D Harfi

FELSEFE SÖZLÜĞÜ

D

Dağıtıcı adalet: Herkese hak ettiğini vermek biçiminde tanımlanan orantılı bir eşitlik düşüncesinin ürünü olup, eşitlerin eşit, eşit ol­mayanların da farklı işlem görmesi gerektiğini savunan adalet türü. Bir toplumda mal, mülk, eğitim, imtiyaz, hak ve fırsatların, top­lumun üyelerine orantılı bir şekilde dağıtılma­sına dayanan adalet anlayışı.

Daimicilik: Genel olarak, insanın toplumun ve yaşamın değişmez bazı temel yönleri, gerçekleri bulunduğunu bu öz ya da yönle ­kaldığını savunan öğreti.

Darwin, Charles: 1809-1882 yılları arasın­da yaşamış ve canlılarda evrimin doğal ayık­lanma yoluyla gerçekleştiğini öne süren teo­risiyle, bilim ve düşünce tarihinde adeta bir devrim yaratmış olan İngiliz doğa bilimci.

Evrim konusunda yeterli kanıt sunarak, canlıların, doğal ayıklanma yoluyla çevreye uyum sağladığını açıklamış ve On the Origin of Species by Means of Natural selection [Türlerin Kökeni] adlı temel eserinde geliştir­diği görüşleriyle, zamanının bilim ve din çev­relerini derinden etkilemiş olan Darwin, Darwinizm olarak bilinen evrim öğretisiyle Tanrı’nın varoluşuna dair en önemli kanıtlar­dan biri olan düzen ve amaç kanıtının gücü­nü yıktığı gibi, yaradılışla ilgili dini öğretilere de öldürücü bir darbe indirmiştir.

Darwinizm: Ünlü İngiliz biyolog ve doğabilimcisi Charles Darwin’in doğal ayıklanma, türlerin kökeni ve insanın türeyi­şiyle ilgili evrimci görüşünü, onun insan da içinde olmak üzere, tüm canlı varlık türlerinin doğuşunu ve gelişmesini yaşama savaşı ile açıklayan araştırmalarını ve görüşlerini ta­nımlayan genel terim.

Darwin’in, organik değişimleri açıklamak amacıyla geliştirdiği biyolojik evrim teorisini temele alan yaklaşım; insanı da içine alan canlı doğanın evrimle oluştuğunu, bu evri­min itici gücünün, yaşama kavgası ve bunun sonucu olarak da, doğal ayıklanma olduğu­nu, doğal türlerin yaratılmayıp, doğal etken­lerle, birbirlerinden çıkarak oluşmuş olduğu­nu öne süren öğreti olarak Darwinizm, Darwin’in, evrimin üç ilke ya da etkenin etki­leşimine dayandığı anlayışını tanımlar. Bu üç ilke ya da etken sırasıyla değişiklik, kalıtım ve varolma savaşıdır. Bunlardan değişiklik, bütün canlılarda söz konusu olan serbestleşti­rici etken; kalıtım, benzer organik formların bir kuşaktan başka bir kuşağa aktarılmasını sağlayan tutucu etken; varolma savaşı ise, belli bir ortamda üstünlük sağlayacak deği­şiklikleri belirleyen, böylece de seçici bir üreme hızı aracılığıyla türlerin değişime Uğ­ramasını sağlayan etkene karşılık gelir.

Davranış: Bir nesnenin, özellikle de canlı bir yaratığın, bir organizmanın belli bir ortamdaki hareket tarzı, canlıların çeşitli durum ve ortamlardaki tepkileri, bireyin için­de bulunduğu doğal ya da toplumsal ortamın uyaranlarına tepki gösterme ya da yanıt verme biçimi için kullanılan genel terim.

Davranışçılık: Psikolojinin tam anlamıyla em­pirik veya deneysel bir bilim olması gerek­tiğini, onun sadece ve sadece organizmanın yaptığı ve dışa vurduğu şeyi araştırması ge­rektiğini söyleyen teori; insan ve hayvan psi­kolojisini, zihin ve bilinç kavramlarını tü­müyle bir kenara bırakarak, davranışa ilişkin araştırmalarla sınırlayan, psikolojinin mümkün tek konusunun gözlemlenebilip, ölçülebilen davranış olduğunu savunan çağdaş Amerikan psikoloji okulu. Psikolojinin görevinin davranışa ilişkin açıklama ve öndeyi olduğunu, davranışa ilişkin açıkla­manın davranışla ilgili fonksiyonel bir ana­lizden, yani davranışın kendisinin bir fonk­siyonu olduğu bağımsız değişkenleri belirlemekten meydana geldiğini öne süren psikoloji görüşü.

1910 yılında, John B. Watson tarafından kurulan davranışçılı k, psikolojiye yüzyıl başlarında hakim akım olan içebakışçılığa bir tepki olarak doğmuştur.

Dayanışmacılık: Ahlâkın, siyaset, sosyoloji, hukuk ve iktisadın temelini dayanışmada bulan öğ­reti. Özellikle de, sosyoloji ve ahlâk alanın­da, dayanışma fikri üzerine kurulan görüş veya doktrin.

Dayanışmacılık, ilke olarak, her insanın uygarlığın kendisine sağladığı nimetlerden dolayı, dünyaya borçlanmış olarak geldiğini öne sürer. İnsanın, bu nedenle toplumsal kalkınmaya katkıda bulunarak, başka bireylere yardım ederek, ve toplumsal yükümlü­lüklerden kendi payına düşeni yerine getire­rek borcunu ödemesi gerektiğini belirtir. Dayanışmacılık, bireylerin yardım dernek­leri ve kooperatifler aracılığıyla en yüksek ölçüde yardımlaşmak durumunda oldukları öne sürerken özgecilikle özdeşleşir.

Değişme: Duyumsal ve içe­bakışsal deneyimimizin en belirgin, temel ve özsel yönlerinden biri; varolanların başka bir şekle ya da duruma girmeleri süreci.

Değişme kavramı sırasıyla, zaman içinde art arda gelişi; değişme boyunca kendi ken­disiyle göreli olarak aynı kalan bir şey ya da tözü; bu tözün sahip olduğu özellikler bakımından sergilediği farklılıkları ve belli bir yön ya da doğrultuyu içerir.

Demokrasi: Halkın yönetimi, halkın kendi kendisini yönetmesi anlamına gelen siyasi yönetim biçimi. Genel olarak, temsil, çoğunluğun yönetimi, partiler arası karşıtlık ve yarışma, alternatif hükümet şansı, kontrol, azınlık haklarına saygı gibi temel kavram ve düşüncelerle belirlenen politik sistem.

Genel ifadesini, yöneticilerin yönetilenler tarafından seçilmesi düşüncesinde, yönetimle halk arasındaki ilişkilerin niteliğinde, yurttaşlar arasında ekonomik bakımdan büyük farklılıkların olmaması gerektiği görüşünde bulan, bireylerin doğuştan getirilen, sonradan sağlanan, ırk ya da mezhebe dayalı ayrıcalıkları olmaması gerektiğini savunan, kısacası bir eşitlik fikri, yani toplumdaki iktidar sisteminin, insanlar arasındaki farklılıklara göre değil de, benzerliklere dayanması gerektiği tezi üzerine yükselen yönetim tarzı. Eşitli ilkesine dayalı yaşam biçimi.

Doğrudan demokrasi olarak bilinen ve siyasal karar alma hakkının, çoğunluk yönetimi usulleri çerçevesinde hareket eden bütün yurttaşlar topluluğu tarafından kullanıldığı yönetim tarzı ya da modeli olarak demokrasi, antik Yunan’da, Atina’da doğmuştur. Bu­nunla birlikte, nüfus artışının bir sonucu olarak ve bilgideki uzmanlaşmadan dolayı, doğrudan demokrasiyi belirleyen koşulları ve yurttaşların siyasi karar sürecine katılı­mı, modern devletlerin siyasal yapılarında gerçekleştirilemez olmuştur.

Bundan dolayı, modern demokrasi temsili demokrasi olarak bilinen ve yurttaşların aynı hakkı kişisel olarak değil, seçtikleri, yurttaş­lara karşı sorumlu olan temsilciler aracılı­ğıyla kullandıkları yönetim tarzı ya da biçi­mi, veya liberal ya da anayasal demokrasi olarak bilinen, bütün yurttaşların ifade ve dini inanç özgürlüğü gibi bazı bireysel ve toplu haklarını güvence altına almak üzere, çoğunluk iktidarının belirli anayasal kısıtla­malar çerçevesi içinde uygulandığı yönetim modeli olarak gelişmiştir. Bu bağlamda, tüm yurttaşların önemli kararlara etkin bir biçim­de katılması anlamında doğrudan olan verilir.

Demokrasi paradoksu: Tarihte ilk kez olarak ünlü Fransız düşünü­rü Jean Jacques Rousseau tarafından ifade edilmiş olan ve hemen herkes tarafından kabul edilen öncüllerden çelişik bir sonuç çıkarsayan paradoks.

Rousseau tarafından dile getirilen para­doks, şu adımlardan oluşmaktadır: 1- De­mokratik tercihlerin meşruluğuna inanıyor-sam eğer, çoğunluk tarafından seçilen bir politikanın uygulanması gerekir. 2- A ve B gibi iki bağdaşmaz politika söz konusudur. 3- A politikasının uygulanması, buna karşın B politikasının uygulanmaması gerektiğine inanıyorum ve dolayısıyla oyumu A politi­kasının lehinde kullanıyorum. Fakat, 4- Ço­ğunluk B’nin lehinde oy kullanıyor. Bu al­ternatiflerden 1 ve 4’e göre, B politikasının uygulanması, 2 ve 3’e göre ise, B politikası­nın uygulanmaması gerektiğine inanıyo­rum. Bu çelişik sonuç, paradoksa göre, yal­nızca, demokratik değerlere bağlılığımın, beni çelişik inançları savunmak durumunda bıraktığı anlamına gelir.

Aynı paradoks, yirminci yüzyılda, kendi toplum görüşünü ifade ederken, ünlü bilim ve siyaset felsefecisi Popper tarafından so­mutlaştırılarak yeniden ifade edilmiştir. Buna göre, Popper, demokrasiden yalnızca hükümetlerin yönetilenlerin çoğunluğu tara­fından seçilmelerini anlamamak gerektiğini savunur, çünkü demokrasiden yalnızca bu anlaşılırsa eğer, ortaya demokrasi paradoksu çıkar. Zira, Popper’a göre, burada, çoğunlu­ğun, özgür kurumlara inanmayan ve iş başı­na gelince bu türden kurumları çoğunluk yıkan faşist bir partiye ya da Komünist Par­tisine oy verme olasılığı her zaman söz konusudur.

Kendisini çoğunluk oyuyla hükümet al­ternatifine bağlamış olan bir kimse böyle bir durumda, çözümsüz bir paradoksa düşer. Faşist partinin ya da Komunist partisinin başa geçmesini engellemek ilkelerine aykırı hareket etmek anlamına gelir, ama onlar ik­tidara gelince de, demokrasiye son vereceklerdir.

Demokratik sosyalizm: Sosyalizmi hedeflemekle birlikte, ihtilalci komünizmden, meşru yönetim sürecini sadakatle takip etmek ve liberal kapitalizmden sosyalizme barış içinde geçişi amaçlarken, bireyin öz­gürlüğünü her şeyin üzerinde tutmak bakı­mından farklılık gösteren antikapitalist fel­sefe ve hareket.

Evrimci bir düşünce ve anlayışı cisimleş­tiren demokratik ya da liberal sosyalizm, en iyi bir biçimde ihtilalci ya da Marksist komünizmle olan farklılıklarına işaret etmek suretiyle açıklanabilir. Buna göre, ih­tilalci komünizmin kapitalizmi ihtilalci bir yolla devirmeyi, proletarya diktatörlüğünün hakimiyetini kapitalist ideolojiden en küçük bir iz kalmayıncaya kadar sürdürül­mesini amaçladığı yerde, demokratik sosya­lizm meşru yönetim sürecini takip eder; kur­şun yerine oy pusulası ile sağlanan iktidara talip, iktidarının kaderini halkın hür seçim­lerle verilmiş kararına bırakır. Yine, ihtilalci komünizmin kişisel tüketim mallarının mül­kiyet biçimleri dışında kalan her şeyin kamu mülkiyetinde olması ilkesine dogmatik bir bağlılık sergilediği 9erde, demokratik sos­yalizm kamu mülkiyetinin özel mülkiyete üstün olduğu dogmasına pek önem vermez. Komünistin, iletişim araçları, eğitim ve propaganda kapitalist statükonun tarafını tuttuğu için, yurttaşları kapitalist sistemin işe yaramaz bir burjuva diktatörlüğü olduğu konusunda ikna etmenin beyhude olduğunu savunduğu yerde, demokratik sosyalist, yurttaşları kapitalizmin işe yaramaz ve ada­letsiz bir sistem olduğuna ikna etmeyi bek­leyecek sabırlı bir kişidir. Zira demokratik sosyalistlere göre, bireylerin özgürlüğü eko­nominin sosyalizasyonundan daha önemlidir.

Buradan da anlaşılacağı üzere, demokrasinin üstün değerinin, mülkiyetten ziyade özgürlükte yattığını gören demokratik sos­yalizm ihtilalci komünizmden farklı olarak otorite karşıtıdır. Komünistin gözünde, ister demokratik ya da ister faşist, bütün kapita­list sistemler bir burjuva diktatörlüğünden başka bir şey değildir; komünistler bundan dolayı demokratik sosyalizmin bakış açısıy­la kurumlarını diktatörlük gerçeğini gizle­meyen yapmacık oluşumlar ve ikiyüzlülük olarak görürler. Bu bakış açısından kapita­lizm bir kez diktatörlükle özdeşleştirildiği zaman, değişmenin tek aracının ihtilal, ko­münizan bir şiddet olduğu mantıksal bir sonuç olarak ortaya çıkar. Oysa demokratik sosyalizm, diktatöryal ve demokratik kapitalizm arasında bir ayırım yapar. Ona göre, diktatöryal kapitalizm içinden barışçı yolla değiştirilemezse de, bunu demokratik kapi­talizmde yapmak mümkündür. Dolayısıyla, demokratik sosyalist büyük ağırlıkla kapita­list karakterde işleyen kapitalist ekonomi­den sosyalist nitelikteki bir ekonomiye ba­rışçı yolla geçişi amaçlar.

Buna göre, komünizm kapitalizm, ihtilal ve komünist diktatörlük gibi üç mutlakla düşünürken, demokratik sosyalizm üç göre kavrama dayanır: Çıkış noktası olarak ağırlığı kapitalist olan bir ekonomi, aşamalı bir geçiş dönemi olarak uzun bir reform sü­reci ve muhtemel bir hedef olarak da ağırlıkla sosyalistleşmiş bir ekonomi.

Demokritos: Sokrates öncesi doğa felsefe­sinde, atomcu okulun Leukippos’la birlikte kurucusu olan ünlü filozof.

Metafiziği: O da Yunan felsefesini meş­gul etmiş olan, birlik ile çokluk arasındaki ilişkinin neden meydana geldiği, ve dolayı­sıyla «neyin gerçekten varolduğu problemi üzerinde yoğunlaşmıştır. Ona göre, çokluk, yani doğada varolan tüm nesneler bir şeyden, maddeden meydana gelmişlerdir. De­mokritos, sözü edilen bu birliği, maddenin, kendilerinin ataman adını vermiş olduğu küçük ve bölünemez parçacıkları olarak ta­nımlar. Onun görüşüne göre, çokluk bir ola­nın meydana getirdiği farklı ve değişik bir­leşim ya da düzenlemelerden başka hiçbir şey değildir. Doğadaki her şey, maddenin bölünemez parçacıkları olan bu bileşensel öğelere indirgenebilir. Bundan dolayı, doğa­da her ne kadar sayılamayacak kadar çok sayıda şey varolsa bile, bunların hepsi de, son çözümlemede tek bir şey türüne, yani atomlara ya da maddeye indirgenebilir. Öy­leyse, gerçekten var olan atomlar ya da madde olup, dış dünyadaki çokluk görünüşten başka bir şey değildir.

Onun söz konusu materyalist görüşünde, öyleyse, gerçekten varolan atomlar olup, atomların varoluşu kendilerinin içinde hare­ket edecekleri, onlardan daha az gerçek ol­mayan boşluğun ya da varolmayanın varo­luşunu gerektirir. Bu nedenle, çokluk ya da varolanlar, gerçekten varolan atomların boş­luk içinde değişik şekillerde bir araya geliş­leriyle açıklanmak durumundadır.

Atomlar, ezeli ve ebedi olan gerçeklikler­dir, yani evrenin yapıtaşları olan, her şeyin kendilerinden meydana geldiği atomlar için oluştan, varlığa geliş ve yok oluştan söz edi­lemez. Dahası atomlar katı olup, bundan do­layı değişmeye de tabi değildirler. Demokri­tos’un atomları yine kavramsal, mantıksal ve fiziki olarak bölünemezdir. Onun atomla­rı, modern atom görüşünde olduğu gibi, bir güç merkezi, matematiksel bir nokta olma­yıp, yer kaplayan bir parçacıktır.Yani, atom matematiksel olarak değil de, fiziken bölüne­mez olan bir birimdir. Onların fiziki bakım­dan bölünememelerinin nedeni ise, katılıkla­rı ve dolayısıyla, kendi içlerinde boşluk ihtiva etmemeleridir. Atomlar, yine sonsuz sayıda olup, kendi içlerinde bir birlik meyda­na getirirler. Onun atomculuğunda, nitelik bakımdan birbirlerinin aynı olan atomlar, birbirlerinden niceliksel bakımdan farklılık gösterirler. Diğer bir deyişle, varlığa gelme­miş, başka bir gerçeklikten türememiş, yok edilemez, değişmez ve ezeli-ebedi olan bu atomlar, birbirlerinden şekil ve büyüklük ba­kımından ayrılırlar. Atomların bazıları yu­varlak, bazıları düz, bazıları küre, bazıları küp şeklinde, bazıları gözenekli, diğer bazı­ları da çengellidir.

Birbirlerinden aralarındaki boşlukla ayrı­lan atomlar, tıpkı harflerin sözcükleri, tüm­celeri ve bir bütün olarak yazıyı meydana getirmesi gibi, gerçekliğin temel yapı taşları olarak ortaya çıkarlar. Gerçekliği meydana getiren tüm cisimler, atomlardan oluşur. Onların bir araya gelişleri ve birbirlerinden ayrılışları sonucunda, bileşik cisimler mey­dana gelir. Onları birleştiren ve ayıran, De­mokritos’a göre, atomlara dışarıdan bir fail güç tarafından aktarılan hareket değil de, onların özünde varolan harekettir. Buna göre, boş mekan içine yayılmış olan atomlar sürekli bir hareket hali içinde olup, onla­rın hareketleri birtakım çarpışmalara yol açar. Bu çarpışmalar iki yönlü bir sonuç do­ğurur: Birbirlerine hiçbir şekilde uymayan atomlar çarpışınca birbirlerinden uzaklaşırlar veya birbirlerine uyan, şekilleri birbirle­rine denk düşen atomlar, çarpışma sonucun­da birleşip bileşik cisimleri meydana getirirler. Bu şekilde oluşan bileşik cisim­ler, renk, koku, tat, sıcaklık gibi, duyusal ni­teliklere sahip olurken, atomların kendileri töz bakımından aynı kalır.

Dünyamız da, Demokritos’a göre, bu şe­kilde meydana gelmiştir. Atomların ağırlığı olup, onlar boşlukta aşağıya doğru düşerler. Daha ağır olanlar daha hızlı düşer, daha hafif olanlar ise, yukarıda kalır. Atomların bu hareketi bir çevrintiye yol açar. Bu hare­ketin sonucunda aynı büyüklük, ve ağırlıkta olan benzer atomlar birleşir. Ağır atomlar merkeze yığılırken, daha hafif atomlar çev­reye doğru fırlar; ağır atomlar merkezde, önce havayı, sonra suyu ve daha sonra da toprağı meydana getirirken, çevreye doğru fırlayan atomlar eteri meydana getirir.

Bilgi Görüşü: Demokritos’a göre, ruh da atomlardan oluşur. Şu farkla ki, başka tür­den iki atom arasına bir ruh atomu gelecek şekilde bütün bir bedene yayılan ruh atomları, daha ince, düz, ve yuvarlaktırlar.

Bilgi de, doğal olaylar gibi, atomlar ara­sındaki vurma ve çarpışma olaylarının özel bir türünden başka bir şey değildir. Buna göre, algılanabilen cisimlerden çıkan birta­kım akıntılar daha sonra duyu organlarına gelerek, onlara çarpar ve orada bir suret, imge meydana getirirler. Bununla birlikte, Demokritos, tüm materyalizmine karşın, al­gının bilgi vermediğini, bizi yalnızca görünüşlere, varolanların ikincil niteliklerine gö­türdüğünü savunmuştu. Bilginin iki yolunu birbirinden ayıran Demokritos’a göre, algısal bilgi, görünüşlerin, gerçekte varolmayan ikincil niteliklerin bilgisini verdiği için, aşağı türden bir bilgi olmak durumundadır. Bizim farklı cisimlere yüklediğimiz renk, ses, koku ve tat gibi duyusal nitelikler, ci­simlerin bizzat kendilerinde olmayıp, yal­nızca atomların çeşitli birleşimlerinin duyu organlarımız üzerindeki etkileridir. Atomla­rın katılık, büyüklük, şekil gibi birincil nite­liklerinin dışında, başka hiçbir nitelikleri yoktur. Bize yalnızca görünüşü veren, varo­lanların birincil niteliklerine hiçbir şekilde ulaşamayan duyu algısı, şeylere ilişkin ger­çek bir bilgi sağlayamaz.

Demokritos bizim atomları, gerçekte ol­dukları şekliyle algılayamadığımızı öne sürer; bununla birlikte, biz onları düşünebiliriz. Algıların, görünüşlerin bittiği yerde başla­yan düşünce ya da entellektüel sezgi, varlı­ğın bizzat kendisine, atoma ulaşır. O da, kendisinden önceki tüm diğer Yunan filozofları gibi, bir rasyonalisttir.

Denkleştirici adalet: Bireyler arasındaki eşitlik düşüncesiyle ilişkili olan toplum içindeki bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerini eşitlik, ve dürüstlük içinde düzenlemeyi amaçlayan adalet anlayışı. Özel­likle bireyler arasında eşya ve hizmet alışve­rişinde söz konusu olan ve aritmetik eşitliğe dayanan adalet türü.

Descartes, Rene: 1591-1650 yılları arasın­da yaşamış, modern felsefenin kurucusu olarak ün kazanmış Fransız filozof. Temel eserleri: Regulae ad Directionem Ingenii [Aklın İdaresi İçin Kurallar], Principia Phi­losophiae [Felsefenin İlkeleri], Discours de le Mathade [Yöntem Üzerine Konuşma], Maditations Mataphysiques [Metafizik Dü­şünceler].

Temeller: Yeni bir doğa ve insan anlayı­şının ortaya çıktığı, araştırma yöntemlerinin yeni baştan oluşturulduğu bir çağda, bilimlere bir temel kazandırmayı, ve ruhla bede­ni, tinsel olanla fiziki olanı, geleneksel dini öğretilerle de yeni bilim görüşünü uzlaştır­maya çalışmış ve çağının bilimlerini yeni baştan inşa etmeyi kendisine bir amaç ola­rak belirlemiş olan Descartes, yetkin bilgi modeli olarak gördüğü matematiği örnek almış ve amacı için mutlak olarak kesin olup, kendisinden hiçbir şekilde kuşku du­yulamayan bir başlangıç noktası bulmaya çalışmıştır.

Matematikten etkilenmiş, felsefede de, matematikteki gibi, sağlam bir yönteme ve sağlam temellere sahip olabildiğimiz takdir­de felsefenin kapsamı içine giren konularda da kesin bilgilere sahip olacağımızı savun­muş olan Descartes’ırı felsefesinin iki temel yönü vardır. Bunlardan birincisi yoğun bir biçimde bireysel olan bakış açısıdır. Metafi­zik Düşünceler adlı eserinde, Descartes, hep “ben” diyerek konuşur; öğretilerini sistema­tik bir biçimde serimlemek yerine, kuşkudan kesinliğe doğru bir seyahat yapar. Bu çerçe­ve içinde dış dünyadan varlıktan değil de özneden yola çıkışı Descartes’ı modern fel­sefenin kurucusu yapmıştır. İkinci önemli yönü ise, felsefeyi yeni baştan ele alma ve kurma arzusudur, ki o burada, zamanının yeni yöntemlerinden ve bilimsel bulguların­dan etkilenmiştir.

Metafiziği: Bilgi görüşünde akılcı olan Descartes, insan aklının iki temel yetisi ya da gücü bulunduğunu söyler. Bunlardan bi­rincisi sezgi, diğeri tümdengelimdir. Sezgi insan zihninde hiçbir kuşkuya yer bırakmayan ve son derece açık olan bir kavrayış faaliyetidir. Sezgi, Descartes’a göre, özel bir duygudur ve akıl yürütmelerimizde bize yol gösterir yanıldığımızı ya da doğru bir sonuca ulaştığımızı bildirir. Aklın ikinci gücü olan tümdengelim ise, tam bir kesin­likle bilinen doğrulardan yapılan zorunlu çı­karımdır.

Matematik, Descartes’a göstermiştir ki, insan zihni birtakım doğruları açık ve seçik olarak kavrayabilmektedir (sezgi). Ve yine, insan zihni bildiği bazı doğrulardan hareket edip düzenli bir şekilde ilerleyerek, bu doğ­rulardan henüz bilmediği başka doğruları türetebilmektedir (tümdengelim). Buna göre biz sezgiyle bazı doğruları açık ve seçik olarak ve doğrudan kavrarız. Tümden­gelimde ise, Descartes’a göre, bu doğrular­dan kalkarak başka doğrulara bir süreçle, zihnin sürekli ve kesintiye uğramayan bir hareketiyle ulaşırız.

Descartes, daha sonra aklın bu iki gücü­ne gereği gibi yol göstereceğine inandığı kurallara dayanıp, sadece aklı temele alarak kendi sistemini kurmaya geçmiştir. Sistemi­nin mutlak olarak kesin olan başlangıç doğ­rusuna ulaşabilmek için de, o doğru olduğu açık ve seçik bir biçimde bilinmeyen hiçbir şeyi doğru kabul etmemek gerektiğini bildi­ren kural uyarınca. her şeyden kuşku duy­maya yanlış ya da kuşkulu olduğunu, ve yanlış ya da kuşkulu olmasının muhtemel olduğunu düşündüğü her şeyi reddetmeye karar vermiştir. Kuşkuyu son sınırına kadar götüren Descartes, bu süreç sonunda, kuşku duyabilmesi için, öncelikle varolması ge­rektiği sonucuna varmıştır. Ona göre, istis­nasız her şeyden kuşku duyan bir insan, kuşku duymakta olduğundan kuşku duya­maz, zira kuşku duyarken kuşku diye bir şeyin varolduğunu, dolayısıyla kuşku duyan benliğinin varolduğunu açık ve seçik ola­rak bilir. Nitekim, o ‘Düşünüyorum, öyley­se varım’ sonucuna varmış ve böylelikle düşünen bir varlık olarak kendi varoluşunu kanıtlarken, çıkış noktası özne olan modern felsefeye yön vermiştir.

Descartes, daha sonra da bu sonuçta, ken­disini bu önermenin hiçbir kuşkuya yer bı­rakmayacak şekilde doğru olduğu konusun­da ikna eden öğenin ne olduğunu bulmaya çalışmıştır. Ona göre, bu sonucu kesin ola­rak doğru kılan öğe, kendisinin önermede iddia, edilen şeye ilişkin ‘açık ve seçik’ algı­sıdır. Demek ki, açık ve seçik olarak algıla­nan bir şeyin yanlış olabilmesi imkansızdır.

Descartes kuşku süreciyle kendilerinden kuşku duyduğu tüm eski inançlarını eledik­ten ve kuşku duymak suretiyle, düşünen bir varlık olarak kendi varoluşunu kanıtladıktan, böylelikle de sisteminin temel başlangıç doğ­rusunu bulduktan ve bu arada, bir önermeyi doğru kılan ölçütün açık ve seçiklik olduğu­nu belirledikten sonra, aynı ölçütü kullana­rak bilincinin dışına çıkmaya ve yeni doğrular bulmaya geçmiştir. Buna göre onun zihninde bulunan açık ve seçik düşünceler­den biri de yetkinlik düşüncesidir. Duyu­ deneyinden türetilen düşünceler açık ve seçik olmadığına, doğal dünyada yetkin olan bir şeyle karşılaşılamayacağına ve bu düşün­ceyi, kusurlu bir varlık olan insanın kendisi yaratamayacağına göre, yetkinlik düşüncesi­ni, insan zihnine kendisi de yetkin olan bir varlık vermiştir. Bu yetkin varlık, Tanrı’dır. İnsan zihnindeki yetkinlik düşüncesini ona kendisi de yetkin olan Tanrı vermiş ise, ne­dende sonuç kadar gerçeklik olduğundan, buradan Tanrı’nın varolduğu sonucu çıkar. Descartes’a göre, insan, şu halde, kendi va­roluşunun ve Tanrı’nın varoluşunun bilgisine sahip olabilir.

İnsan matematikte de açık ve seçik dü­şüncelere sahiptir, dolayısıyla matematiksel bilgiye sahip olabilir. Acaba insan bu sınır­ların ötesine geçerek, başka bilgilere sahip olabilir mi? Descartes’a göre, açık seçik dü­şünceler arasında, dış dünyadaki fiziki var­lıklarla ilgili olarak, yalnızca bu varlıkların matematiksel özellikleriyle ilgili düşünceler vardır. Bir cismi düşündüğümüz zaman, onun hakkında açık ve seçik bir düşünceye sahip olabilirsek eğer, açık ve seçik düşün­ce, yalnızca o cismi belli bir şekli, belli bir konumu ve belli bir hacmi olan bir şey ola­rak düşünmenin sonucu olan bir düşünce olabilir. Dış dünya ve bu dünyada bulunan nesneler söz konusu olduğu sürece> sahip olabileceğimiz açık ve seçik düşünceler, bu nesnelerin matematiksel özellikleriyle ilgili olan düşüncelerdir. Bununla birlikte, bu dü­şünceler bize onların ‘varolduklarını’ söyle­me imkanı bırakmaz.

Descartes’a göre, nesnelerin var olup ol­madıklarını doğrudan doğruya düşünceler­den nesnelerin kendilerine giderek kanıtla­yamıyorsak, onların varoluşunu dolaylı bir yoldan kanıtlayabiliriz. Buna göre, insanda bir yandan dış dünyadaki nesnelerle ilgili düşünceler, ve bir yandan da fiziki bir dün­yanın varolduğuna inanma eğilimi var ise, söz konusu düşünce, duyum ve izlenimlerin nedeni sırasıyla insanın kendisi, Tanrı ve dış dünyadaki nesnelerin bizzat kendileri olabilir. O bunlardan birinci alternatifi, in­sanda kendi deneyimini, izlenimlerini dile­diği gibi oluşturabilme gücü bulunmadığını söyleyerek eler.

İkinci olasılık, dış dünya ve bu dünyadaki varlıklar varolmadığı halde, insandaki izle­nimleri ve düşünceleri Tanrı’nın yaratmış olması olasılığıdır. Descartes, daha önce Tanrı’nın insanları aldatmadığını göstermiş olduğu için, ikinci ihtimali de eler. Bu du­rumda, geriye tek bir olasılık kalır: İnsan zihnindeki dış dünyayla ve bu dünyadaki varlıklarla ilgili ide ya da düşüncelerin nede­ni, dünyanın bizzat kendisidir, bu dünyadaki varlıklardır.

Descartes’a göre, tözün her zaman özünü meydana getiren ve diğer niteliklerin kendi­sine bağlı olduğu temel bir niteliği vardır. Buna göre, bir tözün, tüm diğer niteliklerinin kendisini varsaydığı, temel, onsuz olu­namaz niteliği hangisidir? Öyle ki, tözle ananiteliği arasında bir ayırım yapılamasın. Descartes’a göre, ruhun, tinsel tözün anani­teliği düşünme olup, ruh her zaman düşün­meyle özdeştir. Maddenin özü ise, yer kap­lama ya da uzamdır. Bu çerçeve içinde, maddenin şekil ya da hareketi, yer kaplama olmadan düşünülemez. Buradan da anlaşıla­cağı üzere, Descartes maddi ya da cisimsel töz açısından, geometrik bir varlık anlayışı geliştirmiştir.

Descartes’in bu varlık görüşü, gelişen bi­lime fazlasıyla uygun düşmekle birlikte, madde ve ruhtan, ya da beden ve zihinden meydana gelen bileşik bir varlık olan insan söz konusu olduğunda, büyük bir güçlüğe yol açar. Varlık alanı madde ve ruh diye kesin çizgilerle birbirinden ayrıldığı için, eskiden birlikli ve bütünlüklü tek bir töz olan insandan, şimdi aralarında ortak hiçbir nokta bulunmayan iki töz çıkar.

Buna göre, Descartes, bir yandan açıklık ve seçiklik ölçütünü uygulayarak, madde ve ruh, beden ve zihin arasındaki gerçek farklı­lık ve ayırımı vurgulama ve hatta ikisini de tam ve bağımsız tözler olarak düşünmek durumunda kalmıştır. Ama aralarında ortak hiçbir yön bulunmadığı için yer kaplamayan fakat düşünen tinsel töz, düşünemeyen, fakat yer kaplayan maddi tözü, maddi töz ya da beden de tinsel töz ya da zihni etkile­yemez.

Öte yandan, gündelik deneyimin, ruhun beden, bedenin de ruh tarafından etkilendi­ğini, ve bu ikisinin bir anlamda bir birlik meydana getirdiğini ortaya koyan olguları vardır. Descartes burada, karşılıklı etkile­şimciliği savunup, bedenle zihin arasında­ki etkileşimin beynin arkasında bir yerde, kozalaksı bezde gerçekleştiğini söyler. Başka bir deyişle, o zihinle beden arasında­ki ilişkiyi bir gemiyle onu yüzdüren kaptan arasında geçen ilişkiye benzer bir ilişki ola­rak tasarlamıştır.

Bilgi görüşleri: Descartes bilgi görüşün­de, gerçek bir akılcı, hatta apriorist ve do­ğuştancıdır. Tasarımsal bir algı teorisi be­nimsedikten ve algılanın her ne ise, zihinde olduğunu söyledikten sonra, ideleri, fikir ya da düşünceleri, dışardan gelen olgusal ideler (ideae adventitiae). zihin tarafından, imge­leme dayanarak oluşturulan ide ya da dü­şünceler (ideae factitiae) ve doğuştan getirilen düşünceler (ideae innateae) olarak üçe ayırır. Bunlardan açık ve seçik olan, bizi bilgiye götüren ideler, yalnızca doğuştan düşüncelerdir.

Yanlış problemi söz konusu olduğunda ise, Descartes, insanda yanlışa neden olabi­lecek iki yeti olduğunu söylemiştir: Anlama yetisi ve irade. Anlama yetisinin kapsam ba­kımından sınırlı olduğu, yalnızca açık ve seçik olanla sınırlanmış olduğu yerde, irade kapsam bakımından sınırsız bir güçtür. Buna göre, insan iradeyi sınırlayamamakta, tam tersine onu tam olarak anlamadığı şey­leri tasdike zorlayarak genişletmektedir. Anlama yetisinin görevi kavramak, doğruyu yanlıştan ayırmaktır. Oysa, irade doğruluk ve yanlışlık konusuna kayıtsız olup, anlama yetisinin sınırlarını aşar. Bundan dolayı, irade, anlama yetisinin açık ve seçik olarak kavrayamadığı şeyleri olumladığı için, yan­lışın neden olur.

Ahlâk görüşleri: Etik alanında, önce insa­nın Özgür olduğunu göstermeye çalışan Descartes, daha çok geçici bir ahlâk, bir durum ahlâkı önermiştir. Bu çerçeve içinde, o insanın, talihini yenmeye kalkışmaktansa, öncelikle kendisine egemen olmaya çalış­ması gerektiğini, kişinin, yaşamı boyunca anlama yetisi ve kavrayışını geliştirmeye çalışarak, dünya düzenini değiştirmeye kal­kışmak yerine, kendi istek ve arzularını de­ğiştirme çabası vermesinin iyi olduğunu söylemiştir. Ahlaki seçim olgusu üzerinde duran Descartes, burada neyin bizim gücümüz dahilinde olup neyin olmadığını anla­manın büyük bir önem arz ettiğini söylemiş­tir. Ona göre, biz, gücümüz sınırları içinde kalan şeyleri gördükten sonra, gerçekten iyi olanla kötü olanı birbirinden ayırmalı ve iyi olduğuna hükmettiğimiz şeyleri gerçekleş­tirmeye çalışmalıyız.

Başka bir deyişle, insanın yaşamdaki amacının mutluluk olduğunu söyleyen Des­cartes’a göre, insana mutluluk veren şeyler iki türlüdür. Bunlardan birincisi, bilgelik, erdem ve ölçülülük gibi salt bize bağlı olan şeylerdir; ikincisi şan, şeref ve zenginlik gibi, doğrudan doğruya bize bağlı olmayan şeylerden meydana gelir. Tüm gücümüzü birinciler üzerinde yoğunlaştırmamız gerek­tiğini söyleyen Descartes, bu yolda kendile­rine uymanın bize yarar sağlayacağına inan­dığı üç kural vermiştir: 1- Kişinin, ne yapıp ne yapmaması gerektiğinin sağlam bilgisine ulaşmak için, elinden gelen her çabayı gös­termesi; 2- İnsanın aklın buyruklarını haya­ta geçirmesi için, kararlı olması, arzuların kışkırtıcılığına yenik düşmemesi; 3- Kişinin sahip olmadığı ve olamayacağı tüm iyileri, kendi gücünün sınırlarını aşan şeyler olarak görmesi ve onları istememeye çalışması ge­rekir.

Determinizim: Evrende olup biten her şeyin bir nedensellik bağlantı­sı içinde gerçekleştiğini fiziksel evrendeki ve dolayısıyla da insanın tarihindeki tüm olgu ve olayların mutlak olarak nedenlerine bağlı olduğunu ve nedenleri tarafından ko­şullandığını savunan anlayış. Evrendeki her sonucun, her olayın gerçekte bir nedeni ya da nedenleri bulunduğu görüşü; doğanın ne­densel yasalara tabi olduğu ve evrende hiç­bir şeyin nedensiz olmadığı düşüncesi.

Buna göre sırasıyla, a) Hiçten hiçbir şeyin çıkmayacağı ya da hiçbir şeyin mutlak olarak yok olup gitmeyeceği ilkesiyle, b) Hiçbir şeyin koşulsuz bir biçimde ve düzensiz olarak ortaya çıkamayacağı ilkesinden meydana gelen bir görüş olarak determi­nizm, her şeyin kendisinin dışındaki başka bir şey tarafından yasalara göre belirlendiği­ni iddia eder.

İki ayrı determinizmden söz edilebilir: 1- Her olayın bir nedeni bulunduğunu bundan dolayı özgürlük ya da irade özgürlüğü diye bir şeyin olamayacağını savunan katı deter­minizm. Bu anlayış, tarihte ya da insan ya­şamında söz konusu olan nedenleri yeterin­ce geriye giderek araştırdığımız takdirde, insanın denetimi dışında kalan, insanın üzerlerinde hiçbir etkisi bulunmayan temel nedenleri bulabileceğimizi öne sürer. Bu tür bir katı determinizm, yazgıcılığa çok yak­laşmakla birlikte, yazgıcılıktan, insanların geleceği değiştiremeyeceklerini öne sürme­mek bakımından farklılık gösterir.

Katı deterministlere göre, insanların hiç­bir etkide bulunamadıkları, onların denetimleri dışında kalan belirli nedenler, insan var­lıklarının oldukları gibi olmalarını ve bu arada eylemlerini belirlemiştir. Başka bir deyişle, onlar, insan varlıklarının hiçbir şeyi değiştiremeyeceklerini söylemekten çok, in­sanların şeyler üzerinde etkide, eylemde bu­lunma tarzlarının kişisel yapı ve mizaçları­nın sonucu olduğunu, söz konusu yapı ve mizaçların ise insanların etki edemedikleri etmenler ve koşullar tarafından belirlendiği­ni öne sürerler. Katı deterministler, buna göre, her olayın, her eylem ve her sonucun, kısacası her şeyin bir nedeni varsa, bu tak­dirde, insanın düşünceleri, duyguları, arzuları, seçimleri ve kararları da dahil olmak üzere, her şeyin belirlenmiş olduğunu iddia ederler.

Katı deterministler buna ek olarak, insan varlıklarının hiçbir şekilde etkide buluna­madıkları nedenler tarafından belirlenmiş olan bir dünyaya geldikten, genetik yapıla­rına seçerek ve isteyerek sahip olmadıkları ve içinde bulundukları durumlar ve fiziksel olaylarla başka insanların eylemlerine bağlı olduğu için, bizim özgür olduğumuzun hiç­bir zaman söylenemeyeceğini belirtir.

2- Yumuşak determinizm ise, evrensel bin nedenselliğin geçerli olduğunu kabul etmekle birlikte, katı determinizmden farklı olarak, bu nedenselliğin bir bölümünün insandan kaynaklandığını, dolayısıyla insan için belli bir özgürlüğün mümkün olduğunu savunur. Buna göre, insanlar, akıl ve iradeleriyle bazı eylemlerine isteyerek neden olurlar, bundan dolayı, insanların belli bir özgürlükleri var­dır.

Yumuşak determinizmin burada sözünü ettiği özgürlük, sınırlı bir özgünlüktür. Bu anlayışa göre, hiç kimse tam olarak özgür değildir; insanlar, kendi arzularına göre, keyfi olarak eyleyemezler. Örneğin, biz kendimizi başka varlıklar haline getireme­yiz ya da oksijensiz yaşayamayız. Özgürlük vardır, ama evrensel nedensellik içinde ve söz konusu nedensellikten dolayı vardır.

Devlet: Toplumu yöneten kurallar ve yasalar yaratma otoritesine sahip bir ayrı bir kurumlar kü­mesi. Demokrasilerde hükümetlerin gelip gittikleri dikkate alınırsa, salt hükümete eşdeğer olmadığı gibi, iktisat, okullar, toplum örgütleri benzeri örgütlü ve sürekli kurum ve davranış pratiklerinin bütün bir alanı ola­rak sivil topluma da karşıt olan bütünsel po­litik sistem.

Devletin varlığı için zorunlu olan öğeler, sırasıyla insan topluluğu, ülke ya da toprak bütünlüğü ve egemenliktir. İnsan öğesi, be­lirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ve devleti kuran insan topluluğudur. Söz konu­su insan topluluğunun üzerinde yaşadığı toprak parçasına ise ülke denir. Bu toprak parçası doğal ya da yapay (bir anlaşma ile çizilmiş) sınırlarla, komşulardan ayrılır. Buna karşın, egemenlik, devletin hukuki dü­zenini belirleyen en yüksek otorite ve üstün iradedir.

Bu bağlamda, başka hiçbir devlet ile ba­ğımlılık ilişkisi içinde olmayan devlete ege­men devlet, çoğunluk zorla kabul ettirilen bir bağımlılık ilişkisi nedeniyle başka bir devletin buyruğu altındaki devlete yarı ege­men devlet, hukukun üstünlüğü ilkesine her koşul altında bağlı kalan devlete hukuk dev­leti; kendini hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağlamayan devlete polis devleti; salt gü­venlik, savunma ve adalet gibi klasik görev­lerini yerine getirmekle yetinip, iktisadi ve toplumsal yaşamda etkin bir rol oynamayan devlete jandarma devleti; klasik işlevlerinin ötesinde, toplumsal eşitsizlikleri azaltmak amacıyla, iktisadi ve sosyal hayata etkin bir biçimde katılan devlete sosyal devlet, belli bir ideoloji adına bireysel ve toplumsal faa­liyet alanları üzerinde mutlak ve bütünsel bir denetim ve baskı uygulayan devlete tota­liter devlet, iktisadi ve siyasi liberalizmin bütün ilke ve unsurlarına riayet eden devlete ise liberal devlet adı verilmektedir. Nihayet, dini bir hareket ya da otoriteyle hiçbir bağı olmayan devlete ise, laik devlet denir.

Modern devlet düşüncesine baktığımızda, onun Avrupa’da on yedi ve on sekizinci yüz­yıllarda görülen mutlakiyetçi devletlerin ar­dından ortaya çıktığını görüyoruz. Başka bir deyişle, modern devlet düşüncesi, mutlaki­yetçi devletlere ilişkin deneyimler üzerinde düşünmenin ve bu devletlerin otoritesine karşı verilen mücadelenin bir sonucu olmak durumundadır. Modern devlet düşüncesi, işte bu bağlamda Batı’da kiliseyle devlet ve devletle halk arasında yaşanan büyük kavga ve mücadelelerden sonra doğabilmiştir. Buna göre, modern devlet hem bağımsız ve hem de laik olan kamusal bir güçtür. Mo­dern devlet, öncelikle tüm diğer toplumsal güçlerden ve kral ya da devlet memurların­dan bağımsız olmak durumundadır. Sarayla özdeşleştirilmek ve kralın mülkiyetinde olan bir şey olarak görülmek yerine, modern dev­let kraldan bağımsızdır. Devlet, ikinci olarak otorite veya işlevinin Tanrı’dan türetileme­mesi veya yüksek bir amaçtan çıkarsanama­ması anlamında laiktir. Bu. modern devletin eylemlerinin dini ilkeler yoluyla tasdik edi­lip haklılandırılamayacağı anlamına gelir. Şu halde, modern devlet insan tarafından salt insani amaçlarla yaratılmış olup, onun varlığı yine aynı amaçlarla devam ettirilir.

Bu bağlamda, modern devletin iki temel ideye dayandığını söyleyebiliriz: O, her şey­den önce, belli bir toprak parçasındaki tüm diğer güç ya da iktidar odaklarının güç kul­lanımını engelleyen merkezileşmiş bir güç­tür. Onun iktidarı, bürokrasi, yargı ve aske­riye gibi kalıcı ve sürekli kurumlar yoluyla hayata geçirilir. Modern devlet, ikincileyin, bir anlaşma ya da sözleşmeye, onu yöneten­lerle onun tarafından yönetilenler arasındaki belli bir ilişkiye dayanır.

Bu açıdan bakıldığında, modern devlet teorisine, bireyin devletle olan ilişkisiyle il­gilenen egemenlik konusundan başka, dev­letin gücünün sivil toplumla nasıl bir ilişki içinde olması gerektiği probleminin oluştur­duğu genel bağlam içinde yaklaşabileceği­mizi söylenebilir. Egemenlik söz konusu ol­duğunda, iki ayrı yaklaşımın ortaya çıktığını görüyoruz. 1- Bunlardan birinci yaklaşım, on altıncı yüzyılda Bodin ve on ye­dinci yüzyılda da Hobbes tarafından sergi­lenmiş olan mutlak egemenlik görüşünde ifadesini bulur. Örneğin, İngiliz düşünürü Thomas Hobbes’a göre, devletin egemen­liğinin ilke olarak sınırı olamaz ve devlet kendisinin dışında bir şeyle haklı kılınamaz. 2- Buna karşın, ikinci yaklaşım, Locke, Montesquieu, Spinoza ve Kant tarafın­dan benimsenen ve devletin egemenliğine bir sınır koyan yaklaşımdır. Bu anlayış, ba­ğımsız bir kamusal güç olarak modern dev­letin statüsünü veya onun en yüksek otorite olma iddiasını sorgulamaz. Fakat devletin, sivil toplum içindeki kurumlardan yalnızca biri olduğunu ve dolayısıyla, devletin birey­ler üzerinde tahakküm kuramayacağını ifade eder. Her bireyin, kökeni toplumsallık öncesinde bulunan birtakım doğal hakları olduğunu ve bu haklara, bireylerin yaptığı sözleşme sonucunda oluşan devlet tarafın­dan zarar verilemeyeceğini dile getiren bu ikinci yaklaşım, daha çok devletin iktidarı­na nasıl sınır çekilebileceği konusu üzerin­de yoğunlaşır.

Öte yandan, devletin gücünün sivil top­lumla olan ilişkisi söz konusu olduğu zaman da, iki temel tavır ortaya çıkar. Libe­ralizm içindeki farklı görüşleri ifade eden bu tavırlardan birincisi, devletin sivil toplu­ma tabi olması gerektiğini dile getiren tavır ya da yaklaşımdır. Buna karşın, ikincisi devleti, sivil toplumu içermekle birlikte, onu aşan ve onun zararlı etkileriyle müca­dele eden bir alan olarak değerlendirir.

Devletçilik: Devleti tüm toplumsal görevle­rin düzenleyicisi olarak gören, özellikle de ekonomide devletin ekonomiye müdahalesi­ni ve piyasa mal ve hizmetlerini doğrudan bir biçimde üretmesini öngören anlayış. özel çıkarları merkezi olarak örgütlemenin üretimi arttıracağı inancına dayalı olarak, devletin görevlerinin yaygınlaştırılmasını ve ekonomi alanına müdahalesini öngören görüş.

Sanayi ve ticaret kuruluşlarının, eğitim, kültür, sağlık faaliyetlerinin devletin elinde toplanmasını öğütleyen ve devletin hakla­rıyla, yetki ve sorumluluklarını, bireyin hak­larının aleyhine olacak şekilde genişleten öğreti.

Devlet dini: Devleti dünyadaki ilahi düşünce, Tanrı’nın bu dünyadaki yürüyüşü kabul ederken, insanın bütün tinsel gerçekliğini devletten aldığını savunan ünlü 19. yüzyıl Alman filozofu Hegel’in din anlayışı.

Devleti özgürlüğün gerçekleşmesi olarak tanımlayan Hegel’e göre, birey hiçbir şey, devlet her şeydir. Devletin apaçık, mevcut vakıa olduğunu ve etik hayatı gerçekleştirdiğini, insanoğlunun sahip bulunduğu değere haiz her şeyin Devlet aracılığıyla sahip olunan şeyler olduğunu öne süren Hegel için, devlet dünyada varolan ilahi düşünceden başka hiçbir şey değildir. Bu bağlamda, Hegel, her insan varlığında, siyasi otoritenin müdahalesinden bağışık olan bir vicdan alanı bulunduğunu ve devletin insan bireyinin nihai ve en yüksek kaynaklarıyla nefsini tamamen emmemesi gerektiği şeklindeki Musevi ve Hıristiyan tektanrıcılığının temel felsefi ilkesini reddeder. Devletin gerçekleş­miş akıl ve ruh, yeryüzündeki ilahi düşünce olması nedeniyle, Hegel’e göre, devletin yasası nesnel ruhun dışavurumudur ve yalnızca yasaya itaat eden kişi özgürdür. İnsanın gerçek özgürlüğü devletin ve yasanın rasyonelliğine boyun eğmekten ve kendisini onunla özdeşleştirmekten ibarettir.

Devlet felsefesi: Siyaset felsefesinin bir dalını meydana getiren ve toplumsal yaşamla devletin doğuşunu, doğasını ve anla­mını araştıran, insanlarla insanların içinde yer aldıkları siyasi örgütlenmeler arasındaki ilişkileri inceleyen felsefe dalı.

Devlet felsefesi tarihinde, devlet şu şekil­lerde anlaşılmıştır: 1- Doğal bir kurum veya organizma olarak. Bu yaklaşımın klasik temsilcisi Platon’dur. O, devleti büyük öl­çekli bir insan ya da organizma, bireyin bir devamı olarak görür ve bu durumun bir so­nucu olarak da, sırasıyla akıl, can ve iştiha­dan oluşan üç parçalı ruh anlayışını aynen devlete yansıtır. Buna göre, o devletin te­melini insan doğasında bulmaktadır.

2- Devletin, yönetimde bulunanlardan ayrı olan, fakat yöneticilerin karar ve ehliyetle­riyle gelişmesine katkıda bulundukları bir kurumlar ve hizmetler sistemi olduğunu dile getiren Aristotelesçi devlet anlayışı. Bu çer­çeve içinde, Aristoteles’te, devletin asıl amacı, yurttaşların maddi bakımdan refaha ulaşmaları, ama daha çok ahlâki bakımdan gelişmeleri ve olgunlaşmalarıdır. Devlet, bu amaç için vardır. Yani, ona göre, devlet yö­netimleri kendi başlarına iyi ya da kötü de­ğildir, ancak söz konusu amacı gerçekleştire­bilmesine göre, iyi ya da kötü devlet vardır.

3- Yapma bir varlık ve araç olarak devlet. Klasik temsilciğini Rousseau, Hobbes ve Locke’un yaptığı bu anlayışa göre, insan mutlak bir özgürlük durumu içinde varola­maz. Mutlak bir özgürlük durumunda, insa­nı dışarıdan belirleyen ve sınırlayan hiçbir güç olamayacağından, her insan neyin iyi olduğuna kendisi karar verir ve kendi çıkar­larını hayata geçirmeye çalışır. Bu ise, tam bir çıkar çatışmasına, hatta insanlar arasın­da bir savaşa yol açar. Fakat böyle bir durum, tüm insanlara zarar vereceğinden, insanlar bir araya gelerek, aralarında bir sözleşme yaparlar. İnsanlar toplum sözleş­mesi adı verilen bir uzlaşma ve anlaşmaya dayanarak, ortak iradelerini temsil edecek bir gücü, kendileri için hakem ve yönetici olarak tayin ederler. Buradan da anlaşılaca­ğı gibi, söz konusu anlayışta devletin doğal bir temeli yoktur. Bu yaklaşımda devlet, in­sanları birbirlerine karşı koruyacak ve ken­dilerini geliştirmelerine imkan verecek bir araç olarak ortaya çıkar.

4- Devleti, kendi irade, ehliyet, yeteneği, ve amaçları olup, bir üniversiteye benzetile­bilecek cisimleşmiş bir kişi, dünyadaki ilahi düşünce, milli bir ruh olarak gören Hegelci devlet anlayışı. Devletin içeriğini milli ruhun meydana getirdiğini öne süren Hegel ‘e göre, milli ruh, din, hukuk, bilim, sanat, sanayi gibi türlü özel alanlara ayrılır.

5- Devletin, devleti kontrol edenlerin, gücü elinde bulunduranların çıkar ve tercih­lerinden hareketle politikalar üreten bir tür yönetim makinesi olduğunu, toplumdaki egemen sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğini dile getiren Marksist devlet görüşü. Söz ko­nusu anlayışa göre, devlet sınıflara bölün­müş olan topluma sıkı sıkıya bağlıdır. Bu çerçeve içinde devlet, sosyal mücadeleyi, sınıf savaşını yavaşlatan, ona engel olan, ekonomik bakımdan üstün durumda olan, üretim araçlarına sahip bulunan sınıfın baskı aracıdır.

Devletin ideolojik aygıtları: Marksist Fransız düşünürü Louis Althusser ‘in eğitim, kilise, kitle iletişim araçları, sendikalar ve hukuk gibi, normalde devlet denetimimin dışında kalıp, özel alana dahil olmakla birlikte, devletin değerlerini aktarma, onun iktidarını pekiştirme ve böy­lelikle de düzeni koruyarak, kapitalist üretim ilişkilerini sürdürme işlevi gören ku­rumları tanımlamak için kullandığı deyim.

Althusser’e göre, bir devletin, biri baskı­cı, diğeri de ideolojik olmak üzere, iki tür aygıtı vardır. Bunlardan baskıcı devlet aygı­tı bir tane olup, kendisini şiddet yoluyla ha­yata geçirirken, ideolojik aygıtların bir ço­ğulluğu söz konusudur ve bunlar ideoloji yoluyla fonksiyon gösterirler. Bu, Althus­ser’e göre. kamusal alanla özel alan arasın­daki ayırım gerçek bir ayırım olmadığı için, böyledir. Nitekim, bu ayırım gerçek ve mut­lak bir ayırım olmayıp, burjuva hukukuna özgü içsel ve göstermelik bir ayırım olduğu içindir ki, özel alana aitmiş gibi görünen eğitim, basın, hukuk, sendika, kilise gibi ku­rumlar, açık ya da örtük, doğrudan ya da do­layımlı bir biçimde, devlet kurumları olarak iş görürler. Ve hakim sınıfın, yani burjuvazi­nin (veya proletaryanın) egemenliğini sür­dürmesini güvence altına alarak, kapitalist üretim ilişkilerinin ve devlet iktidarının pe­kişmesine hizmet ederler. Althusser buradan yalnızca, tek bir sonucun çıktığını öne sür­müştür: Ya burjuvazi ya da proletarya diktatörlüğü.

Devrim: Genel olarak, yer­leşik toplum düzenini, devlet ve toplum ya­pısını tümüyle değiştiren, köklü, hızlı ve kapsamlı dönüşüm.

Devrim, İlkçağda, Yunanlı ve Romalı düşünürlerde, bir yönetim biçimi ya da bir dizi yöneticinin belli bir ardışıklık ilişkisi içinde diğerinin yerini aldığı siyasi değiş­meyi ifade etmiştir. Bu dönemde siyasi yaşam, döndükçe bazılarına otorite ve yö­netme hakkı verirken, bazılarının mahvına sebep olan bir talih çarkı olarak düşünül­mekteydi. İnsanın durumu ve yetenekleriyle ilgili olarak kötümser bir bakış açısı benim­seyen İlk ve Ortaçağ düşüncesine göre, in­sanı bu dünyada ve gelecekte bekleyen bir Altın Çağ yoktur. Dolayısıyla, siyasi alanda gerçekleşen değişim ve dönüşüm olarak devrimin hiçbir değeri yoktur. Bu türden siyasi değişiklikler kaçınılmaz olmakla bir­likte, geçmişte kalmış bir Altın Çağdan, in­sanın yitirilmiş yetkinliğinden her seferinde biraz daha uzaklaşmayı ifade eder.

Modern devrim düşüncesi, işte siyasi ya­şamı aynı sabit düzen içinde dönen bir talih çarkı olarak gören bu anlayışın yıkılmasın­dan sonra ortaya çıkar. Artık devrim, aynı sabit düzen içinde dönen çarkın yörüngesi­nin dışına sıçramayı, önceden belirlenmiş bir yörüngeden kaçışı ifade etmeye başlar. Nitekim, modern dönemde talih çarkının yerini, bir tepeye doğru büyük bir güçle itil­dikten sonra, tekrar gerisin geriye düşmek yerine, ileriye doğru yuvarlanan dev bir taş alır. Zira bu dönemde, tarih artık sürekli bir süreç olarak değil de, süreksiz olan bir şey olarak algılanır, enerjisi yüksek, iradesi iyi olan insanın sınırsızca ilerleyebileceği­ne, onun gelişip yetkinleşebilmesinin müm­kün olduğuna inanılır.

1- İşte bu çerçeve içinde, devrim, kalıcı ve çok temelli bir değişimi gündeme geti­ren, toplumsal düzeni temelden değiştirdiği için, siyasi alanın dışında da büyük etkileri olan siyasi bir eylem olarak anlaşılmak du­rumundadır. Yavaş yavaş gerçekleşen bir süreç olan evrimden farklı olarak, toplum yapısı ve siyasi düzende aniden gerçekleşti­rilen, temelli değişim ve dönüşüm, toplum­sal yapıda gerçekleşen topyekün değişme olarak devrim, yönetimdeki siyasi değişik­liklerin kendisinin yalnızca bir tezahürü ya da yansıması olduğu temelli değişimi ifade eder. Söz konusu temelli, topyekün ve yapı­sal değişmeden dolayı devrim, başkaldırı ya da isyandan da ayırt edilmelidir, çünkü baş­kaldırıda, örneğin belli bir krala bir birey olarak meydana okuyup, onu değiştirmeye çalışma söz konusuyken, devrimde kişisel otoriteye meydan okumaya ek olarak, kral­lık kurumunun bizzat kendisini ortadan kal­dırma söz konusudur. Bir isyan ya da baş­kaldırı bir kralı tahttan indirebilir, ama bir devrim toplumsal düzeni toptan ve temelli bir biçimde dönüşüme uğratır.

2- Öte yandan, devrim, diyalektik ve ta­rihsel materyalist görüşte özel bir anlam ka­zanmıştır. Buna göre, a) Devrim, diyalek­tik süreçte, antitezden senteze doğru giden hareket, yani olumsuzlamanın olumsuzlan­ması anlamına gelir, çünkü sentez, şimdi ni­teliksel olarak yeni bir temel üzerinde oluş­turulan yeni bir tezdir.

Yine aynı Marksist terminoloji içinde, fakat bu kez b) Toplumsal anlamı içinde devrim, üretimi belirleyen ilişkilerdeki nite­liksel bir değişmeyi, örneğin feodalizmden kapitalizme doğru olan değişmeyi ifade eder. Marx’a göre, antiteze karşılık gelen üretim güçleri, giderek eskiyen üretim iliş­kileri (tez) bağlamında gelişir. Toplumsal bir devrime, bu çerçeve içinde, üretim ilişki­lerini üretim güçleriyle uyumlu hale getir­mek için ihtiyaç duyulur.

Başka bir deyişle, devrime ilişkin açıkla­ma siyasi, ekonomik ve sosyolojik etkenlere dayanabilmekle birlikte, devrim konusunda­ki Marksist yaklaşım, feodalizmden kapita­lizme geçişte olduğu gibi, bir üretim tarzının başka bir üretim tarzıyla değiştirilmesi durumuna ifade eder. Buna göre, Marksist yaklaşım, devrimde, toplumsal sınıflar ara­sındaki çatışmaların önemiyle, üretim tarzı içinde, üretim güçleriyle ilişkileri arasındaki çelişkiyi vurgular.

3- Devrim, nihayet, daha özel bir anlam içinde, entellektüel disiplinlerde, bilimde, felsefede, sanat ve ideolojide, yerleşmiş ve gelenekselleşmiş olanın yerine yenisini koyma eylem ya da hareketini ifade eder.

Dewey John: 1859-1952 yılları arasında ya­şamış olan ve aletçilik olarak bilinen felsefe akımının kurucusu ünlü Amerikan filozof ve eğitim teorisyeni. Charles Sanders Peirce ve William James’ın görüşlerinin bir sentezini yapmış olan Dewey pragmatizmi, mantıksal ve ahlâki bir analiz teorisi olarak geliştirmiş­tir. Temel eserleri: Problems of Man [İnsanın Sorunları], Studies in Logical Theory [Man­tık Teorisiyle İlgili Araştırmalar], Freedom and Culture [Özgürlük ve Kültür], Human Nature and Conduct [İnsanın Doğası ve Dav­ranışı], How we Think? [Nasıl Düşünüyo­ruz?].

Temel bilgiler: Kariyerine Hegelci bir ide­alist olarak başlayan, felsefesi mutlak idea­lizmden deneysel pragmatizme doğru bin evrim geçiren, bu arada evrimci biyolojiden de yoğun bir biçimde etkilenen ve bu duru­mun bir sonucu olarak felsefeye, doğa bi­limlerinin ve sanatın temel tezlerine dair fi­kirleri, sosyal ve kültürel kurumlarla ilgili görüşleri açıklığa kavuşturma, insan yaşa­mını ve toplumunu etkileyen inançları ana­liz etme görevini yükleyen Dewey doğayı ve bilen insan zihnini birbirinden ayıran ge­leneksel bilgi anlayışına karşı çıkmış, dene­yimin çözülecek problemleri ortaya koydu­ğunu, pasif bir varlık olmamak durumunda olan insanın doğayı değiştirme ve dönüştürmeyi öğrendiğini savunmuştur.

Siyaset Felsefesi: Faşizmi ve komünizmi mahkum ederken, demokrasi ve demokratik değerlere hep bağlı kalmış olan Dewey, gele­neksel liberalizmin de reformdan geçirilmesi gerektiğini savunmuştur. Başka bir deyişle, kendine aşırı güvenen müteşebbis bireyle, onun laissez-faire hakları üzerinde odaklaşan klasik liberalizminin, Dewey ‘e göre yeniden inşa edilmesi gerekmektedir, zira toplumun yeni teknolojiler yoluyla endüstrileşmesi ve kentlileşmesi yeni bir birey tipine ihtiyaç duyan yepyeni bir sosyal çevre yaratmıştır.

Eğitimle İlgili Görüşleri: O aynı reform­cu bakış açısını eğitim alanında da sergiler. Formalistik ve romantik eğitim anlayışları­nı, yanlış psikoloji teorilerine dayandıkları gerekçesiyle reddeden ve çocuğun onun il­gilerini, yaratıcılığını ve bağımsızlığını teş­vik edecek eğitim deneyleriyle yönlendiril­mek geliştirilmek durumunda olduğunu savunan Dewey’e göre, eğitim süreci çocu­ğun ilgi alanlarını dikkate almalı ve bunla­rın üzerine kurulmalıdır. Bu süreç, çocuğun sınıf içi deneyiminde, düşünme ile iş yapma etkinliklerinin karşılıklı etkileşimine imkan sağlamalıdır. Okul küçük bir topluluk gibi örgütlenmelidir; öğretmen belli bir ders ve okuma dizisini gerçekleştirmek için öğren­ciyi görevlendiren bir ustabaşı değil, öğren­cilerle birlikte çalışan bir rehber olmalıdır. Eğitimin hedefi, çocuğun varlığının her yönü ile gelişmesidir.

Dışavurumculuk: Estetikte, sanatçının ya­ratma sürecinin temelde, dışavurum bir eylem ve sanatçının izlenimlerini duygula­rını, sezgilerini ve tavırlarını açığa çıkarma­sından ve gözler önüne sermesinden oluşan bir süreç olduğunu savunan akım.

Dil: Belirli ve standart anlamları olan söz­cüklerden ve bir iletişim yöntemi olarak kullanılan konuşma formlarından meydana gelen yapı ya da bütün. Birbirleriyle karşı­lıklı olarak, sistematik bir ilişki içinde bulu­nan ve sözcük düzeyinde uzlaşım yoluyla oluşan bir anlama sahip olan birimlerden meydana gelen sistem.

Duyguları, düşünceleri, seçimleri açıkça göstermeyi mümkün kılan her türlü işaret sistemi olarak dil, bilinç içeriklerini, duygu­ları, arzuları, düşünceleri tutarlı bir anlam çerçevesi ya da modeli içinde ifade etme yolu ya da yöntemini tanımlar.

Din: İnsan varlığının yaşam ve tecrübelerinin temel boyutuyla ilgili sorulara, belirli özellikleri olan bir Tanrı kavra­mıyla yanıt getirmeye çalışan inanç sistemi. Doğaüstü bir tanrısal güç ya da varlıkla ilgi­li inançların, bu varlığa yönelik manevi eği­limlerin ve Tanrı’ya yapılan ibadetin oluş­turduğu bütün.

İnsanların fiziki açıdan belli bir güvensiz­lik duygusu yaşadıkları ve oldukça güçsüz varlıklar oldukları, insanların hastalıklara yakalandıkları, kazalara uğradıkları, açlık, savaş ve ölümle karşılaştıkları gerçeği karşı­sında, ortaya, insanın fiziksel varoluşunu tehdit eden bu felaketlerden kendilerini nasıl koruyabilecekleri sorusu çıkmıştır; aynı durum, insan varoluşunun anlamı konusun­da da insanın bu dünyadaki varoluşu kısa, problemlerle ve hastalıklarla dolu, güvenlikten yoksun bir yaşam olduğu kadar, anlam­dan da yoksun olan bir varoluş mudur? Yoksa yaşamda, hayatı önemli ve amaçlı hale getiren derin bir anlam mı vardır?’ so­rularını doğurmuştur; ve nihayet, insanın ya­şamı ve deneyimleriyle ilgili üçüncü husus, ahlâki ödev duygusuyla ilgili olduğu için, insan bu bağlamda kendisine ‘Dilediğim, is­tediği her şeyi yapmalı mıyım? Başkalarının da dilediklerini yapması ister miyim?’ soru­sunu sormuştur.

Din, işte insan yaşamının çok temelli bu üç yönünü ve bunlarla ilgili soruları, a) İnsan varoluşunun kaynağı, b) İnsanın doğasının ve yazgısının kaynağı ve c) İnsanın değerler cetvelinin belirleyicisi ve gündelik yaşamın­daki yol göstericisi olarak Tanrı kavramıyla yanıtlayan inanç sistemidir. Buradan da anla­şılacağı üzere, din anlayışları ya da din ta­nımları doğaüstücülüğe ek olarak insani ide­alleri temele almayı içerir. Bu çerçeve içinde din, her şeyi yaratan ve kontrol eden ilahi ve aşkın bir gerçekliğe inanarak ibadet etmekten ve insanların kendilerine yönelecekleri ve davranışlarını düzenleyecekleri idealler oluşturma girişiminden meydana gelir.

Diyalektik: Yunanca tartışma sanatı an­lamına gelen dialektike tekhne’den türeyen bir terim olarak, genelde akılyürütme yoluy­la araştırma ve doğrulara ulaşma yöntemi.

Diyalektik, değişik dönemlerde ve deği­şik filozoflarda farklı bir anlam kazanmış olduğu için, yukarıdaki genel diyalektik ta­nımı, örneğin Hegel ve Marx’ın diyalektik anlayışını kapsamaz. Bu durum dikkate alındığında, 1- Diyalektik her şeyden önce, bir tez ya da görüşü, onun mantıksal sonuçları­nı incelemek yoluyla çürütme yöntemi anla­mına gelir. Yine diyalektik, 2- Sofistik akılyürütmeyi, cinsleri türlere bölmeyi ya da cinsleri türlerine ayırarak mantıksal bir bi­çimde analiz etme yöntemini gösterir.

Bundan başka diyalektik, 3- En genel ve soyut fikirleri, tikel örnek ya da hipotezler­den hareket edip bu fikirlere götüren bir akılyürütme süreciyle araştırma yöntemi olarak ortaya çıkar. Diyalektik, 4- Daha olumsuz bir anlam içinde, yalnızca olasılı olan ya da genel olarak kabul edilmiş bulu­nan öncülleri kullanarak akılyürütmeyi ya da tartışma yöntemini ifade eder. Bu çerçe­ve içinde, 5- Diyalektik yanılsama mantığının, aklın deneyime aşkın nesneleri konu alırken, deneyimin sınırlarını aştığı zaman düştüğü çelişkilerin gözler önüne serilmesi suretiyle, eleştirilmesi anlamına gelir. Ve son olarak 6- Diyalektik, düşüncenin ve ger­çekliğin bir tezle antitezden, söz konusu iki karşıtın bir sentezine varmak suretiyle, gelişmesini gösteren varlık ve düşünce yasası olarak ortaya çıkar.

İşte bu genel çerçeve içinde, diyalektiğin farklı filozoflar için ifade ettiği farklı an­lamları kısaca ele alacak olursak Aristote­les’e göre, bir yöntem olarak diyalektiği bulan filozof olan Zenon’da diyalektik, saç­maya indirgeme şeklinde gerçekleşen akıl­yürütmeye karşılık gelir. Buna göre, Zenon diyalektik yöntemini kullanarak, bir karşıtın tezini ya da inancını, onun kabulünden ya mantıksal bir çelişki ya da kabul edilemez bir sonuç çıktığını göstererek çürütür. Elea Okulunun karşısında yer alan Herakleitos’ta ise, diyalektik evrende hüküm süren ve ken­disinden dolayı varolan her şeyin kendi kar­şıtına dönüştüğü değişme sürecini, karşıtla­rın birliğini ve bunu ifade eden çelişki mantığını ifade eder.

Oysa, diyalektik Sokrates’te, soru yanıt yoluyla tartışma tekniği ne; Sokrates’in tar­tışmak üzere karşısına geçen kişiye uygula­dığı ve o kişinin verdiği tanımların mantık­sal sonuçlarını çıkartmasından ya da tanımların çelişkilerini göstermesinden olu­şan çürütme yöntemine karşılık gelir. Söz konusu çürütme yönteminde amaç, Sofistle­rin yaptığı gibi, bir tartışmada kişinin karşıtını alt etmesi değil de, kişiye gerçek bilgiye erişebilmesi, araştırma yoluna girebilmesi için, bilgisiz olduğunu göstermektir. Diya­lektik Sokrates’te, yine şeylerin nesne ya da öz tanımlarına ulaşmayı amaçlayan araş­tırma yöntemini, şeyleri sınıflarına, doğaları­na ya da türlerine göre ayırma yöntemini ifade eder.

Sokrates’in öğrencisi olan ve diyalektiği insan tarafından yaratılmış tüm sanatların en üstünü ve önemlisi olarak gören Platon’da, üç farklı diyalektik anlayışı söz konusudur. 1- En yüksek felsefi yöntem olarak değerlendi­rilen diyalektiğin temelinde, Sokrates’ten miras alınan soru ve yanıt olarak diyalektik, uygun soru ve yanıtlarla tartışma, tekniği ola­rak diyalektik anlayışı vardır. Diyalektiğin konusu da her zaman aynıdır; onda filozof, diyalektiği kullanarak, var olan her şeyin de­ğişmez özünü arar. 2- Orta dönem diyalogla­rında ise, diyalektik hipotezlerden yola çıka­rak akılyürütme anlamına gelir. 3- Buna karşın, yaşlılık dönemi diyaloglarında, diyalektik, bir yöntem olarak bölme tekniğine dönüşür. Platon’un yaşlılık dönemi diyalog­larında görülen söz konusu diyalektik ya da bölme anlayışı, bölünemez olan ve altında yalnızca bireylerin bulunduğu bir türün tanımına ulaşıncaya dek, cinsleri türlerine böl­mekten meydana gelmektedir.

Aristoteles’e gelince, o diyalektiği, ke­sin ve zorunlu sonuçlara götüren bir akılyü­rütme olarak olmasa bile, yararlı olan bir akılyürütme tarzı olarak görmüştür. Ona göre, öncülleri genel olarak hemen herkes tarafından ya da çoğunluk veya filozoflar ta­rafından kabul edilen bir akılyürütme, diyalektik bir akılyürütmedir; buna karşın, ön­cülleri yalnızca olasılı görünen bir akılyürüt­me ise, eristik akılyürütmedir. Aristoteles, diyalektiği bilimin yöntemi olarak görmez, çünkü biz bilimsel bilgide, doğru ve apaçık olan öncüllerden hareket eden geçerli akıl-yürütme olarak tanıtlamayı kullanırız. Bu­nunla birlikte, onun tarafından bir olasılık mantığı’ olarak değerlendirilen diyalektik, üç bakımından, yani entellektüel eğitim ya da zihin jimnastiği olarak, başka insanlarla, onlar tarafından kabul edilen öncüllerin oluşturduğu temel üzerinde yapılan tartışma­lar için ve bilimlerin kanıtlanamaz ilk ilkele­rini incelemek bakımından önem taşır.

Modern felsefede diyalektiği ilk kez ola­rak kullanmış olan Kant’ta diyalektik, dene­yimin sınırlarının ötesine giden transenden­tal yargıların yanlışını ya da çelişkilerini gösteren mantık türü anlamına gelir. Hegel’de ise, diyalektik bir düşünce ya da gerçek bir şeyi önce zorunlu olarak karşıtına (ya da çelişiğine) dönüştüren ve daha sonra da onların her ikisini birden içeren bir sente­ze (ya da birliğe) götüren sürece karşılık gelir. Buna göre, diyalektik, hem düşüncede ve hem de varlıktaki çelişkilerin karşıolumu aracılığıyla, bilgide ve varlıkta daha yüksek bir düzeye götüren değişme sürecine, yani sırasıyla varolan bir şey ya da düşünce (tez), onun karşıtı ya da çelişiği (antitez) ve niha­yet onların karşılıklı eylem ve etkileşimleri­nin sonucu olup, daha sonra başka bir diya­lektik hareketin temeli olan birlik (sentez) gibi üç öğeyi içeren zorunlu değişme sürecine karşılık gelir.

Diyalektik idealizm: Marx ve Engels’in, ide, düşünce, tinsel bir gerçek­lik ya da tanrısal iradenin maddi gerçeklikten, gerçeklikteki maddi varlık ya da nesnelerden mantıksal olarak önce geldiği öncül ya da tezini, tez, antitez ve sentezden oluşan diyalektik yöntemle ifade eden ya da geliş­tiren bir felsefe anlayışına verdikleri ad. Bu tür bir felsefeye örnek, Hegel’in felsefesi­dir.

Diyalektik materyalizm: Marx, fakat daha ziyade Engels tarafından kurulup geliştirilmiş olan, daha sonra başta Lenin olmak üzere, birçok düşünürün ken­disine katkı yaptığı akım ya da görüş. Marksizm adı verilen dünya görüşü ya da ideolojinin mantık, ontoloji ve epistemoloji­sini ortaya koyan öğreti.

Söz konusu okulun materyalizmi, ontolo­jik olarak, maddenin ya da doğanın veya göz­lemlenebilir dünyanın kendi başına gerçek ol­duğu; gerçekliğini doğaüstü ya da aşkın bir kaynaktan almadığı gibi, insan zihnine de ba­ğımlı olmadığı teziyle belirlenir. Metafiziğe veya metafiziksel düşünceye ve onun sonucu olarak gördüğü idealizme karşı çıktığı için, idealist olduğu kadar, her tür ikiciliğin evrim sürecinin sonuçlarının çarpıtılmasından başka bir şey olmadığını öne sürdüğü için, aynı zamanda birci ve evrimci olan diyalektik mater­yalizme göre, madde, zihinden zamansal ola­rak da, mantıksal olarak da önce gelir; öte yandan, haz alan ve acı duyan, düşünen ve bir şeylere değer biçen, zihin maddeye indirgene­mez.

Diyalektik materyalizm, maddenin, tarih­sel gelişmenin seyri içinde, parçalarından bazılarının zaman geçtikçe, başlangıçta sahip olduğu niteliklere indirgenemez olan yeni birtakım nitelikler tarafından zengin­leştirilmek suretiyle şekil değiştirdiğini sa­vunur. Kendisinde yalnızca fizikokimyasal süreçlerin ortaya çıktığı başlangıçtaki ölü kütle, bu süreçlerin yüksek bir karmaşıklık düzeyine ulaştığı belli bazı parçalarında, birden fizikokimyasal niteliklere indirgene­meyen yeni bir nitelik, yani yaşam kazanır. İlk organizmalar, işte bu şekilde ortaya çık­mıştır.

Canlı maddenin bundan sonraki gelişme seyri içinde, onda ortaya çıkan fiziko­kimyasal ve biyolojik süreçler yeterince yüksek bir evrim düzeyine ulaştığı zaman, onda bir kez daha yeni bir nitelik ortaya çıkar. Madde, diyalektik maddeci görüşe göre, şimdi bilinç kazanmıştır; onda, artık zihinsel yaşam başlar. Fakat, zihinsel yaşam, ne fizikokimyasal süreçlere ne de biyolojik süreçlere indirgenebilir; o, bu sü­reçlere bağımlı olup, onlar tarafından koşul­lansa bile, söz konusu süreçlerden niteliksel olarak farklı bir şeydir. Maddenin, gelişme süreci içinde, daha önceden sahip olunan ni­teliklerin bir birleşimine indirgenemeyen yeni nitelikler kazanması, diyalektik mater­yalizme göre, aşamalı bir evrim yoluyla değil de, ani bir sıçramayla olur.

İşte bu ontolojik anlayış, teorinin savunu­cuları tarafından diyalektikle birleştirildiği için, ona diyalektik materyalizm adı verilir. Bu diyalektik varlık görüşünün temel yasa­ları ise şunlardır: Karşıtların birliği ve sava­şı, niceliksel değişimlerin niteliksel deği­şimlere dönüşümü ve olumsuzlamanın olumsuzlanması yasası. Bu yasalar tarafın­dan belirlenen diyalektik bakış açısı, doğayı statik bir biçimde, sabit ve değişmez bir şey olarak değerlendiren bakış açılarından farklı olarak, doğanın kendi oluş ve değişme süre­ci içinde düşünülmesini, araştırılan fenomenlerin diğer fenomenlerden yalıtlanma­yıp, onların diğer fenomenlerle olan tüm ilişkilerinin dikkate alınmasını ister.

Diyalektik materyalizmin bilgi görüşü, bilginin nesnesinin insan zihninden bağım­sız olarak varolduğuna inanır. Bilginin kay­nağı probleminde, bilginin duyu deneyine dayandığını savunur. Genel olarak algının, algılayan öznenin çevresindeki ya da algı menzilindeki maddi şeylerin onun “düşün­celer, duygular, vs.,” olarak beyninde veya zihnindeki yansımalarından meydana geldi­ğini öne süren akıma göre, algı ya da duyu­deneyi, bağımsız bir maddi dünyanın varol­duğunu gözler önüne serer. Diyalektik ma­teryalizmin savunucuları, dünya hakkındaki doğrulara empirik bilimsel yöntemlerle ula­şılabileceğini savunmaları ve dünya hakkın­da, duyu deneyine dayanmayan bir bilginin imkanını yadsımaları bakımından pozitivisttirler.

Dogma: 1- En genel olarak, sıkı sıkıya, büyük bir güçle inanılan, otoriteye dayandıktan başka, olgulardan ve diğer de­neysel desteklerden bağımsız olarak kabul edilen şeyler için kullanılan terim. Dini bir çerçeve içinde, tanrısal bir otoriteye dayanan ve inkar etmenin sapkınlıkla eşanlamlı olduğu değiştirilemez ve sorgulanmadan be­nimsenen temel inançlar, temel işlevleri Tanrı’nın kendisini insana gösterdiği ve bil­dirdiği vahyin anlamını kavramsal terimler­le açıklamak olan dini öğretiler. Dini otorite tarafından tanımlanan ve en temel dini kurum tarafından desteklenen doktrinler.

2- Dogma, söz konusu anlamdan hareket­le, büyük bir düşünürün otoritesine dayanı­larak kabul edilen ilke, önerme olarak da ta­nımlanır. Buna göre, bir felsefe okulunda, doğruluğu sınanmadan kabul edilmiş ola­rak, doğru diye öne sürülen, doğruluğundan asla kuşkulanılman görüş ya da öğretilere dogma adı verilir.

Dogmatik: Genel olarak belli bir takım ilkeleri, tezler, düşünce, teori ve ideo­lojileri mutlak olarak doğru ve her zaman geçerli diye kabul eden, görüşlerini kesin ve tartışmaya yer vermez bir biçimde öne süren kimsenin tutumu için kullanılan sıfat.

Dogmatik buna göre, bir görüş ya da Öğ­retiyi, mutlak bir kendine güven ve otoritey­le öne süren, en küçük bir kuşkuya yer bı­rakmazken, başka insanların görüşlerine en küçük bir değer vermeyen insan anlamına gelir. Buna göre, dogmatik kişi, hoşgörüsüz, dar kafalı, eleştiri ve kuşkuya tahammülsüz olan kişiyi gösterir.

Dogmatizm: Genel olarak, kimi öğretilere en küçük bir eleştiriye izin verme­den, rasyonel ve mantıksal kanıtlar yerine, salt duygulara veya kişisel eğilimlere daya­narak körü körüne inanma, onları sorgusuz sualsiz bir biçimde benimseme. Bir düşünce, bir iddia ya da bir teoriye ilişkin bir incelemeyi reddetme ve düşünce, iddia ya da teori­nin, her tür eleştiri ve sorgulamadan bağım­sız olarak, otorite temeli üzerinde doğru olduğunu ileri sürme tavrına karşılık gelen dogmatizmin en belirgin örneklerine, dini otorite ve inanç tarafından yaratılmış olan sistemlere bağlanma tavrında rastlanır. Ha­kikati verdiği ileri sürülen vahiyle ilgili ola­rak da soruşturma açılamaz. Genel olarak kutsal kitaplar ve metinler, teologlar tarafın­dan geliştirilmiş olan dogmalar da soruşturulamaz.

Doğa felsefesi: Tarihi bir çerçe­ve içinde, öncelikle Antikçağda veya Hellenik dönemde, M.Ö. 6. ve 5. yüzyılların salt doğayı konu alan felsefesi, sonra da Yunan ve Hıristiyan Avrupa’da genel metafizik sistemlerin doğaya ilişkin açıklamadan meydana gelen dalları.

Doğa hali: Modern sivil top­luma ilişkin görüşlerin temelinde yer alan bir fikir olarak, çoğunluk sivil toplumu te­mellendirmek için kullanılan ve insanın, hiçbir siyasi örgüt ya da yönetimin olmadığı zamanki durumunu dile getiren ya da insa­nın toplum dışında, bozulmamış bir halde olma durumuna işaret eden fikir.

Doğa hali kavramı, on yedinci ve on seki­zinci yüzyıl filozofları tarafından, sivil top­lum anlayışının karşıtı olan bir kavram ola­rak görülmüş ve insanın devlet ya da siyasi bir düzen olmadığı zaman durumunun ne olabileceğini, söz konusu doğa halinin uygarlık tarafından ne ölçüde değiştirildiği ya da bozulduğunu açıklama sürecinde, bir ölçüt ya da temel olarak alınmıştır. Başka bir deyişle, toplumlar yaratılmazdan önce varolmuş olan bir hali, toplumsallaşma ön­cesi yaşanan bir durumu betimleyen doğa hali düşüncesi, doğal düzeni toplumsal dü­zenle, doğal ya da fiziki insanı toplumsal insanla karşıtlaştırmak ve insan toplumları­nın doğasını ya da özünü toplumların bizzat kendilerinin işleyişi tarafından sağlanan öl­çütlerden bağımsız olarak açıklayıp yorum­lamak amacıyla tarihsel bir delil veya anali­tik bir araç olarak kullanılmıştır.

İşte bu çerçeve içinde, doğal düzen ço­ğunluk Tanrı tarafından yaratılmış bir düzen olarak görülmüş ve dolayısıyla onun insan tarafından kurulmuş olan düzenlerden çok daha meşru olduğuna inanılmıştır. Doğa hali düşüncesiyle ifade edilen doğal düzenin Tanrı tarafından yaratılmış olduğu yerde, toplum, belirli doğal ihtiyaç, istek ve arzuları olan bireyler tarafından yaratılmış olan bir düzene karşılık gelir. Doğa hali dü­şüncesi, işte bu temel üzerinde, insanın, ahlâk ya da siyaset alanındaki, tüm toplum­sal çaba ve girişimlerinin kendisiyle ölçül­düğü bir standart meydana getirdikten başka, bize toplumların nasıl varlığa geldikleri, devletlerin nasıl kuruldukları sorularını yanıtlamanın en önemli yollarından birini sağlar. Buna göre, doğa hali düşüncesi, insan varlığının doğal hakları olan eşitlik ve özgürlüğü temellendiren tarihsel bir delil olarak kullanılabildiği gibi, devletle devle­tin tüm toplumsal ilişkileri denetleme hak­kının zorunluluğunu gösteren bir kanıt ola­rak da kullanılmıştır.

Filozofların benimsedikleri insan doğası imgelerine bağlı olarak, doğa halini farklı şekillerde betimleyen görüşler ortaya çık­mıştır. örneğin, insanın, insanın kurdu oldu­ğunu söylerken, özü itibariyle kendi çıkan peşinde koşan bencil bir varlık oldu­ğunu iddia eden Thomas Hobbes, bireyler arasındaki çıkar ve güç mücadelesini vurgu­larken, doğa halini herkesin herkesle savaş içinde bulunduğu bir hali olarak tanımlamış­tır. Başka bir deyişle, doğa durumunun, her­kesin herkesle savaş içinde bulunduğu bir duruma, tam bir anarşi ve genel savaş haline karşılık geldiğini söyleyen Thomas Hobbes, insanların, bu anarşi ve kaos halinden daha beter ve aşağılık bir hali ol­madığı için, bu durumdan her ne pahasına olursa olsun kurtulmak istediklerini öne sür­müştür.

Bununla birlikte, doğa halinde çatışma­nın kaçınılmaz olduğu görüşüne, onun tü­müyle yanlış bir insan doğası konsepsiyonu­na dayandığı gerekçesiyle itiraz edilmiştir. Bireylerin doğal bencilliğiyle açgözlülüğü­nü varsayan Hobbes, yalnızca mutlaka yakın güçlerle donanmış bir hükümdarın düzen getirebileceği ve herkesin başka her­kesle olan savaşını önleyebileceği sonucunu çıkartır ve politik otoriteyi, biricik alternati­f kaos olduğu için meşrulaştırır. Oysa, kimi düşünürlere göre, doğal ya da vahşi insanı tasvir ederken, Hobbes toplum içindeki in­sanı betimler. Hırs, kibir, açgözlülük doğal insanın niteliklerinden ziyade, toplumun ürünüdür.

Bundan dolayı, insanın doğasının özü iti­bariyle iyi ve yardımsever olup, işbirliğine açık durumda bulunduğunu savlayan Jean Jacques Rousseau gibi düşünürler, doğa halini kaybedilmiş bir cennet, geride kalmış bir altın çağ ve “soylu vahşi”nin, uygarlık ta­rafından bozulmamış dünyası olarak gör­müşlerdir. Nitekim Pufendorf, doğa duru­munda yaşadıkları söylenen insanların, birbirlerinin boyunduruğunda olmadıkları gibi, ortak bir efendiye de bağlı olmayan ve birbirlerine kötülük de iyilik de etmeyen in­sanlar olduklarını söylemiştir. Pufendorf’a göre, insanlar, doğa halinde, özleri gereği, eşit ve özgürdürler.

Her şeye rağmen, doğa halinin niteliği ko­nusunda farklılık gösteren tüm görüşlerin ortak paydası, insan varlıklarının doğal eşit­liğine duyulan inançtır. işte bu inanç, sivil toplum görüşleriyle tüm liberal öğretilerin temelinde yer alır. Buna göre, tüm insanlar, aynı insani sıfat ya da özelliklere sahip ol­mak, aynı fiziki çevreyle karşı karşıya bu­lunmak, aynı kendi varlığını koruyup sür­dürme içgüdüsünü sergilemek, koşullarını iyileştirme dürtüsüne sahip olmak bakımın­dan, aynı insan doğasını paylaşıyorlarsa eğer, bu takdirde toplumun da doğal bir te­meli vardır demektir ve tüm toplumsal düzenlemeler arka plandaki doğal yasa ve düzene uygun hale getirilmelidir.

Doğal Ayıklanma: Yaşama savaşında.daha az yetenekli bireylerin elenerek, daha iyi uyum sağlayanların, daha yetenekli olanların hayatta kalması durumu. Evrimi doğadaki koşullara daha iyi uyum sağlaya­bilmenin sonucu olarak gören ve akraba tür­lerde bulunmayan özel uyum mekanizmala­rıyla donatılmış türlerin çevre koşullarına daha iyi uyum sağlayacağını, ve dolayısıyla yaşamlarını sürdürme şansının daha yüksek olacağını savunan Darwin’in, doğada hüküm süren ve yaşama savaşında en başa­rılı olanların, varoluş koşullarına en iyi şekilde uyum sağlayanların ayakta kalmasını sağlayan sürece verdiği ad.

Darwinizmin temelini oluşturan doğal ayıklanma şu temel ilkeye dayanır: Canlıla­rın büyük bir bölümü çok fazla sayıda döl, yumurta, tohum ya da yavru verdiği halde, türlerin çoğunda birey sayısı aşağı yukarı sabittir. Bu, bireylerin çoğunun embriyon-, dan yetişkin duruma gelinceye kadar, yaşamın bir aşamasında yok olup gittikleri anla­mına gelir. öyleyse, içinde bulunduğu varoluş şartlarında, yaşadığı çevresel koşul­lara en iyi şekilde uyum sağlayan bireyler daha uzun yaşar, daha çok ve daha sağlıklı döller verir. Ana babalarının kalıtsal özel­likleriyle donatılmış olan gelecek kuşaklar da, kendilerinden önceki kuşağın uyum ye­teneğini korur ya da geliştirir.

Doğal bir kurum o1arak devlet: Devleti büyük ölçekli bir ya da organizma olarak gören Platon’un, devleti insan doğasına dayandıran görüşü.

Bu anlayışa göre, devlet bireyin doğasın­dan türer, zira birey, mantıksal olarak dev­letten önce gelir. Ve bu bağlamda, devlet insan doğasının yapısını yansıttığı için, doğal bir kurumdur. Platon’a göre, devletin kökeninde insanın ekonomik ihtiyaçları var­dır. İnsanların birçok ihtiyacı olduğu ve hiç­bir insan kendine yeter olmadığı için, Pla­ton’un ideal devletindeki birinci sınıf, bir iş bölümüyle, insanların ihtiyaç duydukları çe­şitli ürünleri üreten sanatkarlar, üreticiler ya da tüccarlar sınıfıdır.

Bu sınıfta bulunan insanlar, daha çok, maddeye düşkünlük gösteren, bedensel tatminlerin ve eşyanın peşinden koşan insan­lardır. Bu insanların erdemi ölçülülüktür. İdeal devletteki ikinci sınıf, devletin sınırla­rını düşmanlardan koruyan askerlerle, iç gü­venliği sağlayan bekçilerden oluşur. Asker­ler ve bekçiler, kendilerinde cesaret öğesi ağır basan insanlardır. Bu insanların erdemi ise, Platon’a göre, cesaret olmak durumun­dadır. Buna karşın, ideal devletteki üçüncü sınıf, çok uzun süreli ve oldukça ayrıntılı bir eğitimden geçmiş olan yöneticilerden mey­dana gelir. Bunlar kendilerinde manevi hazlara düşkünlüğün, akıl gücünün, merak ve anlama isteğinin ön plana çıktığı bilgelerdir, filozoflardır. Söz konusu yöneticilerin er­demi ise, bilgeliktir.

Platon’un bu üç sınıflı toplum anlayışı, onun üç parçalı ruh görüşüne dayanmakta­dır. Buna göre, ruhun en alttaki parçası işti­hadır. Bu parça, ruhu bedene, bedensel arzu­lara yönelten parçadır. İdeal devletteki üreticiler, tüccarlar ve zanaatkarlar sınıfına karşılık gelen bu parçanın erdemi, temel işle­vi aşırıya kaçmama, ölçülü olmadır. İkinci parça ise, can ya da cesarettir. Ruhun, dev­letteki bekçi ve askerler sınıfına karşılık gelen bu parçasının görevi iştihanın aşırı arzu ve isteklerine direnmek, cesaret göster­mek ve iştiha ile akıl arasında çıkabilecek çatışmalarda aklın sözünü dinlemektir. Buna karşın, ruhun en üstteki parçası, devletteki fi­lozof yöneticiler sınıfına karşılık gelen akıl­dır. Aklın görevi bilmek, anlamak, ruhun diğer parçalarına yol göstermektir. Ruhun bu parçasının erdemi ise, bilgeliktir.

Platon’a göre, ruhun parçaları arasında bir uyum olduğu, hiçbir parça başka bir par­çanın görevine, işlevine karışmayıp, kendi görevini gereği gibi yerine getirdiği zaman, böyle bir ruh dengeli ve sonuçta ortaya çıkan insan da sağlıklı ve adil bir insan olur. Platon bu görüşünü aynen devlete yansıtır. Buna göre, her sınıfın, başka sınıfların işine müdahale etmek yerine, kendi görevini layı­kıyla yerine getirdiği bir devlet adil bir dev­lettir. Böyle bir devlet, tıpkı bireyde yol gösteren güç akıl olduğu zaman, bireyin iyi ve esenlikli olması gibi, devlet de özellikle felsefenin gücü hissedildiği, bilge yönetici­ler toplum için uygun ve yararlı projeler üretip uygulamaya soktukları, genelin refa­hını sağladıkları zaman, ideal, yetkin ve adil bir devlet olur.

Doğalcılık: Genel olarak her şeyin doğal olduğu, yani varolan her şeyin doğal dünyanın bir parçası olup, bu dünya­ya ilişkin araştırmaya özgü yöntemlerle araştırılması gerektiği görüşü; varolan ya da olup biten her şeyin doğa bilimlerinde örneklenen yöntemler tarafından açıklanabil­me anlamında doğal olduğunu, varolan her şeyin doğanın bir parçasını meydana getirdiğini savunan anlayış.

Doğal haklar öğretisi: 17. ve 18. yüzyıllarda İngiltere, Fran­sa ve Amerika’da, özellikle de güçlü bir orta sınıfın doğuşu ve gelişmesinin bir sonu­cu olarak ortaya çıkan, ve bireysel insan varlıklarının, yaşama ibadet, düşünce konuşma, yayın özgürlüğü yasa karşısında eşitlik, mülkiyet, mutlu olma hakkı türün­den birtakım vazgeçilemez değiştirilemez ortadan kaldırılamaz, bir başkasına devredi­lemez temel haklara sahip olduğunu savunan öğreti.

Doğurucu evrim: Yeryüzündeki yaşam biçimlerinin evrimini konu alan, ev­rendeki evrim sürecinin genel çizgilerini ifade etmeyi ve evrimin, kendisini meydana getiren öğelerde bulunmayan yeni özellikle­rin ortaya çıkışıyla oluştuğunu öne süren evrim teorisi.

Yeni realist düşünürler Lloyd Morgan ve Samuel Alexander tarafından öne sürülen doğurucu evrim teorisi, C. Darwin tarafın­dan geliştirilmiş olan evrim teorisinden sü­reksizlik, düzey, yenilik ve yaratıcı ilerleme benzeri temel kavram ve kategorileriyle farklılık gösterir. Buna göre, doğurucu evri­min süreksizliği, yaşam formları arasındaki değişimlerin sürekliliğini vurgulayan Dar­winci evrimin tedrici olarak, aşama aşama gerçekleşme özelliğinden mutlak olarak farklıdır. Evrimin sonucu olan olaylar, bu anlayışa göre, daha önceki olaylarla bir sü­reklilik içinde değildir. İlk kez olarak ortaya çıkan yenilik, evrimin sonucu olan yeni bir form, aniden varlığa gelir.

Daha önceki düzeylerden doğmuş birta­kım varlık düzeyleri olduğunu öne süren doğurucu evrim görüşü, bir yandan da evrim sürecinin daha önce hiçbir şekilde va­rolmamış olan yeni varlıklar doğurduğunu belirtir. Evrim sürecinin bu yeni varlıkları ya da varlığın yeni doğmuş olan bu boyutla­rı, doğurucu evrim anlayışına göre, bileşen­sel öğelerine indirgenemediği gibi, öngörü işlemez de. Yaşam, zihin, bilinç, duyum tü­ründen yenilikler yaratıcı bir ilerlemenin bi­rikimsel yönleridir.

Her yeni nitelik, parçalarının toplamı ola­rak görülmemeli, bütünsel olarak ele alın­malıdır, zira doğurucu evrim görüşüne göre, sonuçta, nedende içerilenden her zaman daha fazla bir şeyler vardır. Her varlık düze­yinde küçük birikimsel ilerlemeler olmakla birlikte, her şeyi kuşatan yetkin bir bütüne doğru olan genel bir evrimden söz edilebilir.

Doğuştancılık: 1- Genel olarak, belirli insani özelliklerin sonradan kazanılmış ol­mayıp, doğuştan getirildiğini öne süren an­layış. 2- Daha özel olarak da epistemolojide, bilgimizin en azından bir bölümünün ya da bilgi için temel oluşturan kavram, ilke ve fi­kirlerin doğuştan olduğunu, insan zihninin dış dünyaya ilişkin deneyim ve gözlemden elde edilemeyecek, soyutlama yoluyla kaza­nılamayacak ilke, kavram ve düşüncelerle dünyaya geldiğini savunan öğreti.

Doktrin: Öğreti. Savunulan ve öğretilen bir öğretim ya da ilke; dini, felsefi ya da siyasi bir sistem veya öğretimdeki inanç ve kav­ramların bütünü; bir konu ile ilgili fikirler toplamı; bir düşünür ya da filozof un düşün­celerinin bütünü.

Buna göre, doktrin, otorite temeli üzerin­de öne sürülen, empirik desteği, kanıtlaması olduğu söylemekle birlikte, çoğunluk halihazırdaki verilerin ötesine geçen, ve dolayı­sıyla sağlam deneysel dayanakları olmayabilen fikirler bütününü ifade eder.

Dönemleştirme: Tarihsel ve sosyolojik araştırmaların ya da daha doğru bir deyişle bu alanlarda çalışan ve düşünen araştırmacı ya da düşünürlerin olay dizilerini, çoğunluk bir ölçüte dayanarak ardışık dönem ya da evre­lere ayırmaları işlem veya sınıflama faali­yetleri.

Örneğin, Saint Simon’a göre, insan top­lumunun tarihi, kendilerine ayrı düşünce tarzlarının karşılık geldiği üç ayrı evreden meydana gelmektedir: çoktanrıcılık ve köle­lik; teizm ve feodalizm, ve nihayet, poziti­vizm ve endüstriyalizm. Pozitivizmin kuru­cusu olan Comte’a göre ise, insanlık tarihi, her birine ayrı bir toplumsal yapının karşı­lık geldiği üç ayrı evreden geçerek ilerlemektedir: Teolojik, metafizik ve nihayet po­zitif evre. Buna karşın Marx’in tarihsel materyalizm görüşünde ifadesini bulan tarih teorisi insanlık tarihini köleci toplum feo­dalizm, kapitalizm, sosyalizm ve komü­nizm gibi beş ayrı döneme ayırmıştır. Söz konusu tarih teorisi tarafından benimsenen dönemleştirmenin ölçütü hakim üretim tar­zındaki değişmelerdir.

Günümüzde, sosyologlar, elektronik iletişimin gelişiminin toplumda devrimsel bir değişime, yani postendüstriyel topluma doğru bir geçişe yol açtığını savunurken, tarih filozofları da insanlık tarihinin bir amacı, doğrultusu ya da anlamı olup olma­dığı konusunda hiçbir uzlaşma bulunmadığı için, bizim bugün tarih sonrası bir dönemde bulunduğumuzu öne sürmüşlerdir.

Dönüştürme: Klasik mantıkta, dört standart form katego­rik önerme formunda değişiklik yapma bu dört önermeden her birinin öznesinin ya da yükleminin yerini veya önermenin niteliğini değiştirerek yeni bir önerme elde etme işle­mi. Söz konusu dönüştürme işlemi sırasında, önermenin ilk hali ile değiştirilmiş hali ara­sında bir eşdeğerlik olması zorunluluğu var­dır. Evirme, çevirme ve devirme olmak üzere, üç tür dönüştürme işleminden söz edi­lebilir.

Duyumculuk: Genel olarak tüm bilgilerimizin duyumlardan türediğini; bir başka şeye indirgenemezcesine, gerçek­ten ve en yüksek bir biçimde varolan, başka her şeyin kendisine indirgenebildiği tek şeyin duyum olduğunu savunan görüş. Bütün zihin hallerinin, tüm bilinç içeriklerinin, bir­leşim ya da çağrışım yoluyla duyumdan tü­rediğini, duyumlarımızın inançlarımızın biri­cik kaynağı ve dayanağı olduğunu, dünya ile ilgili bütün önermelerin hiçbir anlam kaybı olmadan duyumlarla ilgili önermelere indirgenebileceğini savunan öğreti.

Dünyevileşme: Dini inançlarla uygulamaları, yalnız kişisel değil, fakat toplumsal karar alma ve eylemde yol gösterici­ler olarak değerlendirmeme tavrı ya da sü­reci; dini düşünce, uygulama, inanç ve kuralların toplumsal anlam ve önemini yitir­mesi süreci; kentli toplum yapısıyla endüst­ri toplumunun gerçekleşme sürecinde orta­ya çıkan toplumsal değişmelerin sonucu olan genel durum.

Toplumun modernizasyonunun doğurdu­ğu bir süreç ya da hali olarak dünyevileşme, her şeyden önce, dinin, toplumsal anlam ve öneminin çok büyük ölçekli olduğu bir altın çağının geçmişte yaşandığını kabul eder; fakat bir yandan da, bu çağın artık ge­ride kaldığını öne sürüp modern toplumda, rasyonel, laik ve kişisel inancın karakter ve önemini vurgular.

Dünyevileşme, siyasi ve felsefi temelleri olmakla birlikte, insana, belli bir yaşam bi­çimi ve eylem anlayışı sunmayı amaçladığı için, özü itibariyle ahlâki, fakat sunduğu yaşam tarzı ve eylem anlayışında, Tanrı dü­şüncesine, ölümsüzlük fikrine ya da öte dünya kavramına başvurmadığı dini hiçbir şekilde işe karıştırmadığı için dinden ba­ğımsız olmak durumunda olan bir hareketi ifade eder. Genel bir.hareket ya da düşünce olarak dünyevileşme, insanın her bakımdan gelişip iyileşmesinin koşullarını, yakın ve kolaylıkla elde edilebilir olduğu için maddi araçlarda bulurken, kişiye her alanda yol gösterecek bilgi türü olarak tecrübi bilgiye değer verir, ve dolayısıyla, deneyim yoluyla bilinebilir olmadığı için, öte dünya fikrine karşı kayıtsız kalır.

Dünyevileşme düşüncesi, hareket ya da süreci şu halde deneyim yoluyla kanıtlana­bilir tavırlar olmadıkları için, teizmden de ateizmden de uzak durduktan başka, dini işe hiç karıştırmadan yalnızca akla dayana­rak sağlam tutarlı ve insani mutluluğa götü­recek bir ahlâk geliştirilebileceğini kabul eder, kişilerin ahlâka ve dini konulara iliş­kin inanç ve araştırmalarında, en az bilimsel araştırmada oldukları kadar Özgür olmaları gerektiğini savunur.

Din ve dünya işlerinin birbirinden ayrıl­ması anlamında dünyevileşmenin, politik ya da siyasi alandaki özel hali, laiklik olarak bilinir. Laiklik işte bu çerçeve içinde, siya­setle dinin devletle kilise ya da diyanetin birbirinden ayrılması, siyasi otoritenin yö­nettiği insanların inancına müdahale etme­mesi anlamına gelir.

Düşünce: İnsana özgü olan düşünme faaliyetinin, iç ya da dış uyaranlara yanıt olarak gelişen düşünme ediminin ürünü; in­sanın zihinsel faaliyetleri ile dış uyaranlar arasında kurduğu bağlantının sonucu olan şey. Kişinin bir konu üzerindeki yargısı, bir nesnenin fikirlerle oluşturulmuş soyut tasa­rımı; bilinçli insan varlığının kavramları birbirine bağlamasını ve yeni bilgilere ulaş­masını mümkün kılan işlemler, süreçler bütünü.

Düşünme: Kişinin öğrenme süreci içinde kazandığı kavramlar, kullandığı imgeler, düşünce ve hare­ketler, sözcük ve terimler gibi simgeler aracılığıyla gerçekleştirilen zihinsel faaliyet; çıkarsama, akıl yürütme, anımsama, kuşku duyma, isteme, hissetme, anlama, kavrama gibi, bilinçli bir biçimde gerçekleştirdiğimiz zihinsel faaliyetlerin herhangi biri; karşılaş­tırmalar yapma. analiz, sentez, bağlantı kurma ve kavram gibi işlemlerden oluşan zihinsel süreç.

Düzen: Bir çok öğe arasından çeşitli açılardan (zaman, mekan, mantık, estetik, ahlâk, varlık, vb. bakımından) kurulan ahenkli bağlantı; belirli bir metodolojik ya da mantıksal plan gerektiren sistemden farklı olarak, bir şeye ilişkin formel ya da düzgün düzenleme bir şeyin bir hiyerarşi ya da dizi içindeki yeri.

 
 
Bugün 19 ziyaretçi (24 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol