C Harfi

 

FELSEFE SÖZLÜĞÜ

C

 

Campanella Tommaso: 1568-1639 yılları arasında yaşamış olan Ünlü İtalyan düşünür.

Campanella, siyaset felsefesi alanında ise yaşadığı dönemin İtalya'sındaki bozukluklardan yola çıkarak bir ütopik devlet anlayışı geliştirmiştir. Başka bir deyişle, o zamanının İtalya’sındaki toplumsal düzenin iyileştirilemeyeceğine inanmış ve her bakımdan mü­kemmel olduğuna inandığı yeni ve yetkin bir toplumsal düzen tasarlayarak, toplumun kurtuluşunun Güneş Ülkesinin toplumsal düzeni yasama geçirildiği takdirde mümkün olacağını savunmuştur.

 

Camus, Albert: 1913-1960 yılları arasında yaşamış olan Fransız düşünür ve romancı. Temel eserleri: La Chute [Düşüş]. L’Homme Revolte [Başkaldıran İnsan], La Peste [Veba].

Düşünsel gelişimi iki ayrı döneme ayrı­lan Camus, birinci dönemde, dünyanın saç­malığı ve yaşamın anlamsızlığı konuları ve dolayısıyla, saçma kavramı üzerinde, buna karşın ikinci dönemde başkaldırı konusu ve buna bağlı olarak, dünyanın anlamsızlığına başkaldırmak, toplumu değiştirmek, kötü­lükleri gidermek ve daha iyi bir düzen kur­mak amacıyla eylemde bulunma temaları üzerinde durmuştur. Ona göre, dünyanın saçmalığına, kaçınılmaz yenilgiyi bile bile kötülüklere karşı çıkmak, yaşama anlam katmaktan başka bir şey değildir.

Felsefesi tümüyle etik bir çizgide gelişmiş olan Camus, felsefe tarihinin geçmişinden kalan spekülatif sistemlerden hiçbirinin insan hayatı için bir rehber olma rolü oynayama­dığı gibi, insanın sahip olduğu değerlerin geçerliliği için de bir teminat sağlayamadı­ğını söyler. Başka bir deyişle, insanın daima dünyanın değerleri, kişisel idealleri ve doğru ve yanlışa dair yargıları için bir temel sağlamasını istediğini söyleyen, dün­yanın insana ve insani özlemlere kayıtsız oluşunu; mutlu olmak isteyen, mutluluk is­teğini yüreğinin en derinlerinde hisseden in­sanın dünyanın akıldışı sessizliğiyle çarpış­ması durumunu saçmalık (absurdit) olarak değerlendiren Camus’ye göre, geçmiş çağ­larda benimsenmiş olan ahlâki tavırlar, in­sanın mutluluk özlemi ve başkaca etik ide­aller, insani değerlerle gerçekliğin doğası arasında belli bir uygunluk ya da ahenk bu­lunduğu inancına bağlıydı. Buna göre, ahlâki ayırımları geçerli kılan dış destekler geçmişte teleolojik bir dünya görüşü, ama özellikle de din tarafından sağlanmaktaydı. Modern dönemde dini inancın çöküşünün ardından doğan boşluk, onun “laik dinler” adını verdiği ilerlemeci tarih felsefeleri tara­fından doldurulmuştur. O, Hegel ‘le Marx’ın, insani değerleri gerçekliğe bir tarihsel geliş­me ve ilerleme öğretisiyle bağlamaya yöne­lik teşebbüsler olarak yorumladığı tarih öğretilerinin iflas ettiğini söyler.

Bu saçma görüşünden de mutlak bir nihi­lizmin çıkması kaçınılmaz olmakla birlikte, Camus bu yola girmekten ısrarla sakınmış ve modernliğin sonucu olan nihilizm batağında boğulmak yerine, saçma deneyiminden bir başkaldırı etiği ve hatta bir dayanışma bilin­ciyle bir duygudaşlık ahlâkı türetebilme uğra­şı içinde olmuştur.

Fakat o, yeni bir etik formüle etmeye kal­kışmazdan önce, saçmadan kaçmanın gerçek­te kabul edilemez olan sözde yollarının çö­zümsüzlüğünü göstermenin kaçınılmazlığını vurgulamıştır. Camus’ye göre, saçmanın ta­hammül edilmez ve hatta dehşet verici bunal­tısıyla yaşayamayan insan, saçmalığın yol aç­tığı mahkumiyetten kurtulabilmek için birtakım çareler arar. Saçma, bir tarafına insa­nı, diğer yanına ise dünyayı yerleştireceğimiz iki terim ya da kutuplu bir ilişki veya böyle bir ilişkinin sonucu olan durum ya da yaşantı olduğundan saçmayı ortadan kaldırmanın bili­nen iki yolu vardır: Kutuplardan biri ya da di­ğerini ortadan kaldırmak, yani ya insanı ya da dünyayı yok etmek. Camus bunlardan her iki­sini de, birine tinsel ya da felsefi, diğerine ise fiziki adını vererek, intihar şeklinde tanımlar.

İntiharın her iki durumda da asla bir çözüm olamayacağını, tam tersine insanın saçmaya teslimiyetini teyit ettiğini savunan Camus’a göre, insan insani durumundan, yazgısından kaçmak, saçmadan bir şekilde sıyrılmaya ça­lışmak yerine, kaderine dürüstçe boyun eğme­li; insani durumuna bir yandan başkaldırırken, bir yandan da onu tüm sonuçlarıyla birlikte, yüce gönüllülük içinde kabul etmelidir. Bunu yapan insan hiç kuşku yok ki saçma bir insan, fakat aynı zamanda bir kahramandır; onun ha­yatı da, değerin olmadığı bir dünyada, ahlâklı ve erdemli bir hayattır. Zira Camus, saçma bi­lincinin, hayatın saçmalığının mutlak bir say­damlık içinde farkına varmanın, insanı üç temel erdeme götürdüğünü söyler: Başkaldırı, özgürlük ve tutku.

Bunlardan başkaldırı, insanın anlamdan yoksun bir dünya içindeki durumuyla ilgili çıplak hakikate direnmesi veya meydan oku­ması anlamına gelir. Hem bilinci ve hem de akıldışı dünyayı koruyan, biri olmazsa diğerinin de olamayacağını gösteren, hayata hem gerçek değerini veren, hem de ona meydan okuyan bir araç olarak başkaldırı saçmayı ya­şatır. Başkaldırı, ona göre, bir değer oluşturma faaliyeti olup, insanın kendisini aşmasını sağ­lar. Umutsuz olsa da, hiçbir şekilde teslimiyet içermeyen bu direniş ve başkaldırı, bundan dolayı insan hayatına belli bir büyüklük ve mana kazandırır, onu değerle bezer: “Bir başkaldırma davranışında birbiriyle ilişkisi olan üç değerin ortaya çıktığı hiç olmazsa kesin bir gerçektir. Birincisi, saçmaya karşı başkaldır­ma bir insanın yeniden kendi kendini buluşu­dur. Başkaldırma insana içinde önemli saydığı bir parçanın varlığını açıklar, o bu parça ile bir insan varlığı olarak kendi özünü tanır, ve onun adına varlık saçmalığının karşısına dikilir. İlk çıkan değer insanın birey olarak değeri, yalnız böyle bir davranışın gösterebileceği ve uygu­layabileceği insan güçleridir. Ancak birey bu değerin onu bir insan varlığı, insanlığın bir parçası durumuna getirdiğini görmüştür. Böy­lece başkaldırma kişisel alınyazısını aştığı gibi, genel olarak insanın niteliğini de aşacaktır. Sonuçta, evrensel insan niteliğine benze­yen bir şey de başkaldırmanın ortaya çıkardığı ikinci değerdir.” Bu, Camus’ye göre, üçüncü değere, yani insanlar arasındaki dayanışmaya götürür. O işte tam olarak burada ünlü Kartezyen formülün yerine kendisininkini koyar: “Başkaldırıyorum, o halde varız” der ve duru­mu şöyle özetler: “Başkaldırma her ne kadar, hiçbir şey yaratmadığı için ilk görünüşte olumsuzsa da, derinden derine olumludur, çünkü insanda her zaman için korunması ge­reken öğeleri ortaya çıkarır.”

Saçmayı kabul edip tanıma, ikinci olarak insanı alışkanlık ve uzlaşımdan kurtarır; insan bu sayede en azından içsel olarak özgürleşir ve her şeyi yeni baştan ve yeni bir ışık altında görmeye başlar. Özgürlüğünün bilincine varan, saçmaya ve insani sınırlara bağlı öz­gürlüğü tadarı insanın, başka bir deyişle, bu dünyadaki durumunda ve hayatı yaşama şek­linde artık eskisinden farklı bir tarz ortaya çıkar: “Bu yeni durum, yarın diye bir şey ol­madığı için, mevcut anı yaşama ve bu yaşa­mayı arıların birbirini takip edişi içinde ger­çekleştirme, hayata bağlanma biçiminde dur. Bu istek, şimdiki anı ve birbirini takip eden anları yaşama isteğidir.

Camus tutkuyla da, saçmalıktan kaçmak yerine, onu mutlak bir açıklıkla karşılamayı, saçmayla tam bir bilinç saydamlığı içinde he­saplaşmayı, hayatı olabildiğince yoğun bir bi­çimde yaşamayı anlatmak ister. Başka bir de­yişle, insan kısa olan hayatını en iyi şekilde değerlendirmeli ve bu dünyadan ibaret olan ülkesinde hiç zaman yitirmemelidir. İnsanın hazır bulduğu değerler bulunmadığına, evren­sel bir ahlâk sisteminden bahsedilemeyeceği­ne göre, önemli olan somut ve bireysel hayattır; iyi yaşamak değil, fakat çok yaşamaktır. Saçmanın farkına varan ve ölüm bilincine ula­şan insan, tecrübelerinin niceliğine önem ver­mek, deneyimlerinin niceliğini en üst düzeye çıkarmak durumundadır.

Camus’nün bu erdemleri örnekleyen, kendisinin salık verdiği hayatı yaşayan, onun saçma insanı ve hayatını karakterize eden kahramanı Sisyphos‘tur. Sisyphos, Yunan mitolojisinin yalancı, düzenbaz, tan­rılardan kaçan, onları hor gören, tanrılar ta­rafından, bir daha böyle işlere kalkışacak zaman bulamaması için, bir kayayı hiç dur­madan bir dağın tepesine çıkarmaya mahkum edilmiş kahramanıdır. Buna göre, Sisyphosun temsil ettiği saçma insan, saç­mayı kabul etmekle birlikte, ona meydan okuyarak yaşayan insan, Tanrı’sız insandır; o, Tanrı’sız olduğu için de, yarınsız ve umutsuz insandır. Onun kendine ait birta­kım doğruları vardır, elbet. Bu doğruların en belli başlıları, ölümün bir son olduğunun bilinmesi, insan için biricik hakikatin saçma olduğunun farkına varılması, asla boyun eğilmemesi gereken bir alınyazısına sahip olunması, umutsuzluk ve kötülüktür. O, bu doğruları dürüstlükle kabul eden, saçmayı anlayan, ama kaderine de hiçbir şekilde boyun eğmek istemeyen biridir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, ölümü değil, fakat hayatı seven ve kendini başkaldırıda doğru­layan ve olumlayan insan, işte o saçma in­sandır. Saçma insan yaşanmaya değmeye­cek bir hayatı kendisi ve başkaları için yaşanmaya değer bir hayat haline getirmeye çalışan bireydir. O kendini çeşitli alanlarda ve çeşitli şekillerde gerçekleştirmeye çalışa­rak mutlu olmanın yollarını arar.

Bununla birlikte, saçma insanın mutluluk özlemi kendisine yabancı bir dünyada boşluğa çarpar. O başkalarına ve dünyaya yabancı ol­duğu için tek başına, yapayalnızdır. Dolayısıy­la, o saçmalığın farkındadır ve gideceği başka bir yer yoktur. Yani, o içgüdüsel olarak mutlu olmak isteyen, hayatının sınırsız olarak sürme­sini özleyen, başka insanlarla ve dünyayla iliş­ki kurmaya çalışan, ama bu isteklerinin gerçekleşmediğini gören, bu durumu bütün açıklığıyla karşılayan ama bu durum karşısın­da, tıpkı kayayı her seferinde tepeye çıkarmak için ölesiye bir mücadele veren Sisyphos gibi, ne yapabileceğini araştıran insandır. Onun du­rumu bu haliyle hem saçma ve hem de trajik­tir. Gerçekten de Camus’ye göre, Sisyphos’un durumu dünyadaki insanların durumudur. Bu­nunla birlikte, Sisyphos’u yücelten şey, onun durumunun bilincinde olmasıdır. İşte durumu trajik hale getiren şey de, söz konusu bilinçtir. Sisyphos, saçma ve trajik durumuna rağmen, mutludur, zira yazgısını kabullenmiş olup, du­rumunu bilir. Mutlu olmak için zaten saçmaya gerek vardır: “Bir tek dünya var, yalnızca. Mutluluk ve uyumsuz [saçma] aynı yeryüzü­nün iki oğlu. Birbirlerinden ayrılamazlar.”

Camus bizden Sisyphos’un mutlu olduğu­nu düşünmemizi ister, çünkü o başkaldırabilmiş, cezasını kendi kaderi yapmış, kayayı kendi kayası haline dönüştürmüş birisidir. “

 

Cebriye: İslam dünyasında bizzat Tanrı’dan geldiği inancını benimseyen ve her eylemin önceden Tanrı tarafından yara­tılıp, takdir edildiğini dile getiren kelâmi mez­hebi dile getiren terim.

İnsanların bir işi, bir eylemi yapıp yapma­makta özgür olduğunu kabul eden ve dolayı­sıyla insanların yaptıklarından sorumlu ol­dukları fikrini savunan Kaderiye mezhebinin karşısında yer alan Cebriye mezhebine göre, iyi ve kötü doğrudan doğruya Allah’tan gelir; olayların ortaya çıkışı ve meydana gelişi, in­sanın iradesine bağlı değildir, zira her şey Allah tarafından önceden, değişmezcesine belirlenmiştir.

İnsanın ya da kulun seçme özgürlüğü ol­madığı için, iyi ve kötü işlerin Tanrı’dan oldu­ğuna inanan Cebriye mezhebi, iki gruba ayrı­lır. Cehm bin Sahva’nın öncülüğünü yaptığı ve tam cebriler olarak bilinen birinci gruba göre, insanlarda irade bulunmamaktadır ve in­sanla cansız varlıklar arasında bu bakımdan hiçbir fark yoktur. Buna karşın, daha ılımlı bir yazgıcılığı savunan ikinci gruba göre ise, kulun yaptığı işi Tanrı takdir etmekle birlikte, kül işin yapılması için, belli bir çaba ve güç harcar.

 

Ceza: Yasaları bilerek ve isteyerek çiğne­yen, belli bir eylemiyle suç işleyen kişiye uygulanan yaptırım. Başkalarına bir şekil­de, maddi ya da manevi zarar veren, toplu­ma ve toplumsal hayata zararlı eylemlerde bulunan kişinin, özgürlüğünün elinden alınması, birtakım hakların kısıtlanması ve parasal kayba uğratılması suretiyle yoksunluk içinde bulunması durumu.

Bu bağlamda, genelin iyiliği adına konul­muş yasaları ihlal ederek, yasa ya da emirlere karşı gelerek suç işleyen kişiye verilecek cezayı çeşitli şekillerde temellendirmeyi, haklı kılmayı amaçlayan bir dizi öğretiyi belirleyen genel teoriye, ceza teorisi adı verilir.

Genel ceza teorisi içinde, 1- Cezanın amacının, suçludan, işlediği suça, yaptığı kötü­lüğe eşdeğerde bir öç almak olduğunu öne süren ceza anlayışı misilleyici ceza anlayışı olarak bilinir. “Göze göz, dişe diş” atasözünde ifadesini bulan bu orantılı ceza anla­yışına göre, ceza, suçluyu ıslah etmek için değil de, söz konusu olan bir kötülük ya da adaletsizliği düzeltmek, telafi etmek için verilir; zira en büyük adaletsizlik, kişinin başkalarına, orantılı karşılığı ve kaybını görmeden zarar vermesinden, kötülük etme­sinden oluşur.

2- Cezanın amacının suçluyu ıslah etmek, suçlunun davranışını değiştirmek ve iyileştir­mek olduğunu, salt ceza vermek, öç almak için verilen cezanın kötü ve adaletsiz olup, cezanın ancak cezalandırılan kişiye yarar sağladığı zaman meşru olduğunu öne süren ceza öğreti­si, ıslah edici ceza anlayışı olarak kategorize edilir. 3- Buna karşın, suçluya, aynı suçu işle­yecek başka insanlar üzerindeki caydırıcı et­kisinden dolayı, ceza verilmesi gerektiğini sa­vunan ceza görüşü caydırıcı ceza anlayışı olarak bilinir.

4- Nihayet, cezanın kendi içinde, özü itiba­riyle kötü bir şey olduğunu, bundan dolayı ce­zanın en yüksek sayıda insanın en yüksek mutluluğuna katkı yaptığı sürece, caydırıcı et­kisinden dolayı verilebileceğini savunan ceza anlayışı; cezanın olumlu sonuçlar ürettiği zaman meşru, aksi takdirde anlamsız ve ge­reksiz olduğunu savunan görüş ise yaratıcı ceza olarak tanımlanır.

 

Civitas, Solis: İtalyan filozofu Campanella’nın tasarladığı ütopik devletine verdiği ad: Güneş Ülkesi.

Hint Okyanusundaki bir adada kurulmuş olan Güneş devletinde egemen güç, tıpkı Platon’un Cumhuriyetinde olduğu gibi, bilim ve felsefedir. Devletin yöneticileri pratik ve teorik bakımdan çok iyi yetişmiş olan kimselerdir; nitekim, devletin başında hem filozof ve hem de rahip olan bir hü­kümdar vardır. Devletin istikrarı ve sağlam­lığı için, mülkiyet ortaklığı uygulanır, dev­let cinsler arasındaki birleşme ve evlilikleri bile düzenlerken, bir yandan da bireylerin kendilerini geliştirebilmeleri için, çalışma günde dört saatle sınırlı tutulur.

 

Comte, Auguste: 1798 – 1857 yılları arasında yaşamış olan, pozitivizmin kurucusu Fransız filozofu. Temel eserleri: Course de Philosophie Positive [Pozitif Felsefe Ders­leri], Systeme de politique positive [Pozitif Politik Sistem].

Kartezyen veya Aydınlanma geleneğinin en önemli temsilcilerinden olan, Ortaçağın dünya görüşünün yerine geçen yeni bilim kökenli ideoloji için bir temel sağlamaya çalışan Comte’un temel amacı, toplumun re­formdan geçirilmesi, toplumun yeni baştan düzenlenmesi olmuştur. Bu amaç, ona göre, toplumu yöneten yasaların bilgisini, toplumu konu edinen bir bilimi gerektirir. Bu bilim için ise, yeni bir bakış açısına, yeni bir felsefe anlayışına gerek duyulur. Bu nedenle, Comte arzuladığı toplumsal reform ve düzenlemeyi bilimsel temelleri olan bir felsefe, pozitif fel­sefe ya da pozitivizm üzerine inşa edilmiş olan bir toplum bilimi geliştirerek gerçekleşti­rebileceğini düşünmüştür. O, pozitivizmi yal­nızca yeni bir felsefe anlayışı, bir düşünce tarzı olarak değil, fakat toplum problemi için temelli bir çözüm olarak öne sürmüştür.

Comte’a göre, inançların herkesçe ortak olarak benimsenmediği, düşüncelerdeki anar­şinin toplumda anarşiye yol açtığı bir çağda kurtuluşu sağlayacak tek çözüm pozitivizm­dir. O, tarihin akışını tersine çevirmenin ve toplumsal birlik ve düzeni, Fransız Devriminden önceki dini ve manevi değerlerle sağ­lamanın imkansız olduğunu savunmuştur. Eşitlik, insan hakları ve halkın egemenliği gibi kavramların içleri boş metafiziksel so­yutlamalar ve dogmalar olduğunu söyleye­rek, demokrasinin yöntemlerini savunanlara da karşı çıkan ve pozitivizmi, bu çerçeve içinde genel bir zihin hali, bir araştırma ruhu olarak tanımlayan pozitivist Comte’un söz konusu felsefe anlayışı, insan için olumlu ve yapıcı olanın yalnızca olguları gözlemleye­rek tasvir etmek olduğunu öne sürer. Onun pozitivizminin en önemli özelliği, doğanın yüce ve mutlak bir amacı olduğu fikrini red­detmesinden meydana gelir. Comte’un pozi­tivizmi, ikinci olarak varlıkların özünü ya da varlıkların gizli, içsel nedenlerini bulma ça­basından vazgeçer. Bu felsefe yalnızca olgu­ları araştırmak, varlıklar arasındaki sabit iliş­kileri gözlemlemek gerektiğini öne sürer.

Comte, şu halde yüzyılın birçok diğer dü­şünürü gibi bir ideolog olarak anlaşılmak du­rumundadır. O yeni bilim ideolojisinin en önemli temsilcisidir. Comte’un felsefesi bü­tünüyle hümanist bir kültürün, modern bilim üzerine yükselen seküler bir dünya görüşünü temsil eder. Onun gözünde biricik rasyonalite standardı bilimsel rasyonalite olduğu için, bi­limi eleştirel bir temellendirme ile biricik yegane insani bilgi formu olarak meşrulaştır­mak aklından hiç geçmemiştir. Bilim karşı­sında olumlayıcı, tasdik edici bir takınan Comte, bilimin yönteminin bizatihi bilginin kendisinin yöntemi olduğu iddia etmiştir.

Bilgi teorisi bakımından Comte tam bir empiristtir. Bununla birlikte, o empirizmi, İn­giliz düşünürlerinin yaptığı gibi, idelerimizin ve bilgimizin kaynağını açıklamak için değil, fakat pozitivistik bir tarzda, bilimsel ol­mayan düşünme tarzlarını yıkmak için ideo­lojik bir araç olarak kullanmıştır.

Onun felsefesi, yine 19. yüzyılın diğer bazı felsefeleri gibi, tarihsel gelişme kavra­mıyla yüklü bir felsefe olmak durumundadır. Nitekim, o ünlü üç evre yasasını, aydınlan­mış insanlığın benimsemesi ya da alması ge­reken doğrultuyu buyuran bir entellektüel ilerleme ve özgürlük yasası olarak yaz etmiş­tir. Comte işte bu yasayı da kendisinden ön­ceki bütün dini ve felsefi bakış açılarını mah­kum etmek için kullanır. O bu perspektifleri insan düşüncesinin pozitif felsefede son bula­cak tarihsel gelişiminin vazgeçilmez uğrakla­rı olarak değerlendirir.

Yasanın özellikle üçüncü evresini açıklar­ken, Comte kendi bilim teorisinin ana hatları­nı verir. Ona göre, bilimsel düşünce bir hi­potezin geçerliliğini belirleme gözlemin sınamasını kabul eden düşünmedir. Bilim gözlemle başlar ve deneyle devam eder. Bu­nunla birlikte, bilim gözlem kayıtlarının top­lamından daha fazla bir şeydir. Örneğin, fizik gibi bir bilim tikel olgulara ilişkin gözlem ka­yıtlarının zengin bir birleşiminden meydana gelmez; fizik esas, bu olguları başka olgulara sistematik bir tarzda bağlayan genel hipotez ve teorilerin formülasyonundan oluşur. Ger­çek bilim bu olgular birbirleriyle bir korelas­yon içine sokulduğu ve hepsinden önemlisi bireysel fenomenler birbirleriyle yasa benzeri ilişkiler içinde bulunan fenomen sınıflarının üyeleri olarak görüldükleri zaman ortaya çıkar.

Comte aynı zamanda bilimlerin birliğini savunan ilk düşünürdür. Fakat, o sonraki pozitivistlerin tam tersine, bir indirgemeci de­ğildir. Ona göre. bilimlere ilişkin sınıflama büyük ölçüde bilimlerinin yasalarının kapsa­mı ya da genelliğiyle ilgili farklılıklardan kaynaklanır. Bilimler birbirlerine dayanmak­la birlikte, her birinde söz konusu olan yasa­lar farklılık gösterir. Dolayısıyla bilimlerin birliği, onda aynı yöntemi kullanma bağla­mında, metodolojik açıdan bir birliktir.

Varlık görüşü bakımından dört başı mamur bir fenomenalist olan Comte, her tür materyalizmi reddeder. Bunun gerekçesi de, hiç kuşku yok ki, materyalizmin, onun gö­zünde metafiziksel bir öğreti olması, ve örne­ğin fizik, biyoloji ve sosyoloji gibi bilimlerde ele alınan fenomen türleri arasındaki gözlem­lenebilir farklılıkları ortadan kaldırmasıdır.

Comte Geisteswissenschaften’e de aynı gerekçeyle, yani insan ya da tin bilimleri bilime tinsel kategorileri bilime soktukları, özel deneyim verilerini gündeme getirdikleri ve diyalektik yöntemi kullandıkları için karşı çıkmıştır. O bunun yerine kurucusu olduğu sosyolojiyi önermiştir. İnsan davranışı, yal­nızca psikoloji ve sosyoloji yoluyla anlaşıla­bileceğini öne süren Comte, toplumsal yapı­nın, bir ilerleme ortamında varlıklarını sürdüren nitelikleri ve organları ile kendi ba­şına var olduğunu söyler. Toplumun statik yönüyle dinamik yönünü birbirinden ayıran Comte’a göre, toplumun statik yönü mülkiyet, dil, din gibi toplumun belirli durağan yönle­rinden oluşur. Toplumun statik yönü, insanın doğal yapısına bağlıdır. O, toplumun dinamik yönünü, toplumun ilerleme gücü olarak tanımlamıştır.

İlerleme ise, düşüncedeki ilerlemedir, sta­tik yapıdan en yüksek ölçüde nasıl yararlan­mamız gerektiği konusundaki kavrayışımızı geliştirmekle ilgili bir husustur. Yoksa, ilerle­me toplumun statik yönünü oluşturan öğele­rin değişimiyle ilgili bir konu değildir. Örne­ğin, aile kurumu, insanlar metafizik evreden pozitif evreye geçerken değişikliğe uğramaz. Fakat pozitivizmin dinamik etkisi, kadınlara yeni bir statü kazandırmaktan oluşur. Aynı şekilde, yeni düzende mülkiyetten, tek bir in­sanın çıkarını değil, fakat başkalarının çıkarı­nı da hesaba katacak bir biçimde yararlanılacaktır.

Öte yandan, bütün sistemin anahtarı dindir; bununla birlikte, Comte’un yeni dini, insanlı­ğa inanmaktan oluşacaktır. Buradan da anlaşı­lacağı üzere, o bir tür insanlık dini kurmaya çalışmıştır. Onun bu yeni dini, ayin ve törenle­rine kadar, Hıristiyanlığın bütün inançlarına bağlıdır, fakat o Tanrı’nın yerine insanlığı, ermişlerin yerine bilginleri geçirir. Bu insanlık dini, devletin yönetim şekline de yansıyacaktır. Artık, Comte’a göre, tek insan diye bir şey olmayacaktır. Tek insan kendi kişisel çıkarım değil de, toplumun çıkarını düşünecek, onu kendi çıkarına üstün tutacak şekilde yetiştirile­cektir. Bu toplumda benciliğin yerini, özgecilik alacaktır.

 

‘Comte’çu pozitivizm: Bütün poziti­vizmlerin tarihsel olarak en eskisi, kendisinin ideal ve pratiklerinden en azından ilham alan diğer pozitivizm türlerinin temelinde bulunan pozitivizm türü.

‘Comte’çu pozitivizmin en önemli tezi, üç evre yasasıdır; bu anlayışa göre, bilimlerin ta­rihi pozitif evreye erişmezden önce, teolojik ve metafizik evrelerden geçmek durumunda­dır. Pozitif evreye ise, ancak mutlak hakikatle ilgili iddialardan vazgeçip, fenomenler arasın­daki ardışıklık ve benzerlik ilişkilerini konu alan empirik araştırmalara geçildiği zaman, erişilir. Aynı şey Comte’un pozitivizmine göre, toplum ve sosyoloji için de geçerlidir. Fransız Devrimi Fransız toplumunu teolojik bir evreden metafizik bir evreye taşımıştır. Artık ihtiyaç duyulan şey, daha iyi bir topluma götürecek olan pozitif bir sosyolojidir.

 

Condorcet, Marquis de: Aydınlanmanın 1743-1794 yılları arasında yaşamış olan ünlü düşünürü.

İnsanın yetkinleşebileceğine ve insanlığın “sonsuzca ilerleyebileceğine inanan Condor­cet, ilerlemeye duyduğu bu inancı, Esquisse d’un Tableau Historique des Progrös de I’Esprit Humain [İnsan Zekasının İlerlemele­ri Üzerine Tarihi bir Tablo Taslağı] adlı ese­rinde dile getirmiştir. Ona göre, insan vahşiliğin en alt basamaklarından hızla yu­karı doğru yükselmiş olup, aydınlanma, erdem ve mutluluk yolunda hızla ilerlemeye devam etmektedir. Başka bir deyişle, söz ko­nusu ilerleme sürecinde, dokuz evreden geç­miş olan insan, onuncu evreye gelmiş bulun­maktadır. Geçmişe ilişkin belirlemelerden gelecekle ilgili genellemelere giden Condor­cet’te göre, onuncu evreyi belirleyen üç eğilim vardır: 1- Uluslar arasındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması, 2- sınıflar arasındaki eşitsizliğin kaldırılması, ve 3- İnsan doğasının, her bakım­dan ilerleme ve yetkinleşmeye açık olması.

Ekonomik özgürlük, dini bakımdan hoş­görü, eğitim reformu ve köleliğin ortadan kaldırılması konularında da çalışmış olan Condorcet, aklın egemenliğini toplum yaşamında da geçerli kılmak istemiştir.

 

 

 

 

 

 
 
Bugün 23 ziyaretçi (33 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol