B Harfi

 

FELSEFE SÖZLÜĞÜ

B

Bacon, Francis: 1561 -1626 yılları arasında yaşamış olalı; İngiliz empirizminin öncüsü ünlü İngiliz filozofu Bacon’un temel eserleri The Advancement of Knowledge [Bilginin İlerlemesi], Novum Organum Scientarium [Yeni Organonl ve The New Atlantis [Yeni Atlantis]’dir.

Kendisiyle başlayan, Locke ve Hume’la devam edip, J. S. Mill ve B. Russell’a dek uzanan İngiliz empirist geleneğinin ilk büyük filozofu olan Bacon’un bakış açısı temelde somut, pratik ve yararcı öğelerle belirlenmiştir. Düşüncesi genelde ileriye dönük olup, insanın geleneksel teorilerin ve yöntemlerin yanılsamalarından kurtulduğu takdirde büyük bir hızla ilerleyeceğine olan inancından ivme kazanmaktadır. Eserlerinin başlıklarında ve kitaplarının bölüm başlıkla­rında sık sık geçen yeni sözcüğü, Bacon’un Aristotelesçi felsefeye ve Skolastik mantığa karşı çıkışını gözler önüne serer.

Buna göre, en büyük tutkusu, insani bilgiyi bilimsel araştırma için vazgeçilmez bir öneme haiz sistematik bir metodoloji üzerinde yeni baştan temellendirmek olan Bacon yeni meto­dolojisiyle ün kazanmıştır. Bacon’un metodolojisinin önemli bir bölümü, onun bilimsel ilerlemeyi toplumsal bir etkinlik olarak görmesi nedeniyle kurumsal olmak durumundadır. Dahası, onun yeni metodolojisi modern araçsal akılcılığı kusursuz bir biçimde cisimleştiren deneysel bir metodolojidir. Modern bilimin daha ilk baştan itibaren sergilediği başarıların bir sonucu olan empirizmin savunuculuğunu yapmış olan Bacon, modern insanın doğaya, onu yeni teknolojinin icadına götürecek deneysel kontrol yoluyla müdahale etmesi, onu dönüştürmesi ve insani amaçların hizmetine koşması gerektiğini savunmuştur.

Bacon’un teoloji konusuna girdiği zaman seçtiği sözcükler bazen Thomas Hobbes ya da David Hume’un daha sonraki alaycı tavrını çağrıştırmakla birlikte, o Hıristiyanlığın öğretilerini özü itibariyle doğru olan öğretiler olarak görmüştür. Skolastik anlayışa karşı olan ciddi polemiğinde, vahiy ve aklın birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılması gerektiğini savunan Bacon, bu ayrım gerçekleştirildiği takdirde, ve aklın gereği gibi ve sistematik bir biçimde kullanılması durumunda, insan yaşamını daha iyi yönünde hızla dönüştürecek olan bilimsel bilgiye ulaşmanın kolaylaşacağını savunmuştur.

Francis Bacon bu anlamda bilgiyi güce eşitlemiştir. Ona göre, bilim bir ilerleme, bir gelişme sürecidir. Tarih boyunca dini, siyasi ve düşünsel nedenlerle kendisine gerekli önem verilmemiş olan bilimin insanları aydınlatma ve yönlendirme işlevini ön plana çıkarmak gerekmektedir. Bilim, Bacon’a göre, sözcüklerle oynamak yerine, doğanın kendi özünü kavramaya yönelmelidir. Doğaya egemen olmanın ilk koşulu, onu kendi bütünlüğü içinde bilmek, onu yöneten genel yasaları kavramaktır. Bu yasaları kavramanın tek yolu ise, zihindeki önyargıları temizleyip, tümevarım yöntemini uygulamaktır.

Fizikten ereksel nedenleri atan Bacon’a göre, Demokritos’un felsefesi, bu anlamda Flaton ve Aristoteles’in felsefesinden daha doğru ve sağlam bir felsefedir. Metafiziğin varlık olmak bakımından varlığa ilişkin bir araştırma olmadığı gibi, hareket etmeyen hareket ettiriciyi konu alan bir araştırma da olmadığını söyleyen filozofa göre, metafizik maddi dünyanın formlarına, ilke ya da yasalarına ilişkin bir araştırmadır. Söz konusu araş­tırmanın teorik değil de, pratik amaçlı bir araştırma olduğunu öne süren Bacon, maddeci ve mekanist bir bakış açısının savunuculuğunu yapmıştır. O, her şeyin mekanik nedenlerin bir sonucu olarak ve yasalı bir biçimde ortaya çıktığını söylerken, aynı zamanda doğalcı bir bakış açısı sergileyip. Pozitivizme yaklaşmıştır.

Bağımlılık: Üçüncü dünya ülkelerinin yeterli ve arzulanan ekonomik kalkınma ve gelişme düzeyine erişememelerini, ileri kapitalist dün-yaya bağlayan yaklaşım.Buna göre, Marksist görüş veya sosyoloji, bağımlılığı yoksul ve azgelişmiş ülkelerle, zengin ve gelişmiş ülkeler arasında söz konusu olan bir ilişki olarak tanımlayıp, yoksul ülke ve bölgelerin azgelişmişliğini, zengin ülkelerdeki kapitalist gelişmenin eseri ya da ürünü olarak açıklar. Çevrenin ya da söz konusu az gelişmiş ülkelerin metropoliten merkez ya da gelişmiş ülkeler tarafından sömürüldüğünü öne süren görüş, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki kapitalist büyüme sürecinin Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki ülkeleri yoksullaştırdığını ve devam eden büyümenin az gelişmiş bölgelerde daha fazla yoksulluk yaratacağını söyler.

İşte bu çerçeve içinde, uluslararası ticaret ve ekonomik gelişmenin; Adam Smith’e kadar geri götürülebilecek olan “bırakınız yapsınlar” modeline eleştirel bir tepki olarak gelişen ve Batı’nın endüstri toplumlarının ekonomik gelişmesinin üçüncü dünyanın azgelişmiş, denizaşırı ülkelerinden elde edilen ekonomik artı değere bağlı olduğunu öne süren kurama bağımlılık teorisi adı verilir. Özellikle Latin Amerika’da, 1960 ve 70’li yıllarda ortaya çıkan teori ya da yaklaşımın en önemli temsilcileri P. Baran ve A. G. Frank olmuştur. Bağımsızlık teorisi, aynı zamanda azgelişmiş ülkelerin ileri kapitalist ülkelere erişebileceğine inanan modernleşme teorilerinin iyimser iddialarına karşı bir teori olmak durumundadır.

Bağımsız: Siyaset felsefesinde başka bir ülkenin veya ülkelerin yönetimi veya denetimi altında olmayan ülke; işlerini başka bir devlet organına bağlı kalmadan yürüten devlet organını niteler.

Bağnazlık: Çoğunluk, dini ve siyasi alanda, belli bir inanç, kanaat ya da ideolojiye tutkuyla bağlanma durumu. Kişiyi, bilgisizliğin, eğitimsizliğin, güçsüzlük, doyumsuzluk ve hoşgörüsüzlüğün bir sonucu olarak, belli bir fikir. inanç, ya da ideolojiye körü körüne bağlanmaya iten tutku.

Bakunin, Mihail Alexandroviç: 1814-1876 yılları arasında yaşamış olan Rus ihtilâlcisi ve anarşizm olarak bilinen siyasi hareketin kurucusu.

En temel amacı, siyasi iktidar ve ekonomik gücün ademî merkezileşmesi ve devlet gücünün yıkılması olan Bakunin, yaşamın kaçınılmaz bir yanılgılar dizisinden, bir vicdan azabı yığınından başka bir şey olmadığını savunan Bakunin, bir Tanrı icadı olan devletin insanı ezen en önemli güç, ezilen kitlelerin bilincinin kötü bir eseri olan dinin kollektif bir delilik, ve kilisenin de, çatısı altında ezilen kitlelerin günlük dertlerini unutmaya çalıştıkları kutsal bir taverna olduğunu öne sürmüştür.

Bakunin, demek ki her şeyden önce, çok da tutarlı addedilemeyecek olan anarşizmiyle ün kazanmıştır. Buna göre, o politik iktidarın, bu ister burjuvazinin ya da ister proletaryanın iktidarı olsun, kaçınılmaz olarak baskıcı olduğunu, ve dolayısıyla da hakiki özgürlüğün ancak statükonun yıkılmasından sonra mümkün olacağını iddia eden Bakunin bunun yolunun politik şiddetten ve ihtilalden geçtiğini söyler.. Yıkma dürtüsünün aynı za­manda yaratıcı bir dürtü, yıkmanın sosyal değişim ve dönüşüm için zaruri bir unsur olduğunu savunan Bakunin, şu halde, ihtilalin negatif bir güç olmasına rağmen, bir bütün olarak gerçekleştiği zaman, diyalektik bir mucizeyle birdenbire olumlu hale geldiğini söylemiştir. 0 söz konusu olumsuz-olumlu diyalektiğinde, buna göre, “ateş”i ihtilalci eylemin zaruri bir diyalektik bileşeni olarak görmüş ve keskin eleştirisini sadece, statükoyu, varolan düzeni korumayı amaçlayan muhafazakâr teşebbüslere değil, fakat aynı anda hem Hegel’in olumluyla olumsuzu bir araya getirip birbiriyle bağdaştırma teşebbüslerine ve hem de olumsuz olana olumlu olan içinde mütevazı ve zararsız bir yer bulma liberal ça­balarına da yöneltmiştir.

Bilimciliği, materyalizm ve ateizmi, 1860’lı yıllardan itibaren koyulaşan Bakunin, genel eleştirel tavrını kapsam bakımından genişleterek devam ettirmiş ve bu arada bilimsel elit ve kurumların politik ve sosyal rolünü keskin bir eleştiriyle sorgulamaya kalkmıştır. Ona göre, bireysel yaşamın somut ve tikel olduğu yerde, soyut ve genel olan bilim, bütün somutluğu içinde zaten göz ardı ettiği hayatı kavrayabilmeye muktedir değildir. Bu ise, şimdiye kadar devlet ve dine başkaldıran Bakunin’in artık hayatın bilime, bilim yoluyla yönetilmeye karşı olan başkaldırısına öncülük ettiği anlamına gelir ve onun Marx’ın devletçiliği ve teknisizmine yönelik sert eleştirisiyle irtibatlandırılabilir.

Başkalık: Postyapısalcı düşüncede veya söylemde “öteki” terimiyle değişimli olarak kullanılan terim.

Örneğin, Michel Foucault’nun düşünce ve eserlerinde “başkaları”, iktidar konumundan dışlanmış ve hakim liberal, hümanist özne görüşünde kurban edilmiş olanlardan meydana gelir. Bu bağlamda, “başkaları” homoseksüeller, kadınlar, akıl hastaları, beyaz olmayanlar ve mahkumlardır. Postyapısalcılarla postmodernistler bu insanların, gerek bireysel ve gerekse kollektif olarak Batı toplumunun ancak sınırlarında varolduğunu düşünürler.

Batılılaşma: Dünya tarihinin son iki yüzyılda ortaya çıkmış olan endüstri evresinde, Batı uygarlığı dışında kalan uygarlık ya da devletlerin, Batı‘yı son dönemde belirleyen, onu Batı yapan fikir ve teknikleri benimseme yaklaşım ya da hareketlerine verilen ad.

Buna göre, Batı uygarlığı onbeş ve onaltıncı yüzyıllarda bir Rönesans ve Reform hareketi yaşamış, bunu onyedinci yüzyılda bi­limsel devrim ve onsekizinci yüzyılda da Aydınlanma hareketi izlemiştir. Öyle ki, bu üç yüzyıllık tarih en somut meyvasını 1789 Fransız Devrimiyle, 1780’lerde İngiltere’de başlayıp tüm Avrupa’ya yayılan Endüstri Devrimi’nde vermiş ve ondokuzuncu yüzyıl, Batı açısından bir ilerleme ve özgürlük çağı olmuştur.

Bu bağlamda, yalnız Batı’yı değil, tüm dünyayı derinden etkileyen bu iki büyük devrimden özellikle Endüstri Devrimi, kimi Batılı devletlere tarihte daha önce bir eşi daha görülmemiş olan bir refah ve güç sağlarken, Batı’yla, coğrafi veya kültürel bakımdan Batılı olmayan devletler arasında maddi ve teknolojik açıdan büyük bir uçuruma yol açmıştır. İşte Batılı olmayan devletlerin bu uçurumu kapatabilmek için sergiledikleri modernleşme, Batı’yı özellikle son iki yüzyılda Batı yapan değerleri, fikir ve teknikleri benimseyip alma hareketlerine batılılaşma adı verilmektedir.

Bununla birlikte, Batı’nın teknolojik ve maddi üstünlüğünün, aynı zamanda kültürel ve ahlâki bir üstünlük anlamına gelmediği gibi, modern Batıyı belirleyen fikir ve teknikleri alma şeklinde tanımladığımız batılılaşmanın, geleneksel Batı uygarlığını bir bütün olarak kabul edilmesini asla gerektirmediği de unutulmamalıdır. Fakat bir yandan da batılılaşmanın yalnızca teknolojik bir devrimden başka, toplumsal bir devrimi de içerdiği akıldan çıkarılmamalıdır.

Bu bağlamda. Batılılaşma hareketinin temelinde bulunan bakış açısına; geleneksel inanç, yerleşik düşünce ve kurumlardan yaz-geçip, hakim uygarlık olarak görülen Batı‘nın düşünce, kurum ve değerlerini benimseyip yerleştirme mücadelesi içinde olma tavrına batıcılık adı verilir.

Batı Marksizmi: Avrupa’da 20. yüzyılda, Marksizmi özü itibariyle doğru bir öğreti olarak görmekle birlikte, ondaki pozitivist, determinist unsurlardan rahatsızlık duyan ve Komünist Partisinin resmi öğretisi haline gelen Ortodoks Marksizmden ayrılan kimselerin geliştirdikleri farklı Marksizm anlayışı.

Batı Marksizmi içine siyasi olarak Karl Kautsky ve Antonio Gramsci gibi lider ya da eylemciler girer. Felsefi olarak ise, Batı Marksizmi içinde, Althusser, Sartre ve hepsinden önemlisi Frankfurt Okulu düşünürleri yer alır. Daha doğru bir deyişle, Batı Marksizminin ilk kuşağında Georg Lukâcs, Karl Korsch, Joseph Revai, ikinci kuşağında ise Karl Manheim, Herbert Marcuse, Lucien Goldmann ve Louis Althusser gibi düşünürler bulunur.

Batı Marksizmi Ortodoks Marksizmden Engels’i değil de, genç Hegelci Marx’ı temele almak ve materyalizmden çok diyalektik konusuna yönelmek bakımından farklılık gösterir. Buna göre, diyalektiği Marksist öğretinin bizzat kendisine uygulayan bu anlayış, mutlak bilgiden vazgeçmiş, her tür bilginin kısmi ve göreli karakterini gözler önüne sermiştir. Bilgimizle kültür tarihini meydana getiren tüm diğer dünya görüşleri arasındaki ilişkinin diyalektik bir ilişki olduğunu savunan Batı Marksizmine göre, hiçbir dünya görüşü tümüyle doğru veya tümüyle yanlış olamaz. Tarihsel maddeciliği bu çerçeve içinde kendi ilkelerine göre eleştiren Batılı Marksist düşünürler, Marksist öğretinin bir dogma olmaktan çıkması konusunda önemli katkılar yapmışlardır.

Bauer Bruno: 1809-1882 yılları arasında yaşamış olan teolog ve toplum filozofu.

Sol Hegelcilerin liderliğini Yapmış olan düşünür öncelikle teoloji alanında çalışmış ve Yeni Ahit üzerine olan araştırmalarının ardından metnin tarihsel temellerinin hayli kuşkulu olduğu sonucuna varmıştır. O da tıpkı Ludwig Feuerbach gibi, dinin yabancılaşmış insan bilinci olarak tanımlanması gerektiğini söylemiştir. Geleneksel Hıristiyan öğretilere yönelik eleştirel analizi nedeniyle Üniversitedeki işinden koyulan Bauer, kilise ili devletin birbiriyle bağdaşmaz olduğunu, bütünüyle Hegelci bir tarzda öne sürmüştür. Çünkü kilisenin özü itibariyle baskıcı olduğu yerde, hakiki devlet özgürlüğün bütünüyle hayata geçirildiği bir yeri tanımlar.

O, din felsefesi alanındaki çalışmalarından sonra, toplum felsefesiyle meşgul olmuş ve bu bağlamda yerleşik burjuva düzenine olduğu kadar, ihtilalci programlara da şiddetle karşı çıkmıştır. Ona göre, özel sınıf çıkarları kaçınılmaz olarak tek yanlı olup, kitleler de daha ziyade ölü maddeye benzer. Bauer’in gözünde, ölüyü diriltecek, sınıf ideolojilerindeki yanlış kabul ve kavrayışları ayıklayarak, tek yanlılığı ve körlüğü ortadan kaldıracak, insan bilincinde bütünüyle özgürleştirici bir mahiyet taşıyan temelli değişmeyi başlatacak olan biricik şey eleştiridir.

O, en ince ayrıntısına kadar dikkatle oluşturulmuş hiçbir programın kurumsallaştıramayacağı dönüşümü. tarihin kendi mantığıyla hayata geçirdiğini, eleştirinin bugün düşüncede yıktığını, tarihin yarın gerçek hayatta yerle bir edeceğini söyler. Bu görüşlerini dünyanın egonun bir yansıtım olduğunu dile getiren bir tür bilinç felsefesiyle temellendirmeyi deneyen Bauer, sosyal koşulların insanlarını kafalarını değiştirmek suretiyle değiştirebileceğini düşündüğü ve bilincin köklerine inemeyen ihtilalci programların boş ve zararlı olduğunu savunduğu için, Marx tarafından idealist-teolojik terör yaratmakla suçlanmıştır.

Bauvoir, Simone de: 1908-1986 arasında yaşamış, başta Le Dewuxieme Sexe [İkinci Cins] adlı kitabı olmak üzere, denemeleri, kısa öyküleri. otobiyografik yazıları ve romanları yüzyılımızda feminist düşüncenin gelişiminde önemli bir başlangıç noktası oluşturmuş olan çağdaş Fransız kadın düşünür.

Hemen hemen bütün yaşamı boyunca birlikte olduğu Sartre’ın etkisi dolayısıyla, düşünceleri varoluşçu bir çerçeve içinde ve belli bir özgürlük kavramı üzerinde oldukça bireyselci bir temele dayanan Beauvoir’a göre, özgürlük asla ve asla insana Tanrı tarafından verilmiş bir şey değildir. Tam tersine, özgürlük, insanın uğruna hergün yeniden savaşmak zorunda olduğu bir imkan, onun kendisini sürekli olarak yeniden yaratması için bir fırsattır. Özgürlüğü başlangıçta olabildiğince bireyselci bir açıdan yorumlayan ve bu bağlamda ötekilerini, insanın kendi planına göre eylemesinden başka hiçbir şey olmayan özgürlüğün önündeki bir engel olarak gören Beauvoir, savaş deneyimlerinin ardından ötekinin özgürlüğünü insan için bir tehdit olarak değil, fakat kişinin kendi özgürlüğünü gerçekleştirmesinin zorunlu bir koşulu olarak değerlendirmeye başlamıştır. Buradan hiç kuşku yok ki, her insanın başka insanların özgürlüğü için kaygılanmak gibi ahlâkî bir ödevi olduğu sonucundan başka, kadının top­lumsal durumu ve onun erkek cinsiyle olan ilişkileri bağlamında önemli sonuçlar çıkar.

Özgürlüğün temel koşulu eylem, kişinin kendi plânlarına göre eylemesi, gelecek için amaçlar saptayarak, bunu şimdide dışlaştırması ise eğer, Beauvoir’a göre bu, geleneksel kadın rol ü içinde gerçekleşmemektedir. Bundan dolayı, onun gözünde kadın özerk değil, görelidir. Başka bir deyişle, kadınların kendilerini erkek olmadan düşünemediklerini ve düşünülmediklerini öne süren Beauvoir’a göre, erkeğin özne ve mutlak olduğu yerde, kadın yalnızca erkeğin eksik ötekisidir. Öteki de, kendi bağımsız özüne sahip bir şey olarak görülemez.

O, eskiden beri varolan bu durumu, kadının biyolojik analık göreviyle geride tutulmasına, erkeğin dışarıya gitmesine ve kendisini ‘homo faber’ olarak gerçekleştirmesine izin verilirken, onun içsel olanın bekçisi yapılmasına bağlar. Beauvoir, erkeğin egemenliğinin, sıklıkla iddia edildiği üzere, onun bedensel gücünün bir sonucu olmaktan ziyade, eylemde bulunan özne olmasının bir sonucu olduğunu düşünür. Fakat erkek, sadece ve sadece eylem yapmayan nesne sayesinde, ve kadına göre, başka bir deyişle, dışlaşma ve içselleşme ilişkisinden dolayı, ve kendisinin ötekisine göre böyle olabilir. Beauvoir’a göre, kadınların verilmiş olan bu durumu kabul etmemeleri gerekir. Zira ona göre, kadına toplumsal örf, adet ve kurumlar tarafından yüklenen bu ikindi rol, biyolojik, ekonomik ve psikolojik yazgının yüklediği bir rol değildir. Yani, Beauvoir dünyaya kadın gelinmediğini, ama kadın olunduğunu söylemektedir.

Bektaşilik: Hacı Bektaş Veli’nin (1209-1271) düşünceleri çevresinde oluşan tarikat. Senkretist bir yapı arzeden Bektaşiliğin temel özellikleri arasında, en başta dört kapı ve dört inanç tasavvuru gelir. Bunlardan dört kapı, şeriat (İslamın ve Ehli Beyt’in yoluna uymak) tarikat (şeyhe bağlanmak), hakikat (Tanrı’yı tanıma yolu) ve marifet (Tanrı bilgi -sine götüren yol) kapıları, dört inanç ise ibadet, niyaz, adak ve vuslat’tır. Bektaşilikte ayrıca Tevella (Ebu Beyti ve 12 imam) sevmek) ve Teberra (Yezid ve diğer Ebu Beyt düşmanlarına yüz çevirmek) da önem taşır.

Bektaşilik, şamanlıktan izler taşıması, ayrımcılık yapmaması, Anadolu halkının dilini kullanması, açık ilkelerden ziyade, her düşünce ve inançta olan insanların kendilerine göre anlamlar çıkarabileceği üstü kapalı inançlar geliştirmesi nedeniyle Anadolu’nun her yerinde hızla yayılmış bir inanç ve öğreti bütünüdür.

Benjamin, Walter: 1892-1940 yılları arasında yaşamış olan Alman düşünür. Yirminci yüzyılın en önemli Marksist estetikçilerinden ve kültür yorumcularından biri olarak görülen ve bir sosyal üretim formu olarak sanatın önemini farkeden ilk kişi olduğu düşünülen Benjamin’in temel ve en ünlü eseri “Mekanik Röprodüksiyon Çağında Sanat Eseri” adlı denemesidir.

Sanatsal üretimin maddi boyut veya yönlerine dair analizi, Benjamin’in çağdaş düşünceye en önemli katkısını oluşturur. Yeni kültürel koşulların yeni sanat türlerini veya formlarını talep ettiği teziyle Frankfurt Okulu’nun görüşlerine çok yaklaşan Benjamin Adorno ve Horkheimer tarafından kültürle ilgili analizlerinin yeterince diyalektik olmadığı gerekçesiyle eleştirilmiştir.

Yöntemi içkin eleştiri, yani teorik ilkelerin, dışarıdan getirilmek yerine, incelenen eserden çıkartılması gerektiğini dile getiren yaklaşımı uygulayan Benjamin’de gelenekle moderniteyi birbirine bağlayan şey yeniden üretim kavramıdır. Ona göre, modern dünyada olup biten şey, edebî veya sanatsal değerle ilgili algılarımızın değişmiş, yüksek sanatla aşağı sanat arasındaki ayırımımızın aşınmış olmasıdır.

Politik, teolojik ve felsefi amaçlara hizmet eden sanatın bir sosyal üretim türü olarak görülmesi gerektiğini söyleyen Benjamin, önemli olanın sanatın ait olduğu zamanın üretim ilişkileri açısından nerede durduğu değil, fakat bu ilişkiler içinde nerede durduğudur. Ona göre, 20. yüzyılda sanat alanındaki en önemli gelişme ve problem, geleneğin çözülmesi ve buna bağlı olarak yok olup gitmesiyle birlikte, sanatın yepyeni biçim ve işlevler kazanmış olmasıdır. Başka bir deyişle, mekanizasyon ve kitlesel üretimin kültür alanına da yayılışındaki ilerici potansiyeli gören Benjamin, öncelikle kültürel eserlerin veya sanat yapıtlarının mekanik olarak çoğaltılabilirliğinin, yüksek kültürün eserlerinin büyülü, ve kutsal kalesini, onları ritüel ve gelenekten koparmak suretiyle, yok ettiğini öne sürer. O söz konusu gelişmeyi, şeylerin evrensel eşitliği düşüncesini benimseyen kitlelerin çağdaş yaşamda giderek artan önemleriyle birleştirir ve bunu potansiyel olarak ilerici. bir şey olarak değerlendirir.

Diğer bir deyişle, teknolojik alandaki büyük gelişmenin, sanat ve kültür için yepyeni imkanlar sağladığını iddia eden Benjamin, fotoğraf ve sinema benzeri sanatların kaydettiği gelişmenin, kitlelerin katılımına açık, onların yararına olan bir sanatı mümkün hale getirdiğini söyler. Ona göre, sanatın mekanik olarak çoğaltılabilirliği, kitlelerin sanata karşı olan tutumlarını değiştirir. Bir Picasso tablosuna karşı takınılan genci tavır, bir Chaplin filmine karşı ilerici bir tepkiye dönüşür.

Sanatın toplum için olduğunda ısrar eden düşünür, ritüel ve propagandanın 1930’lar Almanya’sındaki rolüne gönderme yaparak, sanatın özerkliği veya sanat için sanat üzerindeki ısrarın estetiğin faşizm tarafından politik hayata sokulmasıyla tamamlandığını öne sürer. Bununla birlikte, Benjamin’e göre, geleneğin ve geçmiş kültürün özgürleştirici yönlerini de unutmamak lazım gelir. Nitekim, o bir yandan da, kapitalizmle birlikte yok olup giden geçmişin kurtarılmasını amaçlayan tarihsel maddeciliğin savunuculuğunu yapmaktan hiç geri durmamıştır.

Bentham, Jeremy: 1748-1832 yılları arasında yaşamış olan, yararcılığın kurucusu İngiliz filozofu. Temel eserleri: An Introduction to the Principles of Morals and Legislation [Ahlâk ve Yasamanın İlkelerine Giriş]. Deontology [Deontoloji] ve Science of Morality [Ahlâk Bilimi]; A Fragment on Government [İdare Üzenine Bir Çalışma], The Rationale of Reward (Ödülün Mantığı).

Siyaset felsefesi: Siyaset felsefesini etik görüşüne dayandırmak isteyen Bentham, diğer bir deyişle kişinin kendisine dönük hazlarla, dışa dönük hazlar arasında bir ayırım yapmıştır. Bunlardan binincileri salt hazla ve kişinin kendi mutluluğuyla ilgili iken, ikincileri bir iyilik ifadesi olup, başkalarının mutluluğuyla ilişkilidir. Bireysel mutlulukla en yüksek sayıda insanın mutluluğunun bir ve aynı olmadığının fazlasıyla farkında olan Bentham, bencillikle toplumun iyiliği veya en yüksek sayıda insanın mutluluğu arasındaki uçurumun aşılabilmesi için, iki araçtan faydalanmaya çalışmıştır.

Bu araçlardan birincisi, eğitimdir. Ona göre, insanlar eğitim sayesinde zihinsel melekelerin ve yeterliliklerini arttırır, kendile­rini tam olarak gerçekleştirebilmenin yollarını öğrenir ve böylelikle de, bir kişinin akılcı yollarla elde ettiği mutluluğun başkalarına yönelik sevgi ve hayırseverliği, ötekinin iyiliğini kapsadığını anlayabilirler.

Bentham’da bireyin kendisine dönük ilgiyi toplumsal bir ilgiyle tamamlamanın ikinci yolu kurumsal bir çerçeve yaratmak geçer. Ona göre, insan bencil çıkar ve zorlamaları bu sayede ve kurumsal bir çerçeve içinde, top­lum için yararlı amaçlara dönüştürebilir. Liberalizmin en önemli teorisyenlerinden biri olan Bentham, siyaset felsefesinde, yine güçlü bir halk egemenliğinin savunuculuğunu yapmış ve söz konusu egemenliğin tek meclisli yasama organıyla temsilini istemiştir. 0, denetim ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin tam çalışan bir demokrasiyi önlemek üzere hazırlanmış aygıtlar olarak değerlendirirken, din konusunda kuşkucu bir tavır takınmıştır. Benthama göre, din ilerlemeyi engelleyen özellikle de entellektüel ilerlemeye set çeken bir kurumdur. Da­hası, o dinin inanmayanlara karşı düşmanlık uyandırmak ve bir kast sınıfı yaratıp beslemek suretiyle, topluma sadece sıkıntı verdiğini düşünür. İhtiyaç duyulan şey, dini hoşgörüdür ve bunu sağlayacak tek şey de, bilinemezci bir kuşkuculuktur. Öte yandan, dine çoğunluk yararcı bir açıdan bakan Bentham, onun yararsız olduğunu söylemekten de çekinmemiştir.

Berkeley, George: 1685-1753 yılları arasında yaşamış olan, ve dünyada yalnızca zihin ya da ruhların ve bu ruhların idelerinin varolduğunu, buna karşılık maddenin varolmadığını öne süren; yani modern idealizmin en önde gelen savunucusu, hatta kurucusu olan İngiliz düşünür. Eserleri: The Principles of Human Knowledge [İnsan Bilgisinin İlkeleri] ve Three Dialagues Between Hylas and Philonous [Hylas ile Philonous arasında üç Konuşma].

Temeller: Maddesizci hipotez olarak ta­nımladığı temel görüşüyle, cansız, atıl maddi tözün varoluşunu yadsıyan Berkeley, bir şeyin var olmak için ya algılanmasını, ya da algılama faaliyetini gerçekleştiren etkin varlık olması gerektiğini öne sürmüştür. Algılanacak şeylere “duyusal nitelikler” veya Locke’dan miras almış olduğu terminolojiyle ideler adını veren, bu duyusal şeyler veya idelerin zihinlerin, tinlerin, algılayan ve irade eden etkin varlıkların dışında hiçbir şeyin varolamayacağını savunan Berkeley’de gerçek­ten var olan her şey, bir yanda etkin tinler, diğer yandan da edilgin idelerden ibarettir.

Berkeley kendisini bu idealist ya da im­materyalist görüşe götüren şeyin, çağdaş bilimdeki yanlışlar, kendisinin kuşkuculuğun, ateizmin ve dinsizliğin temeli olarak gördüğü hatalar olduğunu söylemiştir. Kendisini kontrolsüz akılcılığın aşırılıklarına karşı çıkan biri olarak gören, ve dolayısıyla modern bilim adamlarının sınırsızca bölünen doğru konsepsiyonuna, rasyonalist geometri anlayışlarına ve fiziki dünyayı çekim gücü benzeri şeylerle açıklama teşebbüslerine karşı çıkan, doğa biliminin açıklayıcı olmaktan ziyade, betimsel olması gerektiğini öne süren Berkeley’in felsefesi aşırı antirasyonalist bir bilim teorisi ile birleşen bir tür maddesizciliktir.

Bilgi Görüşleri: Berkeley de, kendisinden önce yaşamış olan Locke gibi, bizim doğrudan ve aracısız olarak algıladığımız her şeyin kendi zihnimizdeki ideler olduğunu, doğuştan düşünceler bulunmadığını, tüm idelerimizin algısal deneyin sonucu olduğunu, ve bilgimizin duyu-deneyi aracılığıyla sahip olduğumuz idelerden türediğini savunmuştur. İdelerden türeyen bilginin tek bir istisnası vardır: Tinsel var]ıklara ya da insanın kendi benine ilişkin bilgi.

Berkeley’e göre, kendi zihnime ya da benime ilişkin olarak doğrudan bir algısal deneye sahip olamadığım, ama doğrudan ve aracısız olarak yalnızca zihnimin çeşitli niteliklerini ya da faaliyetlerini algıladığım için, benim, kendi zihnime ya da benime ilişkin bir ideye sahip olduğum söylenemez. Bununla birlikte, buradan yola çıkılarak zihinden ya da benden söz etmenin anlamsız olduğu sonucuna varılamaz. Çünkü, sonsuz sayıda ideye ek olarak, bu ideleri bilen ve algılayan bir şey, algılama, isteme, imgeleme ve anımsama gibi faaliyetlere ek olarak, bu faaliyetleri gerçekleştiren aktif bir varlık vardır ki, bu da zihin ya da ruh ya da bendir.

İdelerden insan zihninden ya da bir algı eyleminden bağımsız olarak kendi başlarına varolan şeyler olarak söz etmek çelişik olsa bile, bizim birincil niteliklere ilişkin idelerimize benzeyen niteliklere sahip olan nesnelerin insan zihninden bağımsız olarak varoldukları düşünülebilir. Bu teze Berkeley, bir idenin ancak başka bir ideye benzeyebileceği, buna karşın bir ses ya da bir şeklin başka hiçbir şeye değil de, yalnızca başka bir ses ya da başka bir şekle benzeyebileceği karşılığını verir. Dahası, ona göre, biz zihnimizdeki idelerin nesnelerin niteliklerine benzeyip benzemediklerini asla bilemeyiz, çünkü bizim dolayımsız olarak algıladığımız her şey kendi idelerimiz olup idelerimizle bu idelere benzeyen nitelikler ilke olarak birbirlerinden farklı olduklarından bizim idelerimizle bu idelere benzeyen nitelikleri birbirleriyle karşılaştırma imkanımız yoktur.

Metafiziği: Bilginin tek kaynağının algı olduğunu algıda ise bizim yalnızca kendi idelerimizi ya da duyumlarımızı bilebileceğimizi öne süren epistemolojik nitelikli öncüllerden yola çıkarak, yalnızca idelerin ve ideleri deneyimleyen zihinlerin varolduğu ve duyularımız üzerindeki eylemiyle idelere neden olan maddenin hiçbir şekilde varolmadığı şeklindeki ontolojik sonuca ulaşan Berkeley, bununla birlikte tıpkı Lockeun yapmış olduğu gibi nedensel bir algı anlayışı benimseyerek, zihnimizdeki idelere neden olan bir varlığın, yani Tanrı’nın varolduğunu öne sürmüştür. Başka bir deyişle, o maddenin yerine Tanrı’yı yerleştirmiştir.

Berkeley’e göre biz algılarımızın, idelerimizin, onlar 1 canlı ve açık oldukları, 2 diğer deneylerimizle uyumlu oldukları, ve 3 insan iradesinin keyfi bir eyleminin sonucu olmadıkları, yani insan zihninde, nedensiz ve temelsiz olarak keyfi bir biçimde yaratılmadıkları zaman gerçek olduklarını kabul eder ve onları fantazilerden, düşsel algı ve idelerden ayırırız. Yani, duyu algılarımız, idelerimiz bize bağlı ve keyfi olmadıkları için, bu algı, duyum ve idelerin insan zihninin dışında bir nedeni olmalıdır.

Başka bir deyişle, madde varolmadığı, varolsa bile, bütünüyle olumsuz ve belirsiz bir biçimde tanımlandığından dolayı, bizim zihnimizdeki idelere neden olamayacak kadar pasif olduğu, ikinci olarak ideler kendi kendilerinin ya da başka idelerin nedenleri olamayacağı ve nihayet bu gerçek ideleri insanın bizzat kendisi yaratamayacağı için, Berkeley’e göre, zihnimizdeki bu idelere, al­gımızdaki duyumlara neden olan başka bir tinsel varlığın varolması gerekir ki, bu tinsel varlık da Tanrı’dır.

Bu görüşe, bizim tinsel bir varlığı, bir Tanrı’yı algılarımıza, duyumlarımıza, idele­rimize neden olurken de, başka bir zaman da hiçbir şekilde tecrübe etmediğimiz söyle­nerek, duyumlarımıza, idelerimize neden olan bir Tanrı düşüncesinin, en azından nite­liklerinin duyularımız üzerindeki eylemi so­nucunda bizde algılara, idelere neden olan bir madde düşüncesi kadar keyfi olduğu söy­lenerek itiraz edilebilir. Böyle bir itiraza karşı Berkeley, bizim tamamen irademize bağlı olarak çeşitli şeyleri çeşitli şekillerde imgelediğimiz zaman, tinsel varlıkların ide­ler yaratmasına ilişkin bir tecrübeye sahip olduğumuz yanıtını verir. Ve biz tinsel varlıklar olarak kendimizin zihnimizde ideler oluşturma gücüne sahip olduğumuzu bili­yorsak, ona göre, bu bilgi başka bir tinsel varlık olarak Tanrı’nın bizim zihnimizdeki idelere neden olmakta olduğu olgusu için sağlam bir temel oluşturur.

Berkeley söz konusu maddesizcilik öğre­tisiyle ilgili eleştirileri, örneğin insanlar ta­rafından tecrübe edilen izlenim ya da ideler­le özdeşleştirilmesi durumunda doğanın insanların ortaya çıkışlarından önce varol­madığı, ya da bir odanın içinin insan ona baktığı zaman varlığa geldiği, insan ona bakmaktan geri durduğu zaman yok olup gittiği türünden itirazları bertaraf edebilmek için, şu halde, Tanrı’nın evreni varoluş hali içinde tutan her şeyi bilme gücüne müracaat etmiştir. Yani, o ezeli-ebedi olup, her şeyi bilen tinsel bir varlık olarak Tanrı’nın varoluşunu kabul etmek suretiyle, dış dünyanın Tanrı tarafından tecrübe edilen ideler, izlenimler toplamı olduğunu, dış dünyadaki nesnelerin Tanrı’nın zihninde bulunduğunu, onların bizim tarafımızdan algılanmadıkları zaman, Tanrı tarafından algılandıklarını öne sürer.

Bernstein, Edouard: Sosyal demokrat siyaset adamı, kuramcı ve tarihçi . Kapitalist ekonominin yakın gelecekte çökeceği ve proletaryanın iktidarı zorla ele geçirmesi gerektiği gibi görüşleri yadsıyarak, Karl Marx’ın koyduğu temel ilkeleri gözden geçirmeye girişen ilk sosyalistlerdendir. Seçkin bir kuramcı olmamasına karşın revizyonizmin babası ‘ olarak adlandırılmış ve özel girişimciliği toplumsal reformla kaynaştıran bir tür sosyal demokrasi öngörmüştür.

Danzig’den gelerek Prusya’nın başkenti Berlin’e yerleşmiş bir Yahudi ailesinin oğluydu. Babası demiryolu makinisti, amcası Aaron Bernstein ise ilerici işçi çevrelerinde çok sayıda okuru olan Berliner Volk Zeitung gazetesinin editörü idi. Bu ortamda pek çok kültürlü Almanın ulusal birlik ve demokrasiye duyduğu özlemi daha genç yaşta kolayca paylaştı. Sevilen ve açıksözlü bir insandı. 1872’de genç bir banka memuru iken Sosyal Demokrat Partiye girdiğini açıkça söylediğinde üstlerinden anlayış gördü. Prusya’nın 1871’de Fransa’yı yenilgiye uğratmasını izleyen çalkantılı yıllar siyasi inançlarının oluşmasında önemli rol oynar. Ama yumuşak kişiliğinden dolayı Radikal Marksizm’den çok dogmatik olmayan pragmatik bir sosyalizme ilgi duyuyordu. Otoriter sayılabilecek Alman Genel İş Derneği karşısında demokratik ve barışçı sosyal demokratları yeğledi.

Partiye girince sosyalist yayın organı Die Zukunft’ta çalışmaya başladı.1890'lara değin süren 1873 ekonomik bunalımı kapitalizmin zayıflığı yolundaki inancını pekiştirdi. Ama onu daha radikal bir tutum almaya zorlayan Şövalye Otto von Bismarck'ın antisosyalist yasaları oldu. Almanya dışına sürülünce İsviçre’ye yerleşti. Die Zukunft’un varlıklı koruyucusu Karl Höchberg'in "ahlakçı sosyalist" görüşlerinden uzaklaştı. Burada gizli sosyalist partinin toparlayıcı odağı durumunda olan Der Sozialdemokratie dergisinin Zürich baskısının editörlüğünü Marx’ın onayıyla üstlendi. 1888’de Bismarck'ın başvurusu üzerine İsviçre’den de sınır dışı edilince derginin yayımını Londra’da sürdürdü. Orada Marx’ın çalışma arkadaşı Friedrich Engels’ın yakın dostu oldu; sosyalizmin adım adım gelişeceğini savunan etkili Fabian Derneği’nin önderiyle de yakın ilişki kurdu. Giderek değişen görüşlerini bir dizi makale ile 1898'de Stuttgart’ta Sosyal Demokrat Parti toplantısına gönderdiği bir mektupla sergiledi. Ertesi yıl Die Voraussetzungen de Sozialismus und die Sozialdemokratie’yi (evrimsel sosyalizm,1891'de) yayımladı.

1901’de Almanya’ya dönen Bernstein reformcu işçi hareketinde giderek gelişen revizyonist okulunun kuramcısı durumuna geldi. Sosyalizmin kapitalist orta sınıfa karşı bir ayaklanmanın doğrudan ve katışıksız bir ürünü değil, insan tutkularının ayrılmaz içsel bir parçası olan liberalizmin nihai sonucu olduğunu savundu. Kapitalizmin hemen çökeceği ve burjuvazinin yalnızca baskıcı bir sınıf olduğu yolundaki görüşten vazgeçti. Ayrıca üretken sanayiinin belirli ellerde toplanmasının her alanda Marx’ın öngördüğü ölçüde eksiksiz ya da daha hızlı biçimde gerçekleşmediği sonucuna vardı. İşyeri yasalarının çıkartılması ve işçi sendikaları üzerindeki yasal kısıtlamaların kaldırılması türünden reformları örnek göstererek, sosyalist hareketten gelen başkaldırı sonucunda sermayenin sömürücü eğilimlerine karşı bir tepkinin geliştiğini öne sürdü. Bütün bunlara dayanarak kalıcı başarının yolunun şiddete dayalı bir altüst oluştan değil sürekli bir ilerlemeden geçtiğini savunmaya başladı.

1902’de Reichsrag’a (parlamento) seçildi ve üyeliği 1928’e değin sürdü . Sosyalist kuramcı Karl Kautsky’nin dogmatik marxizmi ile Alman işçi önderi Agust Bebel'in eklektik Marxizmi giderek etkisini yitirdikçe revizyonizm sosyal demokrasinin ideolojisi durumuna geldi. Ama sınıflararası şiddete olduğu kadar uluslararası alanda da şiddet kullanımına karşı çıkan Bernstein militarizme karşı mücadelede sol kanatla birlikte tutum aldı. Sağ kanat önderleri arasında yer almasına karşın I. Dünya Savaşı sırasında partisinin savaşı desteklemesini protesto etmek amacıyla Bağımsız Sosyalistlerle birlikte davrandı. Ama barış gerçekleşir gerçekleşmez eski konumuna döndü ve Kasım 1918’deki siyasal devrimi toplumsal bir devrime dönüştürmek isteyenlere karşı cephe aldı. Parlamenter cumhuriyetin kesintisiz bir ilerleme yolu açtığını savundu. Savaştan sonra 1919’da ekonomi ve maliyeyle ilgili devlet bakanı olarak görev yaptı.

Sonunda sosyal demokrasi Bernstein’ın 20 yıldır özlemini çektiği büyük bir reformcu halk hareketi durumuna geldi. Artık partisinin saygın bir yol göstericisi olan Bernstein sosyal demokrat programın büyük bölümünün fikir babalığını yaptı. Alman halkını 1917 Rus örneğinden caydırmakta önemli rol oynayan Bernstein, 1922’de İtalyan faşist modelinin Almanya’ya sıçramasını önleyemedi. Nazilerin kanlı saldırılarını, dengesiz kafaların düşüncesiz davranışları olarak değerlendirdi. Nasyonel Sosyalizmin özünü kavrayamadı ve Nazilerin iktidarı ele geçirmesini önlemekte çaresiz kaldı. Bernstein’ın ölümünün (18 Aralık 1932) üzerinden daha altı ay geçmeden , tüm umutlarını bağladığı demokratik devlet, kapılarını Adolph Hitler’in diktatörlüğüne açtı.

Bilgi: 1- Genel olarak, öznenin amaçlı – yönelimi sonucunda, özneyle nesne arasında kurulan ilişkinin ürünü olan şey. Öğrenilen şey. 2- Bir şeyin ayırdına ya da bilincine varma. Bir şeyle aktüel deney yoluyla kuru­lan yakınlık ya da tanışıklık. 3- Olgu, doğru ya da ödev olarak görülen bir şeye ilişkin açık algı. 4- Biraz daha teknik bir anlam içinde, te­mellendirilmiş, haklılandırılmış doğru inanç. 5- doğruluğu mevcut öznel ve nesnel koşul­larda, gerekli ve yeterli sayılan delillerle te­mellendirilmiş önermelerle ifade edilen bilinç içeriği.

Bilim: Dış dünyaya, nesnel gerçekliğe ve bu gerçeklikte yer alan olgulara ilişkin, tarafsız gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel etkinliklerin ortak adı. Amacı konu aldığı alanda, genel doğruların ya da temel yasaların bilgisine ulaşmak olan bilgi kümesi. Varolan şeylerin mahiyeti ve kaynağıyla aralarındaki ilişkileri konu alan akla dayalı bilgi. Belli bir konusu olan, kabul edilmiş yöntemlere daya­nılarak elde edilmiş organize ve rasyonel bilgiler bütünü.

Bilimsel determinizm: Evrensel ne­densellik anlayışı; evrendeki her olayın kendi­sini belirleyen bir nedenin bulunduğunu öne süren yaklaşım.

Bilinç: Genel olarak, insanda farkındalığın, duygunun, algının ve bilginin merkezi olarak kabul edilen yeti. Zihnin kendi içeriklerinin farkında olduğu, içebakış bilinen, duyumları, algıları ve anıları yoluyla ihtiva eden bölümü.

Bir: Var olan her şeyin kendisine öykündüğü, kendisinden pay aldığı ezeli ebedi, yetkin form. Var olan her şeyin kendisinden türediği, sudur ettiği tanrısal varlık. Tanrı, dünya ruhu, mutlak zihin ya da tin.

Bireycilik: Genel olarak, bireylere. bireysel insan varlıklarına ontolo­jik, mantıksal, metodolojik ve aksiyolojik bir öncelik veren, somut olan gerçekliğini vurgulayan görüş ya da anlayış.

Siyaset felsefesinde, devletin birey için varolduğunu iddia eden, bireyin özgürlüğüne büyük önem veren ve kendisine yeten, kendi kendisini yönlendirebilen bireyi, toplum ve devlet karşısında ön plana çıkartan akım; tüm siyasi örgüt ve toplumsal oluşumların temel ve en yüksek amacının bireyin, kişinin haklarını korumak, bağımsızlığını güvence altına almak ve gelişimini hızlandırmak ol­duğunu savunan anlayış.

Esasen 18. yüzyılda, klasik ekonomi poli­tiğin yükselişiyle anlam ve önem kazanan bir öğreti olarak bireycilik, bireylerinin dı­şındaki bir gerçeklik olarak toplumun varoluşunu yadsıyan, Özgür bireylerin ekonomik alandaki rekabetlerinin yararlı sonuçlarını vurgulayan, işbölümünün gelişimiyle birlik­te, rollerde söz konusu olan çeşitlenmeyle, bi­reysel farklılıklara özel bir önem atfeden görüştür. Bireyciliğe göre devlet, bireylerin kendi amaçlarına ulaşmak için kullanmak du­rumunda oldukları bir araçtır ve hiçbir zaman kendi içinde bir amaç olamaz. Toplum bireysel üyeleri için var olur.

Ekonomi alanında, serbest rekabeti, teşebbüs özgürlüğünü temel alan liberal anlayış.

Biyo-iktidar: İktidar kavramının modern yorumlarına karşı çıkan Foucault’nun önerdiği yeni ve alternatif iktidar kavramı.

Yönetici sınıflarda demir attığını ve do­ğası gereği baskıcı olduğunu öne süren mo­dern iktidar teorilerini reddeden, modern ik­tidarın teorileştirilmesinde kullanılan iki temel modeli, hukuki ve ekonomik modelleri şid­detle eleştiren Foucault’nun öne sürdüğü biyo-iktidar kavramı, baskıcı değil de, üret­ken olan bir iktidarı tanımlar. Biyo-iktidar, güçleri önleme, tahrip etme ya da tâbi klima amacı güden bir iktidardan ziyade, gücü ya­ratmaya, potansiyel güçleri aktüelleştirme, va­rolan gücün gelişimini sağlamaya ve düzenle­meye eğilimli bir iktidardır.

Foucault’ya göre, biyo-iktidarın ilk tarzı veya birinci şekli, insan bedenine dair bir ana­tomi politikası ihtiva eden disipliner iktidar­dır. Oysa, biyo-iktidarın disipliner iktidarın ardından ortaya çıkan ikinci tarzı, bireyin değil de, türün bedeni üzerinde yoğunlaşır. Burada artık rejimler ırkın yaşam ve beka müdürleri haline gelmiştir.

Bloch, Ernst: 1885-1977 yılları arasında yaşamış ünlü Alman düşünür. Temel eserleri: Geist der Utopie [Ütopyanın Ruhu], Das Prinzip Hoffnung [Umut İlkesi], Abriss der Sozialen Utopien [Sosyal Utopya Taslağı].

Genç yaşta sosyalizmi benimsemiş ve Georg Simmelle Weber’in öğrencisi olmuş olan Bloch, en çok inanç sorunu ve Ütopya konusu üzerinde durmuştur. Ortodoks Mark­sizmin baş hedeflerinden biri olan Bloch, ütopyaların hep varolduğunu ve varolması gerektiğini öne sürmüştür. Ona göre, bir sosyal ütopya, yabancılaşma olmak bir tarafa, insanın bilinçlenmesine yardımcı olan en önemli temel olup, ona bütünsel bir tarih gö­rüşü kazandırır.

O işte bu bağlamda, tarihin sonunun gel­diği’ tezine, insanlığın mevcut durumunun olumlanmasını talep ettiği için, bir burjuva sapkınlığı olduğu gerekçesiyle şiddetle karşı çıkmıştır. Bloch’un buna karşı getirdiği al­ternatif bir umut ilkesi, daha iyi bir dünya, baskı ve sömürünün olmadığı bir dünya imkanını içeren bir gelecek felsefesidir.

Bodin, Jean: 1530-1596 yılları arasında ya­şamış Fransız iktisatçısı ve politik filozofu. Temel eserleri: Methodus ad Facilem Histo­riarum Cognitonem [Tarihi Kolay Kavra­manın Yöntemi]; Six Livres de la Republi­que [Cumhuriyet Üzerine Altı Kitap].

Bodin, felsefesi egemenlik kavramı üze­rinde yoğunlaşan bir siyaset filozofu olmak­la birlikte, öncelikle tarih alanındaki görüşle­ri ve araştırmalarıyla ün kazanmıştır. Daha doğrusu, o politikanın doğasıyla ilgili olarak kuşatıcı bir empirik resme ulaşabilmek için, tarihsel karşılaştırmaları kullanmış ve bu bağlamda, “eskilerin öteye beriye, şuraya buraya dağılmış yasalarını bir araya getirip bir sentez yapmamızı sağlayan şeyin” tarih olduğunu söylemiştir. Ona göre, tarih en iyi politik rehber olup, “evrensel hukuğun en iyisi, tarihin bağrında saklıdır.”

Bir mutlakiyetçilik teorisyeni olup Hob­bes’u birçok bakımdan önceleyen Bodin, devletin kiliseden bağımsızlaşması sürecine de önemli katkılar yapmıştır. Egemenlik kavramını ayrıntılı olarak inceleyen Bodin, egemenliğin sürekli olması ve iktidarı hayat boyu kullanan hükümdarların vicdanına bağlı bulunması gerektiğini düşünmüştür. Ona göre, üç tür yönetim tarzı vardır: De­mokrasi, aristokrasi ve monarşi. Bodin bun­lardan en iyisinin monarşi olduğunu söyler. Daha doğrusu, Bodin için ideal devlet, gene­1m iyiliği için aristokratik ve demokratik yö­netim yapılarını kullanan monarşik devlettir.

Zira doğaya ve doğanın yasalarına en uygun olan rejim monarşidir; monarka yar­dım etmek üzere, en yetenekli kimselerin en iyi bir biçimde seçilebilmesini yalnızca mo­narşi sağlar. Başlıca amaç adalet düzeninin kurulmasıysa eğer, “soylularla sıradan in­sanları” gerçek bir toplumsal birlik içinde bir araya getirmeyi mümkün kılan biricik rejim, Bodin’e göre, yine monarşidir. Bodin’in istediği, özlediği mutlak monarşi, keyfi bir yönetim tarzı değildir, çünkü onda vergileri kabul ya da reddeden bir parla­mento, korporasyonlar kurullar ve hüküm­darla uyruklar arasında bir dizi ara kuruluş, vardır.

Bolşevizm: 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, bir grup Rus devrimcisi ve özellikle de Lenin tara­fından geliştirilmiş olan, ve proletaryanın iktidarı ele geçirmesinin, devrim için gerekli tüm nesnel koşullar gerçekleşinceye dek er­telenemeyeceğini; iktidarın yasal yollarla, parlamentoda çoğunluk sağlanarak değil de, güç yoluyla ele geçirilmesini; proletarya dik­tatörlülüğü bir kez kurulunca, bunun yalnız­ca burjuva sınıfına karşı değil, fakat ekono­mik sistemin sosyalizasyonunu hızlandırmak için kullanılması gerektiğini savunan özel Marksist öğreti.

Brahmanizm: Eski Hindistan’da, Vedanta sisteminden türeyen ve adını rahipler sınıfı Brahmanlarla kişisel olmayan dünya ruhu Brahman’dan alan felsefi, teolojik ve ahlâki düşünceler bütünü. Vedaları vahiy mahsulü kutsal kitap olarak kabul eden ve ruh göçüne yer veren söz konusu dini inanca göre, Brah­man bütün tanrısal güçlerin üstündeki ezeli ve ebedi Tanrı’dır. Brahman, eşyanın kayna­ğı olduğundan, ebedi mutluluk Brahman’da yok olmaktır.

Budizm: Hindistan’da, M. Ö. 5. yüzyılda Siddhârta Gautama, yani Buda (Aydınlan­mış kişi) tarafından kurulmuş olan dinifelsefi akım. Her şeyin fâni ve boşluktan iba­ret olduğuna inanan kötümser ve panteist bir din.

Budizm, başlangıçta yalnızca ahlâki dü­şünceler ve bir tür yoga hayatı ya da düzenli ve disiplinli bir yaşam anlayışı ile sınırlan­mış ve daha sonra, kutsal kast ayrımlarına, Tanrı‘ya tapınma biçimlerine ve kurban tö­renlerine dayanan Hinduizmden ayrılarak, aynı zamanda felsefi bir akım şeklinde geliş­miştir. Maddenin ebediliğini savunan Budiz­me göre, varolan her şey, Tanrı’nın hiçbir mü­dahalesi olmadan, mekanik yasalara uygun olarak maddeden meydana gelir. Evrende ne varsa, bu şekilde varlığa gelir. Ruh da, bu ya­salara tâbi olmak durumundadır. Başka bir deyişle, Budizm, varlık görüşünde bireyle­rin, canlı varlıkların ezeli-ebedi bir ruhları olmadığını savunur. Bir Yaratıcının varolmadığına inanan Buda’ya göre, kötülükle acının varoluşu bir yaratıcıya duyulacak inancın önünde aşılmaz bir engel oluşturur.

Budizmin iki türü vardır: Hinâyâna ve Mahâyâna. Bunlardan birincisi, yani eski Budizm, bireyleri bu dünyanın sıkıntı ve ıstı­raplarından kurtarmayı amaçlar. Yani, o önce bireyin yazgısını ve kurtuluşunu dikkate alır. Buna göre, acı çekmekten kurtulmanın tek yolu, yaşamdan el etek çekerek, Nirvana’ya ulaşmakla elde edilebilecek olan ahlâk yet­kinliğidir. Buna karşın, Mahâyâna adı verilen yeni Budizm, bireyden çok tüm insanlığı, yani bütünü dikkate alır. Bu anlayışa göre, büyük borç gerçekte tüm insanlığa hizmet et­tikten sonra ödenmiş olacaktır ve bireyin yal­nızca kendisini kurtarmasının hiçbir önemi yoktur.

Burjuva Devrimi: En yalın an­lamı içinde, tarihsel olarak 1789 Fransız Devrimiyle özdeşleştirilen, ve, ekonomik etkinlikleri toprak sahibi aristokrasinin uy­guladığı politik kontrol tarafından önemli ölçüde engellenen burjuva sınıfının siyasi kontrolü ve iktidarı ele geçirme hareketi.

Biraz daha genel bir anlam içinde, modern dünyayı yaratan, Batı’da onyedi ve onseki­zinci yüzyıllarda sivil toplum olarak bilinen ekonomik toplumu doğuran ve dolayısıyla sacayaklarından birinde kapitalizm. ikinci­sinde modern devlet ve liberal demokrasiy­le, sonuncusunda bilim bulunan genel hare­ket. Geleneksel toplumdan modern topluma geçişi sağlayan çok temelli dönüşüm süreci.

Burjuvazi: Geniş bir çerçeve içinde, modern Avru­pa toplumunun, yeni kapitalist sistemde gi­rişimci olarak ortaya çıkan ve böylelikle eski ekonomik sistemin egemen sınıfının ol­duğu kadar, yeni endüstri düzeninin işçi sı­nıfının da karşısında yer alan orta sınıfını; kapitalist toplumda, orta ya da daha çok yö­netici sınıfı göstermek için kullanılan terim.

Biraz daha özel anlamı içinde ise, burjuva­zi, ekonomik bakımdan gelişmiş olan ülkeler­de ya da endüstri toplumlarında, üretim araç­larıyla, bunların üretimi için gerekli olan hammadde ve araçları, yani makinaları ve fabrikaları mülkiyetlerinde bulunduranların meydana getirdiği sınıfı tanımlar. Buna göre, üretim araçlarının sahibi ve ücretli emeğin iş­verenlerinden oluşan ve bu anlamıyla ekono­mik olarak hakim sınıf olup, aynı zamanda devleti ve kültürel üretimi kontrolü altında bulunduran burjuvazi, işçi sınıfının karşısında ver alır ve onunla çatışma içinde bulunur.

Burke, Edmund: 1729-1797 yılları arasın­da yaşamış olan ünlü İngiliz devlet adamı ve filozofu.

Temel eseri Reflections on the Revolution in the France [Fransa’daki Devrim Üzerine Düşünceler] olan Burke, insanın duygusal ve ruhsal yaşamının evrenin genel düzeniyle uyum içinde olduğunu, toplum ve devletin, insanın yeteneklerinin eksiksizce geliştirilme­sine imkân sağladığını, ortak çıkarlara hizmet ettiğini savunmuştur. O muhafazakâr düşünü­şün en önemli temsilcilerinden biri olup, Fransız Devrimine şiddetle karşı çıkmış ve İngiliz sisteminin erdemlerini savunmuştur. özellikle, Devrim hareketinin rasyonalist ve idealist havasına karşı çıkan düşünür, devri­min manevi ateşiyle, siyasi yapının yeniden kurulmasına yönelik projelerin, geleneklerin ve geçmişten miras kalan değerlerin yıpran­masına ve maddi manevi kaynakların tahribi­ne yol açtığım söylemiştir.

Sisteme ve soyutlamaya da karşı çıkan, somut ve belirli sorunları tedricen ve yasalara uygun bir tarzda çözmekten yana olan Burke, liberal ve tutucu Whig aristokrasisiyle olduğu kadar halk kitlelerinin taşkınlıkları ve saray entrikalarıyla da mücadele etmekten geri dur­mamış ve yaşadığı dönemde İngiliz siyasi ha­yatının istikrar kazanması sürecine önemli katkılar sağlamıştır.

Bürokrasi: Bir toplumda tabandan yukarıya doğru çıktıkça daralan bir yapı içinde örgütlenmiş olan, kişisel olmayan genel kurallar ve işleyiş ilkelerine göre çalışan profesyonel gönüllüler grubu.

Siyasi iktidarı ellerinde tutan kişilerin se­çilmiş olmalarına karşın, bürokratlar, seçil­miş değil de, bir işi yapmaya memur edilmiş, bir göreve atanmış profesyonel görevlilerdir. Bürokrasiyi belirleyen iki temel özellik, ol­dukça gelişmiş bir işbölümü ve görevlerde uzmanlaşmadır.

Çağdaş siyaset felsefesinin bürokrasiyle ilgili en temel sorusu, bürokrasiden vazge­çilip vazgeçilemeyeceği sorusudur. Çünkü, günümüz toplumlarında faaliyet alanları, ku­rumlar ve iş bölümü çok fazla arttığı için, modern toplumlar giderek artan ölçülerde bü­rokratlaşan toplumlar haline gelmişlerdir. Bundan dolayı, bazı düşününler bürokrasinin işte bu durumun sonucunda, siyasi bir ege­menlik sistemi olarak ortaya çıktığını iddia etmişlerdir. Buna göre, bürokrasi artık devle­tin işleyişindeki vazgeçilmez bir araç ol­maktan çıkıp, egemenliği elinde tutan grup haline gelir. Yine, bu durum, halk egemenli­ğinin temsilcileri olan seçilmiş milletvekilleri ile atanmış bürokratlar arasında bir karşıtlık doğurur. Bundan başka, bürokrasinin kırta­siyeciliğine, yetersizliğine ve araçlarla amaçları birbirine karıştıran yaklaşımına işaret edilmiştir.

Büyük patlama: Evrenin oluşumunu açıklamada kullanılan bir teori türü.

Teoriye göre, evren günümüzden en az on milyar yıl önce, çok yüksek sıcaklık ve yo­ğunluktaki bir yapıdan büyük bir patlama so­nucu oluşmuş olup, bu yapıdan, söz konusu patlama ve genişleme sonucunda, en hızlı ha­reket eden kütleler en dışta, daha yavaş hare­ket edenler ise en içte olmak üzere, bir yayı­lım başlamıştır. Söz konusu evren modeline göre, patlama ve genişleme süreci 1020 mil­yar yıl kadar sürmüştür ve hala sürmektedir.

Büyük patlama teorisi, evrenin, ilk çağla­rında, çok yoğun, çapı Güneşin çapından 30 kat fazla, küre biçiminde bir hacim içine sı­kışmış olarak bulunduğunu söyler. Patlama modeline göre, ısı çok yüksek olup, bir mil­yar derecenin üstündeydi ve atomlar proton, nötron ve elektronlarından tümüyle soyul­muş halde bulunuyorlardı. Bu ilk devirde, en büyük rolü, bütün uzayı doldurmuş olan ışınım oynamaktaydı. Madde atomları çok az idi ve güçlü ışık kuantumları ile fırlatılı­yordu. Yaklaşık bir saat sonra, ısı bir milyar dereceye, otuz milyon yıl sonra da birkaç bin dereceye düşmüştü.

Evrenin oluşumunu açıklayan bu modele göre, patlamanın ilk saniyelerinde sıcak gazlar oluşmaya başlamış olmakla birlikte, otuz milyon yıl içinde, belli bir atom partikülü oluşmamıştı. Bu gaz-kütle soğumasını sür­dürdü ve birkaç bin dereceye düştü. İşte bu sırada atomlar oluşmaya başladı. Duman halinin bu anında, toz gaz bulutları içinde ilk olarak hidrojen ve helyum bulunmaktaydı. Sonra çekim kuvvetinin etkisiyle, belirli toplanımlar oluşmaya başlamıştır ki, bunlar ga­laksileri meydana getirecek olan gaz kütleleridir.

 

 
 
Bugün 12 ziyaretçi (15 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol