P Harfi

 

FELSEFE SÖZLÜĞÜ

P

Panaptikon: İngiliz ya­rarcı filozofu Jeremy Bentham tarafından tasarlanmış olan ünlü modern hapishane projesi.

Kendi çağının İngiltere’sinde, varolan ku­rumlarda bir reform yapmaya kalkışan Bentham’ın örnek hapishanesi, bir daire şek­linde, hapishane müdürünün merkeze yerle­şip her mahkumu gözlemek ve yönetmek imkanına sahip bulunduğu bir yapıdır. Pa­naptikonun, Jeremy Bentham’ın modernist ve yararcı bakış açısından, mahkumların fiziki koşullarını geliştirmek açısından oldu­ğu kadar, maruz kaldıkları muameleyi iyi­leştirmek bakımından da devrimci bir proje olmasına karşın o Michel Foucault’nun postmodernist bakış açısından modern di­sipliner iktidarın ‘mimari bir eğretilemesini ifade eder. Başka bir deyişle, eserlerinde zaman zaman modern dönemde, öznenin di­sipliner pratiklerle, nesneleştirici disip­linlerin bir nesnesi olarak kuruluşu sürecini analiz eden Foucaultara göre, panaptikon, uyruklarda, iktidarın otomatik olarak işle­mesini sağlayan, onlarda sürekli bir izlene­bilirlik hali yaratan, sadece ve sadece birey­lerin verimlilik artışıyla ilgilenen okul, hastahane, fabrika, kışla benzeri kurumların mükemmel bir temsilidir. Modern olan bu kurumlar, daha aydınlanmış, ileri ve rasyo­nel bir çağın insani ürünlerinden ziyade, ya­yılan bir iktidarın etkin ve bireyi tedirgin eden araçlarıdır.

Panteizm: Geniş bir çerçeve içinde ele alındığında, Tanrının dünya ile olan olumlu ve organik ilişkisi bakımından deiz­mi aşan ve Tanrı’nın dünyaya aşkın değil de, içkin olduğunu öne süren Tanrı anlayışı ya da görüşü.

Panteizm, Tanrı’nın dünyayla ve insanla mekanik ve dışsal bir ilişki içinde olduğunu öne süren deizme dönüşme eğilimi gösterdi­ğine inandığı teizme karşı felsefi ve dini bir tepki olarak gelişmiştir. Buna göre, teizm sonsuzla sonlu olan arasındaki ilişkiyi dışsal ve arızi bir ilişkiye dönüştürdüğü, sonluyu bağımsız, sonsuzu ise sınırlı hale getirdiği, ve insan ruhuyla Tanrı arasında gerçek, derin ve içten bir ilişki ve temasa yer bırakmadığı için, panteizm, sonluyla sonsuz arasında yakın ve özsel bir temas kurmak ve insanı Tanrı’ya yakınlaştırmak amacıyla, varolan her şeyin bir birlik meyda­na getirdiğini ve her şeyi kapsayan bu birli­ğin tanrısal bir yapıda olduğunu iddia eder. Başka bir deyişle, panteizm, Tanrı’yla evre­nin bir ve aynı olduğunu öne sürer, sonlu ve sınırlı dünyanın ezeli-ebedi, sınırsız ve mut­lak Varlık’ın bir parçası, görünüşü ya da te­zahürü olduğunu savunur.

Panteizmi eleştirenler, söz konusu Tanrı anlayışının aşkınlık fikrini reddetmek sure­tiyle, ateizme yardımcı olduğunu söylemiş­lerdir. Yine, panteizm ‘Tanrı, her şeydedir’ demek suretiyle, varlık dereceleri arasındaki ayırımı ortadan kaldırdığı, örneğin taşla in­sanı bir tuttuğu gerekçesiyle eleştirilmiştir. Panteizmin, ayrıca sonlu olanla sonsuz ara­sındaki bağlantıyı sağlam bir temele oturta­madığı ve belli bir birliğe ulaşmada başarılı olamadığı söylenmiştir.

Ve nihayet, panteizmin kötülük proble­mini de daha karmaşık hale getirdiği ifade edilmiştir. Buna göre, panteizm ya kötülüğü kökten yadsımakta, ya da kötü ile iyinin far­kını en aza indirgemektedir. Bundan dolayı da, onun günahı, ahlâki sorumluluğu ve kö­tülükle mücadelenin gereğini açıklayamadı­ğı söylenmiştir.

Paradigma: Genel olarak, ideal bir durum ya da örnek bir şeye bakış tarzı; yargılama ölçütü sağlayan her türlü ideal tip yada model.

Paradoks: Genel inançlara aykırı düşen önerme; sezgisel olarak kabul edilmiş olan öncüllerden yola çıka­rak bu öncüllerden tümdengelimsel akılyü­rütme ile, ya bir çelişki, yani doğru olama­yan ya da temel inançlara aykırı olan bir sonuç çıkarma durumu. Kabul edilmiş gö­rüşlere ya da sağduyu olarak tanımlanan genel inançlar bütününe karşıt olsa, aykırı düşse de, doğru olabilen bir tümce.

İlk bakışta saçma, hatta kendi kendisiyle çelişik gibi görünmekle birlikte, doğru olan ya da olabilen bir görüş ya da tez olarak pa­radoks, doğru kabul edildiği zaman yanlış, yanlış diye görüldüğü zaman ise, doğru ol­duğu ortaya çıkan tümce ya da önermeyi ta­nımlar. Buna göre, paradoks, kabul edilebi­lir gibi görünen, fakat kabul edilemez ya da çelişik sonuçları olan tümce ya da önerme­yi, doğru kabul edilen öncüllerden rasyonel yöntemlere, mantıksal kurallara uygun ola­rak bir çelişki çıkartan akılyürütmeyi gösterir.

Pasifizm: Hangi amaçla olursa olsun savaşın her türüne karşı çıkan, savaşların em­peryalist ulusların ekonomik çıkarlarına hizmet ettiği şeklindeki sosyalist düşünce­nin de etkisiyle, savaşın meşruluğu düşün­cesine karşı tavır alan, savaşın yol açtığı kırım ve vahşetini insani değerlere aykırı ol­duğunu savunan anlayış.

Barışı ve barışçılığı savunan, bireysel ve toplumsal amaçlara ulaşmak için kişisel şid­det kullanımına, militarizme karşı çıkan; sa­vaşın anlaşmazlıkları ortadan kaldırmanın bir yolu olarak görülmesini kabul etmeyen; bireyler arasındaki işbirliği ve yardımlaş­mayı güçlendirmeyi amaçlayan, fakat bu tür ilişkilere zarar veren rekabet ve yarışmacılı­ğı hoş karşılamayan; uluslararası problem­leri, siyasi anlaşmazlıkları gidermenin tek yolunun diploması, uzlaşma ve herkeste va­rolan insanlığa müracaat etmek olduğunu savunan tavır.

Peygamber: Bir dinde Tanrı’nın mesajlarını ve buyruklarını insanlara ileten elçi.

İslam inancı açısından, peygamberlerle diğer insanlar arasında maddi yaşayış bakı­mından bir ayrılık, insan olmak bakımından bir farklılık yoktur. Peygamberi diğer insan­lardan ayıran şey, masum olmak ve günah işlememek, güvenilir olmak, doğru sözlü ve anlayışlı olmak ve mesajları iletmek gibi özelliklere sahip olmak bakımından Tanrı tarafından seçilmiş olma durumu ve vahiy­dir.

Piaget, Jean: 1896-1980 yılları arasında ya­şamış olan İsviçreli ünlü psikolog. Temel eserleri: Le Langage et la Pensee chez l’En­fant [Çocukta Dil ve Düşünce], La Representation du Monde chez l’Enfant [Çocukta Dünya Tasarımı], Introduction à l’Epistemologie genetique [Genetik Episte­molojiye Giriş] ve La Naissance de l’Intelli­gence [Zekânın Doğuşu].

Genetik epistemoloji ve bilişsel gelişim alanında çığır açıcı çalışmalar yapmış olan Piaget çocukta düşünce ve dil gelişiminin bir süreklilik içinde değil de, evrelerden ge­çerek oluştuğunu ve birey çevre ilişkilerinde etkin bir şekilde yapılandığını ortaya koy­muştur. Dış dünyadan yalnızca izlenimler almakla kalmayıp zekasını etkin bir tarzda yapılandıran çocukta bilişsel yapı, Piaget’ye göre, dört evrede gerçekleşir: 1- İlk onsekiz aylık duyu devimsel dönem. 2- 18 aydan 6 yaşına kadar olan önişlemsel dönem. 3- 7 ve 12 yaş arasındaki somut işlemler dönemi ve nihayet 4- Formel işlemler dönemi.

Piaget ayrıca, çocuk zihniyetinin yetişki­nin zihniyetiyle hiçbir ilişkisi olmadığını öne sürmüştür. Çocuğun mantığı kendine özgü olduğu gibi, ona göre, düşüncesi de benmerkezlidir. O kendisi için gelişir, kendi tarzında eğlenir; aklın kavramsal bilgileriyle ilgisi yoktur, çelişki bilmez. Çocuk ancak başkalarının düşüncesiyle temasa, geçtiği zaman mantıklı olmaya başlar.

Platon: M.Ö. 427-347 yılları arasında yaşa­mış olan ve düşünce tarihinin tanıdığı ilk ve en büyük sistemin kurucusu olan ünlü Yunan filozofu.

Temeller Sisteminde, Sofistlerin Yunan toplumu üzerindeki olumsuz etkileriyle sa­vaşmaya çalışmış olan Platon, işe öncelikle bilgi konusuyla başlamış ve mutlak ve kesin bir bilginin var olduğu konusunda tümüyle dogmatist bir tavır sergilemiştir. Ona göre, değişen hiçbir şekilde bilinemeyeceği için, insan zihninden bağımsız olan, değişmez bir varlık olmalıdır. Mutlak ve kesin bir bilgiye erişmek ve bu bilgiyi başkalarına aktarmak durumundaysak eğer, Platon’a göre, dünya­da sabit, kalıcı ve değişmez olan birtakım varlıklar olmalıdır. O bu değişmez, sabit ve kalıcı varlıklara İdealar adını verir. Öyleyse, Platon’a göre, bilgi tikel olanın ve değişenin beş duyu yoluyla kazanılmış empirik bilgisi değil de, değişmez ye tümel olanın akıl yo­luyla kazanılan ezeli-ebedi bilgisidir.

Metafiziği: İdealar yalnızca bilginin nes­neleri olmakla kalmazlar onlar aynı zamanda gerçekliği oluşturan varlık kategorisini meydana getiren temel varlıklardır. Başka bir deyişle, Platon, (Gerçekliğin ne olduğu), ‘Neyin gerçekten var olduğu’ şeklindeki temel metafiziksel soruya, gerçekliğin madde ya da dış dünyada değil de, dış dün­yadaki şeylerin İdealarında olduğu yanıtını vermiştir. Bizim algıladığımız duyusal şey­ler sürekli olarak değişmektedir.

Ona göre, duyusal nesneler, değişmeden mutlak olarak bağışık olan bir gerçekliğin varoluşunu zorunlu kılacak şekilde, sürekli bir değişmeye maruz kalırlar. Duyusal nes­neler varlığa geliş ve yok oluş, büyüme ve çürümeden başka, yer değiştirir, niteliksel ve niceliksel değişmeye uğrarlar. Bundan dolayı duyusal nesnelere yüklenebilecek tüm nitelikler, yükleme faaliyeti sırasında, algısal yargı ya da önermenin zamansal bir niceleyici ya da belirlemeyle tamamlanması­nı gerektirir. Buna göre, aynı şey farklı za­manlarda farklı özelliklere sahip olur. O be­lirli koşullar altında büyük, başkaca durumlarda küçük görünür. Birine göre büyük, bir başkasına göre ise küçüktür. Belli bir zamanda mat ve karanlık, buna karşın başka bir zamanda parlak ve aydınlık görü­nür.

Demek ki, bireysel nesnelerden oluşan ve bizim duyularımızla algıladığımız duyu­sal dünyayı incelediğimizde, onda mutlak, kalıcı, durağan ve tutarlı hiçbir yön bulun­madığını, ondaki her şeyin değişken ve gö­reli olduğunu görüyoruz. Platon’a göre, böyle bir dünya gerçek değildir, gerçekten var olamaz; o duyusal dünyanın yalnızca görünüşlerden meydana gelen bir dünya ol­duğunu savunur. Bu duyusal dünya şu masa, şu heykel, şu kitap gibi ‘şu’ diyerek gösterdiğimiz bireysel nesnelerden meydana gelmektedir. Bu dünyadaki nesneler, de­ğişen, kendilerinde karşıt yüklemleri barın­dıracak şekilde eksikli, göreli, bağımlı ve bileşik olan şeylerdir. Beş duyu yoluyla al­gılanan bu bireysel nesneler Platona göre, gerçekten var değildir. Onlar değişmeyen, mutlak ve kalıcı bir gerçekliğin yalnızca görünüşleridirler. Bu bireysel nesneler aynı anda hem gerçeklikten ve hem de yokluk­tan pay alırlar; bundan dolayıdır ki, Platon’a göre, onlar hem var ve hem de yokturlar ya da bugün var yarın yokturlar. Otlar varlığa gelir, çeşitli değişmelere maruz kalır ve ölüp giderler. Platona göre, gerçekten varo­lan şeyler İdealardır ve İdealar duyusal dünyada söz konusu olan göreli durağanlı­ğın ve anlaşılırlığın temel nedendirler. İdealar duyusal dünyada hüküm süren değiş­melerden etkilenmediği için, onların içinde yaşadığımız görünüşler dünyasından ayrı ve bağımsız bir varoluşa sahip olmaları gere­kir.

Bizim kendilerini duyu-deneyi yoluyla değil de, düşünce ve akıl yoluyla bildiğimiz bu İdealar, kendilerine ait ayrı bir dünyada varolurlar. Platona göre, İdealar sahip ol­dukları özellikleri hepsinin üstünde ve öte­sinde bulunan İyi İdeasından alırlar. Dev­lete yer alan ünlü Güneş Benzetmesinde, o duyusal dünya ile akılla anlaşılabilir dünya, dolayısıyla da Güneşle İyi İdeası arasında bir analoji yapar ve mecazi bir anlatım için­de, İyi İdeasını Güneşe benzetir. Buna göre, nasıl ki duyusal dünyada güneş ışığıyla gözle görülen nesneleri aydınlatıyorsa, aynı şekilde İyi İdeası da akılla anlaşılabilir dün­yada İdeaları doğrulukla aydınlatır, başka bir deyişle, İdealara anlaşılabilirlik kazandı­rır. İyi İdeası, bundan başka akılla anlaşılabilir nesnelerin varlık ve gerçekliklerinden sorumludur.

İyi İdeası gerçek varlığın ötesindedir. Platon’a göre, insan uzun yıllar matematiksel bilimlerle ve diyalektikle uğraştıktan sonra, varlığın ve gerçekliğin kaynağı olan İyi İdeasını mistik bir tecrübeyle, özel bir sezgiyle tanır. Çünkü İyi İdeası varlığın öte­sinde olduktan başka, insanın kavrayış gü­cünün sınırlarının da ötesindedir. İyi İdeası­nın kendisi tanımlanamaz, söze dökülemez ve açıklanamaz, fakat başka her şeyi açıklar. İnsan bu tür bir mistik tecrübeyi yaşadıktan sonra, İdeaların İyi İdeasından pay almak suretiyle varlığa geldiklerini ve oldukları gibi olduklarını anlar. Şu halde, Platonun metafiziğinde İdealar varlıklarını, ya da sahip oldukları temel özellikleri İyi İdeasına borçludurlar.

Aynı ilişki İdealardan meydana gelen gerçek ve akılla anlaşılabilir dünya ile içinde yaşadığımız duyusal dünya arasında var­dır. İçinde yaşadığımız duyusal dünyadaki şeyler her bakımdan değişseler bile, bu dün­yanın yine belli ölçüler içinde gerçek ve ka­lıcı olan yönleri vardır. Her bakımdan de­ğişmeye uğrayan bu dünyada, en azından birtakım matematiksel özellikler değişme­den aynı kalır. Örneğin, bir masa şekli za­manın akışı içinde değişse de, onun sergile­diği ‘dikdörtgen’ olma temel özelliği değişmeden aynı kalır. Yine, bir kutunun şekli zaman içinde değişir, bununla birlikte onun sergilediği ‘kare’ ya da ‘küp’ olma özelliği değişmeden aynı kalır. İşte duyusal dünyadaki şeyler, Platon’a göre, İdealardan pay aldıkları ya da İdeaları taklit ettikleri için varolurlar ve duyusal dünyadaki gerçek ya da kalıcı ve değişmez yönler, bu pay alma ilişkisi sayesinde söz konusu olur.

Platon, İdealardan meydana gelen akılla anlaşılabilir dünya ile duyusal dünya arasın­daki bu ilişkiyi Parmenides adlı diyalo­guyla Timaeos adli diyalogunda açıklamaya çalışır. Buna göre, pay alma, İdeadan bir parçaya sahip olma anlamına gelmez. Bir İdea, bu dünyadaki duyusal şeylerden her biri ondan bir parçaya sahip olacak şekilde, parçaları olan bir şey değildir. Bir İdea bö­lünemez bir varlıktır. Yine, duyusal şeyler İdealardan bu şekilde pay alıyor olsaydılar, İdealar aktüel dünyada şeylerin parçaları olarak varolacak ve dolayısıyla bu dünyaya içkin olan varlıklar haline geleceklerdi. Oysa, onlar bu dünyaya aşkın olup, ayrı bir İdealar dünyasında varolurlar. Şu halde, duyusal nesneler İdeaları, gerçekte İdeaların kendileri olmaksızın, İdealardan bir parçaya sahip olmadan. örneklerler.

Bununla birlikte, İdealarla duyusal nes­neler tümüyle farklılık gösteren iki ayrı ka­tegoriden varlıklar oldukları için ikisi ara­sındaki ilişki ancak, pay alma ilişkisi gibi gerçek niteliği hiçbir zaman tam olarak an­laşılamayan mecazlı terimlerle ifade edilebi­lir. Çünkü İdealar ezeli-ebedi olan, yani ya­ratılmamış ve yok edilemez olan, zamanın ve mekanın dışındaki değişmez kavramsal varlıklardır. Oysa bu dünyadaki duyusal nesneler zaman ve mekanın içinde olup, de­ğişmeye uğrayan varlıklardır. İdealar değiş­mez olduklarına göre, herhangi bir şey ya­pamaz ve dolayısıyla duyusal dünyadaki değişmeyi başlatamaz ya da bu değişmeye neden olamazlar. Bundan dolayı, Platon’un metafiziğinde, akılla anlaşılabilir dünya ile duyusal dünya arasındaki ilişkiyi sağlaya­cak, içinde yaşadığımız dünyaya İdealar dünyasının belirli yönlerini aktaracak aktif bir güce ihtiyaç duyulur. Çünkü duyusal dünyadaki nesnelerle İdealar tümüyle ayrı kategoriden varlıklar oldukları için, birbirle­riyle kendi başlarına ilişki kuramazlar.

Platon’un metafiziğinde işte duyusal dün­yaya İdealar dünyasının belirli yönlerini ak­taran bu aktif dış güç, İdeaların, saf formun değişmez dünyasıyla maddenin bütünüyle belirsiz olan dünyası arasındaki sınır çizgide bulunan Demiurgos’tur. Ona göre, mad­denin kendisi tümüyle belirsiz olup, şekil­den, formdan yoksundur. Zaten belirli olsa ve bir şekli bulunsa, bu, İdeanın onda zaten bulunduğu anlamına gelecektir. Madde ta­nımlanamaz. Bununla birlikte, tümüyle dü­zensiz olan madde form kazanmaya, şekil almaya uygun bir yapıdadır. İşte, hem akılla anlaşılabilir dünyanın ve maddi dünyanın dışında olan bir Tanrı olarak Demiurgos, maddeye İdealar dünyasının özelliklerini, akılla anlaşılabilir dünyanın formlarını yük­lemek suretiyle, düzenden yoksun, belirsiz maddeye düzen ve form kazandırır. Demiur­gosun bu faaliyeti, sonuçta duyusal dünya­da İdeaların gölgelerinin ortaya çıkışına yol açar.

Kare, üçgen, ağırlık, beyazlık, vb., İdea­ların maddi dünyada ortaya çıkan görüntüle­ridir, soluk kopyalarıdır ve onlar maddi dünyaya sahip olduğu düzen ve belirliliği kazandıran temel öğelerdir. Şu halde, maddi dünya sahip olduğu düzen ve belirliliği her şeyden önce İdealar dünyasına ve İdealar dünyasının yapısını ve formlarını maddeye aktaran Demiurgos’un faaliyetine borçludur. Biz duyusal dünyada çeşitli zaman ve yer­lerde var olan şeyleri, Demiurgos formları maddeye yerleştirdiği için saptıyor ve ta­nımlayabiliyoruz.

Bununla birlikte, maddi dünya kendisine aktarılan formları koruyabilmek bakımından yetersiz olup, mutlak bir değişme içindedir. Maddi dünya formları yalnızca belirli zaman dilimleri içinde koruyabilir. O sürek­li bir akış hali içinde bulunduğuna göre, formları alır ve daha sonra yitirir. Şu halde, maddi dünyanın gerçek İdealar dünyasının ezeli-ebedi yönlerini Demiurgos’un faaliyeti sayesinde kazandığı ve bu yönleri sonsuz bir hareketler dizisi ve dolayısıyla değişme süreci içinde kaybettiği dikkate alındığında, o ezeli-ebedi bir gerçekliğin zaman içinde hareket eden ve değişen gölgesi ya da kop­yası olarak görülmek durumundadır. Öyley­se, gerçekten var olan değişmez İdealar dünyasıdır.

Demek ki, Platon gerçek varlığı aynı şe­kilde tanımlamış olan ve bu varlığın akıl yo­luyla bilinebileceğini söyleyerek, duyuların bize gösterdiği bireysel nesnelerden oluşan duyusal dünyanın hiçbir şekilde var olmadı­ğını, bu dünyanın bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını öne süren Parmenides’in tersine, bir yandan gerçekten var olanın değişmez, ezeli-ebedi olan ve akıl yoluyla bi­linebilen İdealar dünyası olduğunu kabul ederken, bir yandan da içinde yaşadığımız duyusal dünyanın belli şekiller içinde var olduğunu söylemekte ve görünüşleri İdealar aracılığıyla açıklamakta ve temellendirmek­tedir. Platon’un bu metafiziği, ‘Neyin ger­çekten var olduğu’ sorusunu yanıtladıktan başka, insanın içinde yaşadığımız bu dün­yadaki yeri ve gerçekten var olan İdealar dünyasıyla olan ilişkisi konusuna da bir açıklık getirir.

İnsan felsefesi: Platonun iki dünyalı me­tafiziği, insanda her biri dikkatini söz konu­su bu dünyalardan birine yöneltmiş olan iki temel bileşenin bulunduğunu ortaya koyar. İnsanın duyusal dünyaya yönelmiş, duyusal dünyaya ait olan parçası bedenidir; yine aynı benzerin benzerini bilebileceği, ancak aynı cinsten olanlar arasında bir ilişki bulu­nabileceği ilkesine göre, insanın bir de ger­çek varlığın dünyasına yönelmiş olup, bu bağlamda İdealar dünyasının bir parçası olan ruhu vardır. İnsan ruhu, Platon’a göre, insandaki maddi olmayan, ölümsüz parça­dır.

Bunlardan beden söz konusu olduğunda, insan duyulan aracılığıyla duyusal dünyayla ilgili olarak güvenilmez malumatlar elde et­meye çalışır, maddenin peşinden koşarak birtakım fiziki arzuları gerçekleştirmek ve tatmin sağlamak ister. Buna karşın, ruhu ait olduğu dünyaya yönelmek, ezeli-ebedi ger­çeklikleri temaşa etmek arzusu içindedir. Öyleyse, ruha düşen kendisini duyusal dün­yanın sınırlamalarından, bedeninin ve duyu­sal dünyanın oluşturduğu hapishaneden kur­tarmak ve gerçek dünyayı temaşa etmek amacını gerçekleştirmeye çalışmaktır. Bu ise, insanın her ne kadar maddi koşullar için­de yaşayan, birtakım fiziksel ihtiyaçları olan bir varlık olsa da, bu maddi koşullara bağım­lı olamayacağı, yalnızca fiziksel ihtiyaçları tarafından belirlenemeyeceği anlamına gelir.

Plekhanov, George Valentinovich: 1856-1918 yılları arasında yaşamış olan Rus sos­yal demokrat düşünür.

Marksizmin Rusya’ya girişinde oldukça etkili olmuş olan Plekhanov’a göre, madde görünüşten ibarettir. O hukuk, adalet, siya­set ve hukuğun belli bir dönemin üretim ilişki ve yöntemlerinin gelişmesine bağlı olduğunu söylemiştir. Bireylerin, devletlerin, ulusların ve nihayet tüm insanlığın kuruluşu ve gelişiminin iktisadi koşullara bağlı oldu­ğunu iddia eden Plekhanov, Bernstein’ın re­vizyonizmine, Leninin bolşevizmine şid­detle karşı çıkmıştır.

O, bununla birlikte, kültür analizinde kaba bir materyalizmden uzak durmaya özen göstermiştir.

Popper, Karl Raimund: Bilim ve siyaset felsefesiyle uğraşmış olan, 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri.

Temel eserleri: The Logic ot Scientific Discovery [Bilimsel Keşfin Mantığı], Conjectures and Refutati­ons [Sınama ve Yanılmalar], Objective Knowledge [Nesnel Bilgi], The Poverty of Historicism [Tarihçiliğin Sefaleti] ve The Open Society and its Enemies [Açık Top­lum ve Düşmanları].

Bilim Felsefesi: Popper’ın felsefeye yaptı­ğı ilk büyük ve önemli katkı, bilime bir sınır çekme problemine getirdiği yeni çözümden oluşur. Onun zamanına dek kabul edilmiş olan görüşe göre, bilim tümevarım yönte­miyle seçkinleşir, yani bilim sonuçlarına, mantıksal analiz yerine, gözlem ve deney yöntemiyle ulaşır. Buradaki büyük güçlük ise, şudur: Ne kadar çok ve uzun süreli göz­lem yapılmış olursa olsun, eldeki veriler sı­nırlanmamış bir genellemenin, tümel bir önermenin doğruluğunu saptamak için hiç­bir zaman yeterli olmayacaktır. Örne­ğin, ‘Tüm kargalar siyahtır’ şeklindeki sınır­lanmamış bir genellemenin doğruluğu, bu dünyada şimdi varolan ve gelecekte varola­cak olan tüm kargaları hiçbir zaman gözlemleyemeyeceğimiz için, kanıtlanamaz. Bu ise, bizi şu endişe verici, kaçınılmaz sonuca götürün: Bilim, yalnızca doğanın düzenlili­ğine duyduğumuz inançla varolabilir ki, bunu da tanımlamak ve kanıtlamak, görü­nüşte imkansızdır.

Popper, işte bu durumun bir sonucu ola­rak, sınırlanmamış genellemelerin, deneyi­me dayanan tümel önermelerin doğrulana­mayacaklarını savunur, ancak bir yandan da bunların yanlışlanabileceklerine işaret eder. ‘Tüm kargalar siyahtır’ genellemesi hiçbir zaman doğrulanamasa bile, beyaz tek bir karga, onu yanlışlamaya yeter. Popper’a göre bilimde belirleyici olan yanlışlamadır.

O, bilimin, belirli özel koşullar altında gözlemlenen ya da gözlemlenecek olan açı­sından, her zaman tehlike içinde olduğunu savunur. Bilimsel teoriler, Popper’a göre, gözlemler beklentilerle uyuşmadığı takdir­de, terk edilmeye ya da değiştirilmeye mahkumdur. Buradan, hiçbir bilimsel teori­nin, ne kadar çok test ve sınamadan başarıy­la geçmiş olursa olsun, asla kesin sonuçlu olarak doğrulanamayacağı sonucu çıkar. Bu sonuç, Popper’a göre, bilim tarihi tarafından da doğrulanmaktadır: Newton fiziği gibi, doğruluğu test edilmiş ve geniş bir biçimde kabul görmüş olan bir teori bile, revizyon­dan kurtulamamıştır. Bilim, hiç kuşku yok ki, teorilerini geliştirebilir, onları tüm testlerden başarıyla geçmiş olan yeni kuramlarla değiştirebilir. Ancak bilim, hiçbir zaman doğayla ilgili olarak kesin, değişmez ve mut­lak doğrulara ulaşmış olduğunu iddia ede­mez. Popper’a göre, bilimsel bilgilerimiz, ta­rihte şimdiye kadar, yanlışlamaya yönelik tüm sistematik girişimlere karşın ayakta ka­labilmiş teoriler yığınından ibarettir.

Siyaset Felsefesi: Popper, toplum ve siya­set felsefesi alanında tarihsiciliğe ve holizme yönelik sert eleştirileriyle ün ka­zanmıştır. Tarihsel gelişmenin yasaları ya da ilkeleri bulunduğunu, bu yasa ya da ilkeleri bildiğimiz takdirde, insanlık tarihinde gele­cekte olup bitecek olayları, tıpkı bir astrono­mun ay ya da güneş tutulmasını önceden doğru tahmin etmesi gibi, önceden doğru tahmin edebileceğimizi savunan görüş ola­rak tarihsiciliğe şiddetle karşı çıkan Popper’a göre, insan toplumunu oluşturan sistemde öndeyiye yer yoktur; çünkü, burada gelişme­yi belirleyen temel etkenlerin başında, çev­remize ve içinde bulunduğumuz koşullara nasıl karşılık vereceğimizle ilgili kararlar gelir. Buna göre, örneğin teknolojinin çağ­daş toplum üzerinde bu kadar büyük bir etki yapacak güç haline gelebileceği, bir yüzyıl önce hiçbir şekilde tahmin edilemezdi. Pop­per için, seçim ve sorumluluk bireylerindir, bundan dolayı, üyeleri ister istesin, ister is­temesin, toplum bu şekilde gelişmek zorun­dadır’ demek için yeterli dayanağımız asla olamaz.

Siyaset felsefesiyle toplum görüşleri, bili­min doğasına ilişkin araştırmalarına sıkı sıkıya bağlı olan ve özellikle Açık Toplum ve Düşmanları adlı eserinin ikinci cildinde Marx’ı yoğun bir biçimde eleştiren Popper’a göre, Marx’ın görüşleri bilimin doğasıyla il­gili yanlış bir kabul ya da önyargıya dayan­maktadır. Marx kendisini, toplumu konu alan bir bilim adamı, topluma, onun nasıl işlediği­ni ve geliştiğini anlamak amacıyla, yansız ve önyargısız olarak yaklaşan bir araştırmacı olarak görmüştü. Marx’a göre, toplumlar de­ğişmez, statik varlıklar değildirler; toplumlar değişmektedir ve toplumlardaki bu değişme, yasasız olmayıp, değişmenin yavaş olan hı­zından dolayı, tarihe ilişkin araştırmalarla or­taya çıkarılabilecek yasalara uygun olarak gerçekleşir. Bu çerçeve içinde, Marx, tarihi konu alan araştırmalar sayesinde, feodaliz­min nasıl kapitalizmi doğurduğunu, insanlık tarihindeki bir evre olarak kapitalizmin nasıl gelişip, daha sonra yıkılacağını anlayabileceğimizi savunur. Buna göre, bilimsel sosya­lizmle tarihsel yöntem örtüşmektedir. Popper, işte bu noktada, Marx’ın bilimin nihai ve de­ğişmez doğruları keşfettiğine, bilimin doğru­larının zorunlu ve kaçınılmaz olduğuna büyük bir güçle inanmış olduğunu belirtir.

Popper için böyle bir analiz, kendi içinde iki temel yanlışı barındırmaktadır. Ona göre, bilimsel bilginin artışı ve gelişmesinin insanlık tarihinde çok güçlü bir etkisi oldu­ğu, ve bilgideki büyük birikim ve ilerleme, Newton ve Einstein gibi dahilerin kavrayış ve yaratıcılığına bağlı olduğu için, ne bilgi­deki artış ve ilerleme, ne de bu gelişmenin tarih içindeki sonuçları önceden kestirilebi­lir. Başka bir deyişle, bilimsel bilgideki biri-kim ve ilerleme insanlık tarihinin akışını büyük bir güçle etkilediğinden, fakat bilim­sel bilginin gelecekteki durumu ya da geliş­me seyri, mantıksal ya da bilimsel yöntem­lerle önceden kestirilemeyeceğinden dolayı, insanlık tarihinin gelecekte nasıl bir gelişme seyri içinde olacağına ilişkin olarak öndeyi­de bulunmak olanaklı değildir. Bu ise, teo­rik bir tarih, yani teorik fiziğe karşılık gelen ya da eşdeğer olan tarihsel bir toplum bilimi imkanının yadsınması anlamına gelmekte­dir. İşte bu, Popper’a göre, Marks’ın bilimsel araştırmanın doğasını yanlış anlamaktan oluşan birinci yanlışıdır.

Marx gibi, Popper da bilimsel yöntemin toplumu konu alan araştırmalara uygulanabi­leceğini düşünür. Bununla birlikte, onun yöntemi ve bilim anlayışı, Marx’ın savunucu­luğunu yaptığı bilim ve yöntem anlayışından farklılık gösterir. Tarihsel araştırmayla bilim­sel sosyalizmi özdeşleştiren Marx’tan farklı olarak, Popper’ın gözünde bilim, tarihsel araştırmayla, hatta tümevarımsal süreçlerle bile aynı değildir. Bilim, imgelemin, ilke ola­rak yanlışlanabilir olması durumunda, ‘bilim­sel’ olan hipotez oluşturma faaliyetini içerir. Oysa, Marx’ın, tarihsel değişmeyle ilgili de­ğişmez diyalektik yasaların keşfine dayanan iddiaları, yanlışlanabilir olmadıkları için, bi­limsel değildir. Ve Karl Popper, bu bağlam­da, bilimin kesin olmadığını ve olamayacağı­nı, yeni veriler ışığında sürekli olarak revizyona tabi olduğunu belirtir.

Karl Marx’ın ikinci yanlışı, bilimin toplu­mun bütününe uygulanabileceğini, bütün bir sistemle ilgili olan yasalar bulunduğunu dü­şünmesinden oluşur. Popper, buna holistik görüş ya da ütopik bir toplumsal planlama adını verir. Ona göre, kaçınılmaz ve zorunlu olup, toplumun bütününe uygulanan tarihsel yasalara duyulan inanç, toplumun bütünü­nün belirli bir plana göre yeniden biçimlen­dirilmesi ya da yapılandırılması gerektiği görüşüne götürür. Bütünü göz önüne aldı­ğında, insan faktörünü zorunlu olarak göz­den kaçıran bu yaklaşım, toplumun yeni baştan kurulması ve yapılandırılmasının mümkün ve zorunlu olduğuna önceden karar verir ve toplumun varolan yapısını kökten bir biçimde değiştirir. Karl Popper’a göre, Marx’ın ikinci yanlışı da bundan, yani onun bilimin deneme ve yanılma yöntemine dayandığını bir türlü görememesinden kay­naklanmaktadır. O, bunun tam tersine, özel problemler için özel yaklaşımların söz ko­nusu olduğunu belirtir, kurumların kötü yö­netici tehlikesini en aza indirgeyecek şekil­de düzeltilmesi ve geliştirilmesini ister.

Popper, yaşamayı her şeyden önce ve her şeyin üstünde bir sorun çözme faaliyeti ola­rak gördüğü için, sorun çözmeye elverişli olan toplumlar ister. Sorun çözme ise, çözüm denemelerinin cesaretle ortaya atıl­masını, sonra da bunların eleştiriye ve hatta eleme işlemine tabi tutulmasını gerektirdiği için, Popper karşı önerilerin engellenmeden ortaya atılmasına, bunların eleştirilmesine, sonra da eleştirilerin ışığında, bunlarda ger­çek değişiklikler yapılmasına izin veren toplum biçimleri istemektedir.

Popper, her çeşit ahlâk düşüncesi bir yana, bu gibi çizgiler boyunca örgütlenmiş bir toplumun, başka türlü örgütlenmiş bir topluma oranla, sorunlarını çözmekte daha etkili ve dolayısıyla daha başarılı olduğuna inanır. Popper’a göre, teorik konularda oldu­ğu gibi, pratik alanda da doğru yanıtlara sahip olabileceğimizden asla emin olamayız. Bundan dolayı da, o, yönetim biçimi olarak demokrasiyi, açık toplumu savunur, çünkü eleştirme ve tecrübe etme özgürlüğü en fazla demokraside vardır. Onun anladığı biçimiyle demokrasi, yöneticilerin toplum problemleri-ne önerdikleri çözümün umut verir gibi gö­rünmediği zaman, değiştirildikleri bir sistem­dir. Popper’ın gözünde, iktidarın kimlerin elinde olduğundan çok, iktidarın kişisel çıkar için olduğu kadar, toplumsal ya da siyasal dogmalar adına kötüye kullanılmasının önüne geçilmesi büyük önem taşır.

Popperci: Çağdaş düşünür Karl R. Popper’ın 1- Bilim felsefesiyle ilgili görüşleri, yani onun gele­neksel tümevarımcı bilim anlayışına karşı geliştirdiği yanlışlamacı bilim anlayışı ve 2- Toplumsal reformun felsefi temelleriyle ilgi­li görüşleri, yani holistik görüşlere karşı ge­liştirdiği, tüm kollektif fenomenleri bireyle­rin eylemlerine, amaçlarına, düşüncelerine, umut ve karşılıklı etkileşimlerine ve bu arada insanlar tarafından yaratılmış ve sür­dürülmüş geleneklere bağlayan yöntemsel bireyciliği için kullanılan sıfat.

Popüler kültür: Klasik musikiyi, ciddi ve ağır romanları, şiir, dans ve bale gibi nispeten az sayıdaki eğitimli insan tarafından anlaşılıp estetik de­ğeri takdir edilen ürünleri ihtiva eden yük­sek kültürün tam karşıtı olan kültür; herkes, özellikle de geniş yığınlar tarafından kolay­lıkla alımlanan vasati kültür ürünlerinden meydana gelen sanatsal değeri, estetik nite­liği düşük kültür.

Esas amacı eğlendirmek, hoşça vakit ge­çirtmek olan, modern yaşamın yorduğu, ka­pitalist üretim ilişkilerinin demoralize edip körleştirdiği insanlardan pek az bir çaba ve konstrasyon isteyen bu kültür türü, olumla­yıcı bir kültür olup, gerçeklikten kaçış sağ­lar.

Popülizm: 1- 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış ve burjuva psikolojisine, işsiz bir top­lum oluşturan aydınların özenli tavrına karşı, küçümsenen işlerle uğraşan sınıfları tüm özellikleriyle yansıtmayı amaçlayan, halkta iyi ve olumlu ne varsa gözler önüne sermeyi amaçlayan edebi okul. 2- Siyaset alanında, planları toplumun alt ve orta tabakalarını te­mele alarak yapma, bu sınıflara hizmeti amaçlama, halkı zaman zaman halk dalkavuklu­ğu yapacak şekilde ön plana çıkarma tavrı.

Sosyal bilimcilerin bir hareket mi, yoksa bir ideoloji mi olduğu konusunda çokça tar­tıştıkları popülizm, erdemle siyasi meşruiyeti halkta bulan ve seçkinlere ve seçkinci­liğe şiddetle karşı çıkarken, siyasi hedeflere eri iyi bir biçimde, politik kurumların aracı­lığı olmaksızın, yönetimlerle halk arasında kurulacak doğrudan bir ilişki yoluyla ulaşı­labileceğini savunan siyasi retorik ya da söylemi ifade eder.

Bu çerçeve içinde, yakın zamanlarda üç ayrı popülizm arasında bir ayırım yapılmış­tır. Bunlardan 1- Birincisi olan küçük Adam populizmi, esnaf, zanaatkar ve çiftçi gibi küçük üreticiler arasındaki işbirliği ve özel mülkiyeti desteklerken, büyük işletme ve yönetimlere karşı çıkar ve ister kentleşme, ister endüstrileşme ya da tekelci kapitalizm şeklinde ortaya çıksın, ahlâki çöküntüye yol açtığını düşündüğü ilerlemeye cephe alarak, geçmiş zamanın erdemlerine dönüşü savu­nur.

2- Otoriter popülizm ise, halka gider ve halkın tepkileriyle duygularına dayanırken, kurumları ve siyasi seçkinleri atlayıp, kariz­matik liderlere güvenir. Buna karşın, 3 dev­rimci popülizm, halkla onun kollektif gelene­ğinin, seçkinciliği ve ilerleme düşüncesini reddeden entellektüeller tarafından idealize edilmesinden meydana gelir.

Post: -den sonra anlamına gelen Latince önek. Buna göre, post öneki, bileşik bir terim meydana getirmek üzere, bir durumu, yapıyı veya oluşumu, ikinci olarak da bir akımı, yaklaşımı tanımlayan bir sözcüğün önüne gelebilir. Her iki durumda da, eski yapıdan veya bir önceki akımdan birtakım unsurlar içerse de, çok büyük ölçüde yeni ve farklı bir oluşum ya da yaklaşımı tanım­lar.

Post Endüstriyel Toplum: Temel ilgi, en başat meşgale / hedef ve en geçerli değer olarak bilginin mülkiyetin ye­rini aldığı ve toplumsal dinamizm ve gücün ilk ve temel kaynağı haline geldiği toplum türü.

Ünlü sosyolog Daniel Bellin 1973 yılın­da yayımlanan The Coming of Postindustrial Society [Postendüstriyel Toplu­mun Zuhuru] adlı eseriyle gündeme gelen, modern toplumların enformasyon toplumları olarak görülmeleri gerektiğini imleyen teri­min tanımladığı postendüstriyel toplumun özellikleri, veya endüstri toplumundan en­düstri sonrası topluma geçildiğini gösteren en önemli emareler şunlardır: 1- Toplum en fazla ve tümüyle bilgi ve yeni bilgi üretimi üzerinde odaklanır. 2- Bilgi toplumda yenili­ğin biricik anahtarı ve örgütlenmenin modeli ya da temelidir. 3- Tarım ve imalat sektörün­deki üretim toplumdaki işgücünün büyük bir bölümünü kendine çekmez, ama hizmet sek­törü (eğitim, sağlık, kamu hizmeti) hakim hale gelir.

4- Yepyeni bir işbölümünde merkezi yer teknisyen ve profesyönel kadrolar tarafından işgal edilir. Başka bir deyişle, bilgiye dayanan meslek kümeleri sınıf yapıları içinde egemenliği ele geçirir. 5- Teori toplum üze­rinde daha dolayımsız bir biçimde, alabildi­ğine etkili hale gelir. 6- Teknolojik değişme ve söz konusu değişmenin toplumsal etkisi çok belirginleşir. 7- Karar verme süreçlerinde, ahlâki ya da kültürel geleneklere dayalı sez­gisel yöntemlerin yerini bilimsel yöntemler alır.

Post-felsefe: Rasyonalite, hümanizm, ilerleme gibi kültürel ve metafiziksel ideallere göre anlaşılan bir disiplin ve icra edilen bir etkinlik olarak felsefe sonrası durumu ta­nımlamak için kullanılan deyim.

Bu ideallerin yerle bir oluşundan ve Nietzsche’den Heidegger ve Lyotard’a kadar pek çok filozof tarafından telaffuz edi­len felsefenin sonunun geldiği iddialarından sonra şimdi sorulan soru şudur: Felsefenin sonu gerçekten de gelmiş midir? Yoksa felsefe ­ciddi bir dönüşüme mi uğramalıdır? Felse­feyi dönüşüme uğratmak isteyenler, özerk ve bütünüyle saydam bir öznenin eleştiri ötesi Olmadığını, tarihin Aydınlanma felsefesinin rehberliği altında gerçekleşecek ilerlemesinin boşa çıktığını söylemekle birlikte, bütün bu ideallerin zaten Kant gibi Aydınlanma düşü­nürleri tarafından daha önce sorgulandığını ifade eder ve felsefenin dönüşümünde ihtiyaç duyulan ipuçlarını Kant’ın eleştirilerinin sağladığını öne sürerler.

Felsefenin sonunun kesin olarak geldi­ğinden söz edenler ise, bugün felsefi söylemin evrenselliği karşısında mukayese edilemez dil oyunlarının indirgenemez çokluğuna, birlik karşısında ayrı cinstenliğe, bütünsel olan karşısında bölük pörçük olana, a priori ve kesin olan karşısında da emprik ve yanılabilir olana öncelik verir.

Post Hümanizm: Hümanizm sonrası felsefede ve kültürde, öznenin merkezi konumdan indirilmesinden, hümanizmin bir şekilde geçersiz ve yanlış bir ideoloji oldu­ğunun gösterilmesinden sonra oluşan ente­lektüel durum.

Post Marksizm: Marksizimle, ya akımın bir devamı olmak ya ondan ilham alma ya da Marksizmi akıma duyulan bağlılığın ardın­dan bir bütün olarak reddetme anlamında, çoğunluk dolayımsız bir ilişki içinde olan çağdaş akını, düşünür ve tavırlara işaret etmek üzere kullanılan genel terim.

Buradan hareket edildiğinde Post Marksiz­mi iki şekilde tanımlamak mümkün olur: Post Marksizm, buna göre, her şeyden önce Marksist düşünceyi, klasik Marksizmin temel kabul, kavram ve kategorilerini geçer­siz kılan ya da en azından aşındıran çağdaş teorik ve sosyal gelişmeler ışığında yeni baş­tan inşa veya formüle etme teşebbüsü olmak durumundadır. Buna karşın, Post Marksizm ikinci bir anlam içinde, klasik Marksizmi söz konusu çağdaş teorilerden veya teorik geliş­melerden biri ya da diğeri lehine toptan red­detme tavrına işaret eder.

Terimle bu iki tanımdan veya Post ­Marksizmden hangisinin anlatılmak istendi­ği genellikle bileşik terimin önekine veya gövdesine yapılacak şekilsel/anlamsal vur­guyla gösterilir. İşte bu bağlamda post Marksizm birincisini, yani özde Marksizme duyulan bağlılığı; Marksizm içinde sadece post-yapısalcılık ve post-modemizimin dü­şünsel yaklaşımlarına ve sağladığı teknik imkanlara değil, fakat aynı zamanda femi­nizm, cinsel/ulusal/etnik azınlıklar ve çevre­cilik benzeri sosyal protesto hareketlerine bir yer açma tavrını ifade eder. Politikaya çoğulcu bir yaklaşımın savunuculuğunu yapan post-Marksizm, her ne kadar Mark­sizme olan bağlılığını sürdürse de, sosyal değişmeyi işçi sınıfının başlatacağı teziyle, tarihsel zorunluluk fikrini reddeder. Başka bir deyişle, özde Marksist bir duruşu benimsemekle birlikte, sadece Marksizme değil, fakat tarihteki değişmeleri ayrıcalıklı bir fail ya da özgül bir sınıf yoluyla açıklayan her politik harekete karşı tavır alan, sözde bi­limselleştirilmiş bir öğreti olarak Marksiz­mm indirgemeci ve antidemokratik özünü sorgulayan post-Marksizm, Marx’ın görüşle­rinden ilham almakla birlikte, ekonomik de­terminizme ve proletaryayı evrensel özgürleştirici sınıf olarak gören yaklaşıma şiddetle karşı çıkar. Batı Marksizmi olarak da bi­linen bu görüş ya da tavrın en önemli tem­silcileri arasında Hannah Arendt, Theodor Adorno, Jürgen Habermas, Ernest Laclou, Alaine Touraine gibi düşünürlerin bulunduğu kabul edilmektedir.

Oysa post-Marksizm, klasik Marksizm­den kesin bir kopuşu, onun ötesine geçmeyi ifade eder. Örneğin, Marksist kökenleri bulu­nan, Marksist teoriye uzun bir süre boyunca iman etmiş olan, fakat özellikle Fransız Ko­münist Partisi’nin 1968 Olayları’ndaki tav­rından sonra, Marksizmden kopup post­modernizme dönen Jean-François Lyotard ve Jean Baudrillard gibi Fransız düşünürlerin tavrı post-Marksist bir tavır olmak durumun­dadır. Post-Marksizm burada, kendi başına veya kendi içinde özgül bir düşünce akımı olmaktan ziyade, temelde Marksizm karşı­sında duyulan hayal kırıklığını ifade eden bir tavır olmak durumundadır.

Post-Modernist Marksizm: Avrupa’da bindokuzyüz seksenli yıllarda geliştirilen ve postmodernliği Batı toplumundaki bir evre olarak değer­lendiren Marksist anlayış.

Postmodernizmi ileri kapitalizmin kültü­rel mantığı olarak gören bu anlayış, kapita­lizmin gelişme sürecinde, her biri belli bir teknoloji türünün hakimiyetiyle belirlenen üç evre saptar. Bu evrelerden Marks tarafın­dan analiz edilmiş olan birinci evre, piyasa kapitalizmi olup, o buhar makinalarının be­lirlediği bir teknolojiye dayanır; bu evrenin kültürel karşılığı, postmodernist Marksizme göre, sanatsal realizmdir.

Kapitalizmin gelişmesindeki ikinci evre, Lenin ve Luxemburg tarafından analiz edil­miş olan tekelci ya da emperyalist kapita­lizmdir. Teknoloji açısından elektrik gücüy­le karakterize olan bu evrenin kültürel mantığı, sanatsal modernizmdir. Kapitaliz­mm teknolojik açıdan 1950’li, kültürel açı­dan ise 1960’lı yıllarda ortaya çıkan üçüncü evresinin hakim teknolojisi, elektronikle nükleer güce dayanır. Söz konusu tüketim kapitalizminin veya çokuluslu kapitalizmin kültürel karşılığı ise, postmodernizmdir.

Postmodernist Marksizme göre, ileri ka­pitalizmin söz konusu kültürel mantığının iki temel yönü vardır. Buna göre, postmo­dernizm her şeyden önce, yüksek kültürle ticari kültür ya da pop kültürü arasındaki geleneksel sınırları ortadan kaldırır. Bu dö­nemin insanlarında, tarihsel bir çerçeve için­de düşünme yeteneği giderek azalır ve temel söylem ya da üstanlatılar kaybolur. İnsanlar tarihlerinden giderek soyutlanırken, tarihi, siyasi hareket ya da ideolojilerin pro­jeleriyle değil de, televizyondaki açık oturumlarla algılarlar.

Postmodernist Marksizme göre, ileri ka­pitalizmin kültürel mantığının ikinci bir yönü, kültürle toplum arasındaki ilişkide or­taya çıkar. Başka bir deyişle, bu dönemde postmodern kültür toplumu istila eder. Buna göre, tüketim kültürel terimlerle tanımlanır­ken, kültürün kendisi de hiç olmadığı ölçü­de eşyalaştırılır. Sanat eserleri piyasa güçle­rine tabi olurken, meta ya da eşyaların reklamı da, onların birer sanat eseri olduğu söylenerek yapılır.

Post Modernizm: .Kapitalist kültürde ya da daha genel olarak Batı dünyasında, yirminci yüzyılın son çeyreğinde, resim, edebiyat, mimari, vb., güzel sanatlar alanında ve bu arada özellikle de felsefe ve sosyolojide belirgin hale gelen hareket, akım, durum veya yaklaşım.

Post Modernizm Çeşitleri: Sanatsal, kültürel, toplumsal felsefi post modernizmlerden söz etmek doğru ve mümkün olsa da, tüm bunların son çözümlemede iki ayrı postmodernizme indir­genebilmesini n sonucu olan postmodernizm sınıflaması.

Bu sınıflamaya göre, postmodernizmlerden birincisi, modernlik ve Aydınlanmaya iliş­kin felsefi eleştiriden meydana gelen post­modernizm, ikincisi ise sanat ve kültürdeki postmodern eğilimlerle çağdaş, postmodern toplumlar arasında bir bağ kuran, postmo­dernliği Batı toplumundaki bir evre olarak gören postmodernizmdir.

Başka bir deyişle, bu iki postmodernizm­den felsefi postmodernizm olarak tanımla­yabileceğimiz birincisi, modernizmin entel­lektüel evrenine ilişkin radikal ve kuşkucu bir felsefi eleştiriden meydana gelmektedir. Aydınlanma projesini hedef alan bu post­modernizm tüm tarih felsefelerini reddedip, Batı felsefesi ve metafiziğinin temel katego­rilerine meydan okur.

Toplum ve kültür teorisi açısından post­modernizme karşılık gelen ikincisi ise, post­modernizmi Batı toplumundaki bir evre ola­rak görür ve postmodern kültür ve toplumsal ilişkilerin, burjuva ideolojisi ve değerlerinin ondokuzuncu yüzyıl liberal kapitalizminin hakim fikirleri oluşuna benzer şekilde, çağ­daş kapitalizme karşılık geldiğini öne sürer.

Post Modernizm Eleştirisi: 20. yüzyılın son çeyreğinde ­sosyal bilimlerde ve özellikle de felsefe­de oldukça etkili olan postmodernizmin sadece eleştirdiği, yıktığı, kuşkuculuğu ve yumuşama nedir bilmez olumsuz tavrı nedeniyle tenkit edilmesi.

Buna göre, postmodernizm her şeyden önce sadece eleştiriyi ve başkaldırıyı kutsa­dığı, salt olumsuz bir tavır sergilediği için eleştirilmiştir. Normatif bir çerçeveden, sağ­lam bir ilkeden,. hakiki bir adalet yorumun­dan yoksun eleştiri, postmodernizme yöne­lik hücuma göre, bütün ayırımları ortadan kaldırır, ezenle ezilen, tahakküm edenle edi­len arasında hiçbir fark gözetemez. Böyle bir ilkenin yokluğunda postmodernizmin sergilediği koşulsuz farklılık politikası bir­takım güçlüklerle karşı karşıya kalır. Tenki­de göre, sadece evrenselliğin reddi veya farklılığa saygıdan tutarlı bir politika türet­mek mümkün değildir.

Buradan da anlaşılacağı üzere, postmo­dernizm pozitif bir siyaset görüşü olmadığı, onun politik gündemi belirsiz kaldığı gerek­çesiyle eleştirilmiştir. Bu bağlamda, o salt yıkıcı olduğu ve herhangi bir sosyal, politik ve etik sistemi müdafaa edebilmek için hiç­bir temel sağlayamadığı ve dolayısıyla sos­yal değişmeye ciddi bir taktı getiremediği için eleştirilmiştir. Belli bir politikaya bağ­lanmayı kendisine yasaklayan postmoder­nizm, bu tavrıyla varolan güce dayalı baskı­cı rejimlerin muhaliflerini silahsız bıraktığı için tenkit edilmiştir. Bu görüş açısından bir siyasete bağlanmak veya etkin bir politik an­gajman için geçerli hiçbir neden bulama­mak, satükonun kabulüne ve hatta meşrulaş­tırılmasına götürün. Dahası, postmodernizm, kuşkuculuğuyla kaba kuvvet ve adalet ara­sındaki ayırımı bulanıklaştırdığı ve faşizme entellektüel teselli ve destek sağladığı için eleştirilir.

Ve nihayet, postmodernizm entellektüel­lerin imtiyazlı konumlarını korumaya yöne­lik bir son savunma çabası olanak değerlen­dirilmiştir. Buna göre, o, kültürel arenadaki geleneksel temellerini ve imtiyazlı konum­larını koruma telaşına düşen entellektüellerin son ve umutsuz bir manevrasından, her şeyi kendileriyle birlikte ateşe atma teşebbüslerinden başkası değildir.

Post Modernlik: Çağdaş ve ileri endüstri toplumlarının ulaşmış olduklarına inanılan yeni durum, çağ ya da koşullara işaret etmek amacıyla kullanılan genel terim. İnsanlığın veya Batı toplumunun şimdi içinde bulundu­ğuna inanılan, bir kültürel ethos olarak mo­dernliği izleyen, kültürel durum.

Modernlik Batı kültüründe, başta ekono­mik ve sosyal gelişmeye, insanla ilgili konu­larda ilerlemenin kaçınılmazlığına duyulan inanç olmak üzere, belli bazı eğilim ve yö­nelimlerin doruk noktasını ifade eder. İlerle­meye beslenen sarsılmaz inanç, insan hayatı­nın mahiyeti veya niteliğinin sınırsızca geliştirilebileceği ve bunu sağlamak için bilim ve teknolojiden yararlanılabileceği ka­bulüyle, ister kapitalist ya da ister sosyalist versiyonu içinde, modernliğin politikasını da belirlemiştir. Başka bir deyişle, modernli­ğin belirleyici unsuru, Üçüncü Dünya’nın azgelişmiş ulusları da içlerinde olmak üzere, milletlerin çoğu tarafından benimsenmiş olan ilerleme ideolojisidir.

İşte genel olarak ifade edildiğinde, post­modernlik ilerlemenin kaçınılmazlığı veya uzun vadedeki etkileri her ne olursa olsun, çevreyi insani amaçlar için sömürmeye devam etmenin zorunluluğu benzeri inanç ya da düşüncelere duyulan şüphe ya da red­diyeyle karakterize olan bir kültürel durumu ifade eder. Yine aynı genel veya felsefi açıdan değerlendirildiğinde, postmodernlik ev­rensel teorilere veya büyük anlatılara duyu­lan inanç yitimiyle, politik açıdan pragmatizme bağlanmayla ve kültürel fark­lılığı teşvik etmeye dönük bir ilgiyle karak­terize olur.

Daha özel olarak ele alındığında, postmo­dernliği belirleyen çok sayıda özelliğin, te­melde dört ana başlık altında toplanabilece­ğini söylemek gerekir. Bu başlıklardan birincisi, 1- Toplumsal açıdan postmoderniz­mi ifade eder. Bilindiği üzere, endüstrileş­meyle, kapitalizmin ekonomik sistemi, top­lumsal sınıflar sistemini doğurmuştu. Bu, her ne kadar toplumsal yapının ve toplumsal farklılaşmanın en önemli öğelerinden biri olsa da, postmodern toplumlarda pek büyük bir önem taşımaz. Toplumsal açıdan postmo­dernizmde, toplumsal yapı daha fazla parçalanmış olup farklılaşmada, sınıflara ek olarak, cinsiyet, yaş ve etnik özellikler etkili olur.

2- Öte yandan, postmodernliği kültürel açıdan değerlendirdiğimizde, birçok görü­şün en önemli rolü, kültürel faktörlere ver­diğini görüyoruz. Buna göre, postmodernli­ği kültürel açıdan belirleyen öğeler, kültür endüstrilerinin giderek artan önemi, günde­lik yaşamın estetizasyonu, kimliğin gele­nekler yoluyla değil de, bireysel seçim ve tercihler yoluyla kuruluşu, vb.’dir.

Buna karşın, postmodernliği, 3- Ekonomik açıdan karakterize eden şey, bilgisayarlaşmış bilginin üretimin temel gücü durumuna gel­mesidir. Buna göre, bilgisayarlaşmış bilginin gelişmiş toplumlardaki işgücü kompozisyo­nu üzerinde yoğun bir etkisi vardır. Başka bir deyişle, fabrika ve tarım işçilerinin sayısı düşerken, profesyönel, teknik ve beyaz yakalı işçi sayısında bir artış gözlenir. Yine, postmodern toplumlarda, özellikle çok uluslu şir­ketler söz konusu olduğunda, yatırım karar­ları ulus devletinin denetiminden çıkar.

Siyasi açıdan postmodernlik ise, 4- Kişisel girişim, pazar eğilimi, rekabet ve kendine güven gibi erdemlerin geliştirilmesine daya­nır. Yine, postmodernlik baskıcı bütüncülük ve baskıcı bir siyaset anlayışı yerine, çoğul­cu ve açık bir demokrasi üzerinde durur.

Ve, postmodernlik, nihayet, Aydınlan­mayla birlikte düşünülen ilerleme düşünce­sinin yerine geçen olumsallık ve çokanlam­lılık bilinciyle ifade edilebilir.

Post Modern Toplum: Bilgisayar, enformasyon, teknoloji ve benzeri öğelerle belirlenen toplum türü. Her şeyden önce, teknolojinin yarattığı imajların ve bilgi çağının toplumu, kontrolü bil­gisayarlarda olan ve teknokratlar tarafından yönlendirilen toplum.

İhtiyaçların da teknokratlar tarafından ya­ratıldığı bu toplumda, bireyler kamu gücü­nün etkisiyle etkisizleştirilmişlerdir. Öte yan­dan, postmodern toplumda, belirleyici öğeler, kişisel hoşgörü, arzu ve tüketici bir kitlenin varlığıdır. Tüketim kaygılarının eşit­lik ilkesinin önüne geçtiği bu toplumda, tü­ketim doruk noktasına ulaşmıştır. Öte yan­dan, postmodern toplumun tercihlerinde Batı söz sahibi olup, yönlendirici güç medya ve iletişim ağıdır.

Pozitivizm: Genel olarak, modern bilimi temele alan, ona uygun düşen ve batıl inançları, metafizik ve dini, insanlığın iler­lemesini engelleyen bilim öncesi düşünce tarzları ya da formları olarak gören dünya görüşü.

Pragmatizm: Amerikan filozofları C.S.Pierce ve W. James tarafından geliştirilen ve her şeyden önce, başta entelektüel problemler olmak üzere, çeşitli problemleri çözmek için ortaya konan bir yöntemden; insan tarafından kazanılan çeşitli bilgi türleri-ne ilişkin bir teoriden ve nihayet, evrenle ilgili belli bir metafizik görüşten oluşan öğreti.

Pratik Akıl: Teoriyle, salt bilmeyle ilgili.olan teorik aklın tersine, iradi karar ve eylemle il­gili olan, ahlâk’ ilgilendiren problemleri konu alan akıl ya da refleksif düşünce.

Proletarya: Marksist görüşe göre, kapitalist toplumda burjuvazi tarafından sömürülen, emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan emekçi sınıf. Kendisini sömüren mülkiyet düzenini yıkacağına ve yalnızca kendisini değil, fakat tüm insanlığı kurtaracağına inanılan evren­sel ihtilalci sınıf.

Bu bağlamda, kapitalizm içinde, orta sını­fın yok olup, işçi sınıfının bir parçası haline gelmesi sürecine proleterleşme; Ortodoks Marksizmin iddiasına göre, proletaryanın, kapitalist’ devleti yıktıktan sonra, sosyalizme geçişi hızlandırmak ve üretim araçlarını sos­yalleştirmek amacıyla kuracağı rejime prole­tarya diktatörlüğü adı verilir.

Proudhon, Pierre-Joseph: 1809-1965 yılları arasında yaşamış olan Fransız sosyalist düşünür. Temel eserleri: Qu’est-ce que la propriete? [Mülkiyet nedir?], Systme des Contradictions economiques ou Philosophie de la Misere [İktisadi Çelişkiler Sistemi ya da Sefaletin Felsefesi].

Daha ziyade ‘Tanrı şerdir’ ve ‘Mülkiyet hırsızlıktır’ gibi slogan sözlerle anımsanan Proudhon, anarşizmin kurucusu olarak bi­linir. O mülkiyeti kendi kendini yok eden bir katil olarak görmüş, onun toplumu ke­mirdiğini ve adaletin kurulmasına engel ol­duğunu söylemiştir. Proudhon’a göre, insan­ların birbirleri karşısında hiçbir üstünlükleri olamaz, dolayısıyla onların zorba ve köle, hükmeden ve hükmedilen olarak ikiye bö­lünmelerinin anlaşılır hiçbir gerekçesi yok­tur. O dünyada mutlak bir özgürlük ve eşit-edildiği zaman, hiçbir yönetim ve hükümete gerek kalmayacağını iddia eder.

Tüm örgüt ve kurumlara karşı çıkan, ko­münizmden nefret ettiğini belirten Proudhon doğallıkla Tanrı ya da düşman olmuştur. Ekonomi politiğin eşya düzenini meşrulaştır­mak suretiyle sefaleti övmekten başka hiçbir şey yapmadığını savunan filozofa Marx The Poverty of Philosophy [Felsefenin Sefaleti] adlı eseriyle karşılık vermiştir.

Psikanalizm: Özel olarak Freud’un düşünce, çalışma ve eserleriyle birleştirilen psikoloji ve ruhsal tedavi anlayışı, daha genel olarak da Breuer ve Freud’un 1880 ve 1890’lı yıllardaki araştırma ve dü­şüncelerinden çıkan psikoloji akımı.

Söz konusu psikoloji anlayışı ya da oku­lunu belirleyen en önemli öğeler şunlardır: 1- Hiçbir insan davranışının gelişigüzel, rast­gele olmadığını, tüm davranışların bireyin psişik yaşantısı tarafından belirlenmiş oldu­ğunu öne süren psişik bir determinizm anla­yışı. 2- Bilinç alanının dışında kalan, fakat bireyin yaşamında ve bireyin davranışlarını açıklamada çok önemli bir rol oynayan bi­linçdışı öğretisi.

3- İnsanın faaliyetlerinin sanıldığından çok daha fazla amaca yönelmiş faaliyetler­den oluştuğunu savunan ve insan düşünce­siyle davranışının motivasyonuna büyük önem veren bir amaca yönelmişlik öğretisi. 4- Bireyin yetişkinliğe doğru olan gelişim sürecinde, çocukluk dönemi yaşantılarının, ilk tecrübelerin büyük bir önem taşıdığını. ifade eden bir gelişim psikolojisi. 5- Psikote­rapi ve psikiyatrinin kabul görmüş yöntem­lerini kullanan bir ruhsal tedavi anlayışı.

İnsan davranışına ilişkin bir teoriye, insan davranışının gerisindeki motivasyonları orta­ya çıkaran bir dizi tekniğe karşılık gelen psi­kanalizin yaratıcısı Freud, söz konusu psi­koloji anlayışının bireysel kişiliklerin derinliklerine ilişkin olarak sağlam bir kav­rayış sağladığını, psikanalizin tedavi teknik­lerini uygulayan hekimin ustaca müdahale­lerle zihinsel bozuklukları ortadan kaldırdığım ve böylelikle, psikanalizin mut­suzlukların yerine genel bir mutluluk getir­diğini öne sürmüştür.

Yine Freud’a göre, psikanaliz, bilinçli ben ya da benliğin kendi dünyasının bile efendisi olmadığını kanıtladığı için, bilimsel ilerlemenin ayrılmaz bir parçası olan ve insanoğlunun kendisinin biricikliği ve öne­miyle ilgili sarsılmaz inancına, Kopernikin yeryüzünün evrenin merkezi olmadığını gösteren güneşmerkezli sisteminden sonra, üçüncü ve sonuncu darbeyi indiren, bir teo­ridir.

Freud’un söz konusu psikoloji anlayışı, felsefede farklı tepkilere konu olmuştur. Tepkilerden birincisi, Wittgenstein’ın teori­yi olumlu değerlendiren yaklaşımıdır. Witt­genstein, bu çerçeve içinde, felsefeyle psika­naliz arasında bir ilişki kurmuş, felsefenin, görevinin, tıpkı psikanalizin, psişik bozuk­lukları ortadan kaldırması gibi, kafa karışıklı­ğına ve çözülemez problemlere yol açan kav­ramsal bozuklukları gidermek olduğunu düşünmüştür. Yine, çağdaş düşünürlerden Gadamer’e göre, Freud hermeneutik ola­rak bilinen yöntemin fikir babası olup, felse­feye, görünüşteki anlamın gerisine gitmeyi öğretmiştir. Marcuse’e göre ise, psikanali­zin bastırma ve bilinçdışı ile ilgili fikirleri, modern kapitalist bürokrasilerde söz konusu olan sefalet ve yabancılaşmanın adeta sağ­lam bir tasvirinden başka hiçbir şey değildir.

Derrida ve Foucault gibi düşünürler ise, Freud’u, yalnızca bilincin ve benin ya­nılgı ve aldanışlarını ortaya çıkardığı için değil, fakat Batı felsefesi geleneğinin teme­linde yer alan ‘akıl’ ve ‘gerçek’ düşünleri­nin anlamsızlığını gösterdiği için de olumlu karşılamışlar, ama bir yandan da düşüncele­rini daha ileriye, nihai mantıksal sonucuna kadar götürmediği için eleştirmekten geri durmamışlardır.

Psikanaliz bağlamında ikinci tepki, man­tıkçı pozitivistlerin .ya da örneğin Karl Popper’ın teori karşısındaki olumsuz tavrı­dır. Nitekim Popper’a göre, psikanaliz sözde bir kuram olup, bilimsel olarak test edilebi­lir bir teori değildir. O ne doğrulanabildiği, ne de yanlışlanabildiği için, bilimsel ilerle­meye engel olan, görünüşte bilimsel, gerçekte ise bilimsel olmayan bir görüştür.­

Psikoloji: 1- Ruh bilimi, pisişik olayların, ruh ya da zihinle ilgili fenomen ve olayların bilimi. Zihnin yapısını, işlevlerini konu alan araştırma dalı. Ayrıca, 2- Bir birey ya da kişiyi ya da belli kategoriden insan varlıklarını başkalarından ayıran karakter özelliklerinin ya da pisişik olayların bütünü..

Pufendorf, Samuel: 1632-1694 yılları ara­sında yaşamış, toplum sözleşmesiyle ünlü Alman düşünürü.

Temel eseri olan De Jure naturae et gen­tium adlı eserinde, fiziki ve zihinsel varlığa ek olarak tinsel varlıklardan da söz eden Pu­fendorf’a göre, Tanrı, bu tinsel varlıkların yardımıyla, insan özgürlüğünün nasıl kulla­nılacağını belirleyip, onun sınırlarını çizer. Onun Grotius’la Hobbes’tan alınmış kimi unsurları bir araya getiren toplum sözleş­mesi bir doğa hali kabulünü dayanır. Sivil otoritenin olmadığı, herkesin özgür ve başka herkes karşısında eşit olduğu bu doğa durumunda hayat, bununla birlikte tehlikeli ve zordur. İşte bu durum ona göre bir toplum sözleşmesindeki can alıcı noktayı, bir toplumsallaşma ilkesi kabul etmek için gerekli olan rasyonel temeli sağlar. Buna göre, doğuştan bir takım haklara sahip olan insanlar bir toplum oluşturmak için yani haklarını korumak, barış ve güvenlik içinde yaşamak üzere kendi aralarında bir sözleşme yaparlar.

 

 

 

 
 
Bugün 17 ziyaretçi (21 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol