göre, Aydınlanmanın doğruluk ve otorite iddialarını rasyonel olarak haklı kılma talebinin sonucudur.

O, postmodernizmin siyasi ifadesinin, to­talitaryanizme karşı çıkış ya da tavır alış ol­duğunu öne sürer. Başka bir deyişle, post­modernliğin hemen her konudaki kuşkucu tavrı, modern devlet ve ideolojilerin belirgin bir yönünü oluşturan büyük projelerle ihti­raslı politik programlara da yansır. Yirminci yüzyıl büyük dünya savaşlarına, bürokratik olarak organize edilmiş faşist ve Stalinist soy­kırımlara tanıklık etmiştir. Lyotardın gözün­de, totalitaryanizm ise, modernizmin birlik ve düzen arayışının siyasi ifadesidir.

Bütün bunlar karşısında, onun çözümü Wittgeusteincı dil oyunlarının meydana ge­tireceği heterojen ve çoksesli yapıdır. Lyo­tard’a göre, mutlak bir mutabakat değil de, zamansal ve yerel konsensüsler aranmalı, geçici sözleşmelerin peşine düşülmelidir. Başka bir deyişle, görüşlerinin ifade ettiği kökten kuşkuculuğa karşın, Lyotard ahlâki ya da siyasi hiççiliğe düşmemiştir. Adaletin ne modası geçmiş, ne de kuşkulu bir değer olduğunu öne süren Lyotard, modernliğin demokratik potansiyelinin yenilenmesi ve derinleştirilmesi. onun demokratik güç ve it­kilerinin diyalektik bir biçimde yoğunlaştı­rılması gerektiğini belirtmiştir. Dil oyunları­nın indirgenemez çokluğunu ve çeşitliliğini benimseyen filozof, bakış açılarının çeşitli­liğiyle seslendirilme hakkının yılmaz bir savunucusu olmuştur.

 
 
Bugün 20 ziyaretçi (26 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol