O Harfi

 

FELSEFE SÖZLÜĞÜ

O

Olay: 1- Genel olarak, ortaya çıkan, olup biten şey ya da durum; dikkati çeken ya da çekebilecek olan her türlü oluşum.

Bir değişme ortaya koymakla birlikte, zaman içinde uzun süre boyunca devam et­meyen hal olarak olay, bir şeyin niteliklerin­de, sıfatlarında, bağıntılarında söz konusu olan değişimi; varolan şeyler arasında ortaya çıkan bir değişme, etkinlik ya da süreci; başka şeylerle nedensel ilişkiler içinde bulu­nan nesnelerin yol açtığı oluşumu tanımlar.

2- Özel olarak da, postmodern düşüncede, ama esas Jean-François Lyotard’da, perspek­tifte, olağanüstü ya da dışı veya fazlasıyla büyük bir önemi olan kültürel veya siyasi bir oluşumundan sonra vuku bulan büyük deği­şim.

Aktüel olarak ortaya çıkan, gerçekleşen olay, nitelik, bağıntı ya da durum, tartışılmaz, yadsınmaz olarak, tartışılmazca­ inkar edilemezcesine kabul edilemez şey.Olgu:

İlk felsefe olarak da bilinen ve teolojiyle benzerlikleri olan, zaman zaman metafizik anlamına gelecek şekilde anlaşılıp, bazen de metafiziğin bir dalı olarak görülen felsefe disiplin. Metafiziğin, tek tek nesne ve olaylarla değil de, genel olarak varlık proble­miyle ilgili olan dalı; varlığı varlık olarak, varlık olmak bakımından ele alan bilim; varo­lan tikel şeyleri değil de, varlığın kendisini, varlığın temel özelliklerini konu alan, somut varlığı araştırmak yerine, varlığı soyut bir bi­çimde araştıran ve ‘varlığın varlık olmak ba­kımından doğasının ne olduğu’, ‘varlığın kendi başına ne olduğu’ sorularını soran fel­sefe dalı.Ontoloji:

Organizmacılık: Sosyolojide, toplumu organik, biyolojik bir sistem olarak gören ve toplumun birim ve öğeleriyle biyolojik organ arasında bir koşutluk kuran yaklaşım.

İlk kez olarak İngiliz düşünürü Herbert Spencer’ın ortaya attığı, Alman sosyologu Schaffe ve çağdaş Amerikan sosyologu Par­sons tarafından da savunulan bu görüşe göre, bir toplumdaki değişik toplumsal gruplar, insan vücudunun farklı organlarına benzer. Organik analoji olarak da nitelenen bu yakla­şım, toplumun yapısı ve işlevinin ancak ve ancak canlı organizmaların doğasıyla kurula­cak analoji yoluyla anlaşılabileceğini öne sürer. Buna göre, doğadaki bir organizma gibi düşünülmek durumunda olan toplum, toplumsal yapısının evrimsel değişme yoluyla farklılaşması suretiyle, daha karmaşık hale gelir.

Söz konusu toplum teorisinin karşısında, mekanist yaklaşım bulunmaktadır. Buna göre, organizmacı yaklaşımın toplumu insani planlamadan bağımsız olarak varolan doğal bir fenomen olarak değerlendirdiği yerde, mekanist toplum görüşü toplumu, planlamaya dayalı insan yaratısı bir makine olarak görür. Öte yandan, organizmacı toplum an­layışının, toplumun siyasi müdahale yoluyla değiştirilemeyeceğine inandığı için, muhafa­zakarlıkla birleştirildiği yerde, mekanist yak­laşım toplumsal düzende yapılacak bilinçli değişimleri öngören toplum mühendisliği anlayışıyla özdeşleşir.­

Ortaçağ Felsefesi: Klasik çağ ile modern çağ arasında kalan tarihsel dönemde söz konusu olan felsefe faaliyeti; düşünce tarihinde M.S. 1. ya da II. yüzyılla, XV. yüzyıl arasında kalan tarihsel kesitin felsefesi.

Ortaçağ Felsefesi kendi içinde dört ayrı geleneği ihtiva eder: 1- Batı ya da Avrupa’da gelişip, Latince ifade edilmiş olan Hıristiyan felsefesi, 2- Doğuda İslam dünyasında zuhur etmiş ve Arap dilinde ifade edilmiş olan İslam felsefesi, 3- Sadece Hıristiyan ülkelerin­de değil, fakat İslam dünyasının çok çeşitli bölgelerinde Musevi düşünürler tarafından İbranice ifade edilmiş olan Yahudi felsefesi ve 4- Hıristiyan Bizans İmparatorluğu içinde Grek diliyle ortaya konmuş olan Bizans fel­sefesi.

Dört farklı geleneğine, ve söz konusu ge­leneklerin kendi aralarında sergilediği temel birtakım farklılıklara rağmen, Ortaçağ felse­fesi bir bütün meydana getirir. Bunun üç temel nedeni vardır. Her şeyden önce, gerek Hıristiyan felsefesi, gerek İslam felsefesi ve gerekse Musevi ve Bizans felsefesi ortak bir felsefi mirası paylaşır: Antik Yunan felsefe­si. Buna göre, Grek düşüncesi geç Antik­çağda, özellikle Yeni-Platonculuk eliyle Or­taçağ felsefesine önemli bir etki yapmıştır. Ortaçağ felsefesinin kendi içinde bir bütün oluşturmasının ikinci büyük nedeni, sözünü ettiğimiz dört ayrı felsefe geleneğinin bir­birleriyle yakın bir ilişki içinde olmasıdır. Nitekim, Ortaçağda Musevi düşünürler, okudukları İslam düşünürlerden, özellikle de Farabi ve İbni Sina’dan yoğun bir biçim­de etkilenmiş, aynı İslam felsefesi 12. yüz­yıl Rönesans’ı yoluyla Batı’ya kaynaklık, ya da en azından antik Yunan felsefesinin akta­rılmasına aracılık etmiştir. Nihayet, dört ayrı gelenek de, vahye dayalı tek Tanrılı dinlerin hakim olduğu kültürlerin bir parça­sı olmak durumundadır. Dini öğretiyle felsefi spekülasyon, veya teoloji ile felsefe arasındaki ilişki bu geleneklerin her birinde farklılık gösterse de, ele alınan felsefi prob­lemler hepsinde üç aşağı beş yukarı aynıdır.

Söz konusu temellere ek olarak, Ortaçağ felsefesinin temel özellikleri, şöyle sınıfla­nabilir: 1- İlkçağ Yunan felsefesinin belli bir halkın, antik Yunan ya da Atina halkının, modern felsefenin ise farklı uluslara men­sup ayrı bireylerin felsefesi olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi, bireylerin ve halkların ka­rakteristik özelliklerinin üstünde olan dini bir topluluğun, bir ümmetin, Hıristiyan ya da İslam toplumunun veya Yahudi cemaati­nin felsefesidir.

2- Antik Yunan felsefesinin bütünüyle dünyevi bir felsefe olduğu, klasik aklın en temel özelliğinin sekülarizm olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi kendisine öte dünyasal bir ilginin hakim olduğu bir felsefedir. Başka bir deyişle, Yunan’da insanın temel proble­minin bu dünyada mutluluğa erişmek oldu­ğu kabul edilmiştir; Yunan’da, insanın bu problemi çözebilecek güce sahip bulundu­ğuna ve kendi çabasıyla iyi ve mutlu bir ha­yata ulaşabileceğine inanılmışken, Ortaçağ­da problemler, bu dünyadaki hayattan ziyade, ahiret hayatıyla ilgili olan problem­lerdir. Aranan mutluluk, bu dünyadaki mut­luluk değil, fakat ebedi bir saadettir. Bun­dan dolayı, antik Yunan’da bağımsız bir felsefe disiplini olan etik ve estetik yerini çok büyük ölçüde teolojiye bırakır.

3- Başka bir deyişle, Ortaçağ düşünürleri önemli olan biricik şeyin insanın doğaüstü varlık alanıyla, aşkın ve mutlak olarak yet­kin varlıkla olan ilişkisi olduğunu öne sür­müşlerdir. Bu da, doğal olarak Ortaçağda felsefenin mahiyetini ve konu alanını baştan sona değiştirmiştir. Buna göre, antik Yunanda doğa bilimiyle sosyal bilimler hem kendi başlarına, ve hem de iyi ve mutlu bir yaşam amacı için sağlam araçlar olarak değer taşı­maktaydılar. Oysa özellikle Hıristiyanlar için bunlar sadece yararsız değil, fakat bazen de zararlı ve hatta tehlikeli disiplinler olup çık­mışlardır. Yine, Yunanlı ahlâklılığı bir top­lumsal etik içinde ve mutluluk amacını gö­zeterek ele alırken, Ortaçağda ahlâklılık dinin bir parçası haline gelmiştir. Dolayısıy­la, Yunan’da etik zaman zaman kozmolojik olarak, zaman zaman da toplumsal bir zemin üzerinde temellendirilirken, Ortaçağda etik teolojik bir düzlemde temellenir. Ni­tekim, bu dönemde davranış ya da insani eylem, amacına göre değil, fakat Tanrı‘nın emirlerine uygun düşmekliğine veya düşme­mekliliğine göre değerlendirilir. Tanrı, insan için yüce ve yüksek bir ideal getirdiğinden, Ortaçağ insanı eksikliliğini, başarısızlığını. ve hatta günahkarlığını her daim duyumsa­mak durumunda olan biridir. İşte bu duru­mun bir sonucu olarak, Yunan düşüncesinin özü itibariyle iyimser bir felsefe olduğu yerde, özellikle Hıristiyan Ortaçağ felsefesi kötümserlik üzerine yükselen bir felsefedir.

4- Yine Yunanlının temelde bir olan, bir­lik içinde bulunan bir evrende, yani bir mik­rokosmos olarak kendisinin bir parçası ol­duğu özde anlaşılabilir olan makrokosmosta yaşadığı yerde, yaratıcısından ayrı düşmüş bir varlık olarak Ortaçağ insanı kendisine yabancı bir evrende yaşamak durumunda ol­muştur. Bu insan için, bir tarafta aşkın, ya­ratıcı Tanrı, diğer tarafta ise kendisini Tanrı’dan her geçen gün biraz daha uzaklaş­tıracak, özüne yabancı bir varlık alanı bu­lunmaktadır. Bundan dolayı, Ortaçağ felse­fesi için problem, teorik ya da bilimsel bir problem olmayıp, tümüyle pratik bir prob­lemdir: Yaratıcısına bozulmamış, maddenin kiriyle pislenmemiş olarak nasıl dönülebile­ceği problemi.

5- Ortaçağ felsefesi, İlkçağ felsefesinden öncelikle bir kopuşu gözler önüne serer. Bu­nunla birlikte, iki felsefe arasında, her şeye rağmen bir sürekliliği ve çok önemli bir noktada da ortaklık vardır. Kopuş temelde, İlkçağ felsefesinin, dini açıklama ya da mi­tolojiyi reddedip, kendisini öne sürmek su­retiyle oluşan ve gelişen’ özerk bir felsefe ol­duğu yerde, Ortaçağ felsefesinin özerkliğini yitirip, tümüyle dine, dini dogmaya tabi olan bir felsefe olmasından kaynaklanmak­tadır. Süreklilik ise, Ortaçağ felsefesinin hem Doğuda ve hem de batıda kültürel ya da felsefi bir miras olarak doğrudan doğru­ya İlkçağ felsefesine dayanmasından mey­dana gelir. Nitekim, Ortaçağ felsefesi dine dayalı, din temelli bir felsefe olsa bile, kav­ram ve kategorilerini, terminoloji sini kendi başına yaratmış bir felsefe değildir. Ortaçağ felsefesi, ihtiyaç duyduğu kavram ve kate­goriler için, doğrudan doğruya Yunan felse­fesine yönelmiştir. Ortaçağ felsefesinin te­melinde bulunan felsefe geleneği, Platon ve Plotinos’un, ve bu arada Aristoteles’in felse­felerinden oluşur. Fakat iki felsefe arasındaki, onları birlikte modern felsefeden bütü­nüyle farklılaştıran, sürekliliğin temel unsu­ru, gerek İlkçağ ve gerekse Ortaçağ düşün­cesine damgasını vuran, modern çağın mekanik dünya görüşünün kendisinin ye­rini alacağı, teleolojik dünya görüşüdür.

6- Ortaçağ felsefesi, teleolojik bir anla­yışla, doğayı Tanrı tarafından bir amaca göre yaratılmış ve düzenlenmiş statik bir sistem olarak görmüştür. Açıklamadan nite­liksel bir açıklamayı anlayan ve nedensel­likten büyük ölçüde ereksel nedenselliği an­layan Ortaçağ düşünürlerine göre, maddi dünya, tanrısal gerçekliğin çok soluk bir gölgesinden başka hiçbir şey değildir.

7- Ortaçağ felsefesi, hemen her felsefe gibi, birtakım kabulleri olan bir felsefe olmak durumundadır. Bu kabullerin en önemlisi ise, Ortaçağ düşüncesine Platon fel­sefesinden intikal eden, en yüksek veya en yüksekte olanın, en üstte bulunanın ontolojik olarak en gerçek, aksiyolojik olarak da en değerli varlık olduğu kabulüdür.

8- Orta­çağ felsefesi dini anlamlandırma ve temel­lendirme çabasında, ana düşüncelerinde, problemlerinde ve bu problemlere getirdiği çözümlerde, hemen her zaman Yunan felse­fesine bağlı kalmıştır. Bu felsefede yapılan iş, daha çok Antik Yunan’ın düşünce dünya­sını benimsemek ve Yunan felsefesinin temel kavramlarını işleyerek, inancı temel­lendirmek olmuştur. Ama, Ortaçağ felsefesi benimsediği ve kendisine göre biçimlendir­diği felsefeyi, genellikle olmuş bitmiş, yet­kin bir sistem olarak görmüştür. Buna göre, antik Yunan felsefesinin dinamik bir yapı sergilediği yerde, Ortaçağ felsefesi mutlak hakikatleri bulmuş olduğuna inanan statik bir felsefedir.

9- Yine, Ortaçağ felsefesinin merkezinde Tanrı vardır. Başka bir deyişle, Ortaçağ fel­sefesi teosantrik, ya da Tanrı merkezli bir felsefedir. Nitekim, bu felsefenin temel ko­nuları, Tanrı ve Tanrı’nın varoluşu problemi, iman ya da otorite ve akıl ilişkisi, Tanrı-evren ilişkisi, kötülük problemi ve tümeller problemiyle belirlenir. İlk bakışta, Tanrı ko­nusunun dışında kaldığı düşünülen temeller konusu bile, tümellerin en azından XIV. yüz­yıla kadar Tanrı’nın zihninde bulundukları veya Tanrı yaratısı ebedi ve bağımsız ger­çeklikler oldukları öne sürüldüğü için, Tanrı konusuyla yakından ilişkili olmak durumun­dadır.

10- Ortaçağ felsefesinde, felsefe inanca, inançta vahye tabi olmak durumundadır. Bundan dolayı, Ortaçağ kültüründe çok önemli bir rol oynayan din, felsefe ve rasyo­nel bir hayat görüşü üzerinde de çok temelli bir etki yapmıştır. Örneğin, Skolastik felse­fede, vahyin temel ya da en azından aklın vazgeçilmez bir yardımcısı olduğuna inanıl­mıştır. Skolastik dönemin filozofları, akıl ile iman arasında bir ayırım yapmış ve zaman zaman da felsefenin göreli bağımsızlık ya da özerkliğini vurgulamış olmakla birlikte, Or­taçağın dünya görüşünde, bilimde ve felsefede, bir çözüme kavuşturulacak problemlerin çözümü de dahil olmak üzere hemen her şey teoloji tarafından belirlenmiştir.

11- Yine Ortaçağ felsefesi söz konusu ol­duğunda, belli bir gelenek, ve vahye daya­nan bir din çerçevesinde oluşan otoriteye duyulan saygı esastır. Bu dönemde felsefenin mahiyeti, kapsamı ve sınırları dini çer­çeve ve ruhani otorite tarafından belirlenir ve hiçbir şekilde değiştirilemez. Ortaçağ fel­sefesi, otoriteye duyulan inancı temele aldı­ğı için de, doğal olarak eleştiriye ve şüphe­ciliğe kesinlikle kapalı olan bir felsefedir.

12- Ortaçağ felsefesi, bütünüyle realist bir çizgi boyunca gelişmiştir. Yani, Ortaçağ düşünürleri, Skolastiğin gerileme dönemin­de çok etkili olan Ockhamlı William bir kı­yıya bırakılacak olursa, tümeller konusunda benimsedikleri realist tavırdan başka, zihin­den bağımsız bir gerçekliğin var olduğun­dan hiçbir zaman kuşku duymamışlardır. Başka bir deyişle, Ortaçağ düşünürleri, on­tolojik realizm bağlamında gerçekliğin zi­hinden bağımsız olduğunu öne sürmüşler­dir. Bununla birlikte, Ortaçağ düşüncesinde, zihinden bağımsız bu gerçeklik, gerçekten ve mutlak olarak var olanın ezeli-ebet ve değişmez Tanrı olması anlamında, tinsel bir yapıdadır. Buna göre, realizmi tamamlayan yaklaşım, aynen Platon ve Plotinos’ta oldu­ğu gibi, spiritüalizmdir.

13- Ortaçağ felsefesi varlığın bilgi ko­nusundan, ya da ontolojinin epistemolojiden önce geldiği bir felsefedir. Buna göre, Orta­çağ felsefesi, özneden hareket eden, bilimin gelişimine koşut olarak önce bilgi konusunu ele alan, ve varlığı bilimin taleplerine göre sınıflayan ya da yorumlayan modern felse­fenin tersine, önce zihinden bağımsız bir gerçekliğin varoluşunu teslim edip, bu ger­çekliğin bilgisine nasıl ulaşılabileceği konu­sunu daha sonra ele alır.

14- Yine, aynı ontolojik bağlamda, Or­taçağ felsefesi, özellikle varlığı bilinen maddi varlık alanı ve bilen özne, madde ve zihin olarak ikiyi ayıran modern felsefenin düalizminin tersine, baştan sona birci olan bir felsefedir. Bu, hem ezeli-ebedi, mutlak, değişmez ve yetkin bir varlık olarak Tanrı’nın, gelip geçici maddi varlık alanıyla kıyaslandığında, biricik gerçek varlık olma­sı; hem modern dönemde ikiye bölünen in­sanın, her ne kadar madde-form, beden-ruh analizine tabi tutulabilse de, birlikli, bütün­lüklü ve ahenkli bir töz olması; ve hem de geliştirilen öğretiler bağlamında, resmi gö­rüşe uygun olmayan hiçbir öğretiye izin ve­rilmemesi anlamında, böyledir.

15- Ortaçağın metafizik anlayışı, varo­lan her şeyin nedeni ya da kaynağı olan aşkın bir gerçekliğe ilişkin araştırma, varolanları varlık kaynağı olan Tanrı’yla ilişkisi içinde ele alma anlamında teoloji olarak metafizik­ten meydana gelir. Ortaçağda gelişen meta­fizik, ayrı, değişmez ve ezeli-ebedi bir varlı­ğa ilişkin araştırmadır. İstisnasız tüm Ortaçağ filozofları, sistemlerinde Tanrı’dan yola çıkar ve önce Tanrı’nın varoluşunu ka­nıtlayarak, varlığı yaratan-yaratılmış olan ilişkisi çerçevesinde ele alır. Buna en iyi örnek, ünlü “beş yol”uyla, Aquinalı Aziz Thomas’tır. O, Tanrı’nın varoluşunu beş ayrı kanıtla ispat ettikten sonra, yaratıcı ve doğa­üstü bir Tanrı dışındaki varlıkları ya da yara­tılanları Aristotelesçi bir kavramsal çerçe­veyle açıklama çabası vermiştir. Aynı şey, İslam dünyası filozofları için de geçerlidir, şu farkla ki Farabi, İbn Sina ve İbni Rüşd’de, Aristotelesçi bir kavramsal çerçe­ve, Plotinos’tan gelen bir südür ya da türüm öğretisiyle tamamlanmıştır. Ortaçağ düşün­cesinin teoloji olarak metafizik anlayışının temelinde ise, varlığın ancak ve ancak varlı­ğın kaynağı olan yaratıcı Tanrı aracılığıyla açıklanabileceğini ve Tanrı’nın varlığının akıl yoluyla kavranabileceğini dile getiren iki kabul bulunur.

16- Ortaçağ felsefesindeki söz konusu teoloji olarak metafizik anlayışı, doğal ola­rak hemen her Ortaçağ düşünüründe bir ör­neğine rastladığımız değere dayalı bir varlık hiyerarşisine yol açmıştır. Böyle bir varlık hiyerarşisi, varlıkları hiyerarşideki yerlerine göre sınıflar ve onlara varlık ve belli bir değer yükler.

17- Ortaçağ felsefesinin en belirleyici yönlerinden biri, de hiç kuşku yok ki, onun yöntemidir. Buna göre, Ortaçağ düşünürleri, Tanrı sözü olan kutsal kitaba dayanan imanı sistematik bir biçimde ifade etmek, savun­mak ve geliştirmek için, daha çok şerhe, kutsal metinleri yorumlama metoduna ve mantıksal/dilsel analize yönelmişlerdir. Or­taçağ düşünürleri bu bağlamda, öncelikle Yunanlıların bilimsel ve felsefi terminoloji­lerini kullanmışlar ve daha sonra da, Yunan mantığını bir bütün olarak almışlardır. Şu halde, Ortaçağ filozofları, imanı sistemleş­tirme ve temellendirme çabalarında aklı ve mantığın tümdengelimsel tekniklerini kullanmışlardır.

Marx’ın hümanizm ağırlıklı, ve daha çok yabancılaşmay­la kapitalizm eleştirisi üzerinde odaklaşan verimli ve çok çeşitli görüşlerinin, onun ölümünden sonra, sistematik bir öğreti haline getirilmesinin ve hatta dogmalaştırıl­masının sonucu olan statik Marksist öğreti.Ortodoks Marksizm:

Ortodoks Marksizmin ortaya çıkışında iki faktörün çok büyük rolü olmuştur: 1 Marx’ın 1883 yılındaki ölümünden sonra, onun gö­rüşlerini yorumlamak, popülarize edip yayın­lamak dostu, araştırma arkadaşı ve mani des­tekçisi Engels’e kalmıştır. 2 Engels’in yaptığı bu iş, Marksın siyasi bir kütle hareketinin resmi öğretisi haline gelmeye başlayan gö­rüşlerinin politik etkisinin artmasıyla eşza­manlı olmuştur.

Söz konusu iki faktör, dikkatlerin Marx’ın kendi yazılarındaki karmaşık, dağınık ve hatta çelişik, fakat çok boyutlu bir biçimde geliştirilmeye elverişli öğelerin, tarihsel ma­teryalizm ya da bilimsel sosyalizm adı altın­da, sistematik, fakat tek boyutlu bir biçimde geliştirilmesine yol açmıştır. İşte bu Mark­sizm, Marx’ın görüşlerinin Engels’in kendi bilimsel ve felsefi ilgilerine koşut olarak ge­liştirilmiş, basit, fakat katı, positivist ve de­terminist versiyonudur.

Lenin, Troçki, Stalin ve Mao gibi komü­nist lider ya da düşünürler tarafından gelişti­rilmiş olan Ortodoks Marksist gelenek diğer Marksist geleneklerden, şu halde, Marx’ı değil de, Engels’i ve ana metin olarak da onun Anti-Dühring’iyle Leninin Materya­Iizm ve Ampiriyokritisizm adlı eserlerini te­mele almak bakımından farklılık gösterir. Bilgi teorisi bakımından naif bir tasarımcılı­ğı benimseyen Ortodoks görüşe göre, kafa­larımızın içindeki kavramlar gerçek şeylerin imgeleri, yansıma veya kopyalarıdır. Mark­sizmin söz konusu versiyonu, metafizik ala­nında mutlak bir materyalizmin savunuculu­ğunu yapmış olsa da, klasik materyalizmden, şeylerin gelişiminde, mekanizme karşıt ola­rak, diyalektik sürecin rolünü vurgulamak bakımından farklılık gösterir. Tek gerçeklik olan maddenin, mekanik değil de, nedensel ve determinist yasalara tabi olduğunu öne süren Ortodoks Marksizme göre, madde, ni­celiksel değişimlerin birikiminin yarattığı ni­teliksel değişimler yoluyla dönüşüme uğrar. Zihnin, bilinçte maddenin yansımalarını üre­ten bir epifenomen olduğunu öne süren Ortodoks Marksizme göre, madde zihni, doğrudan değil de, dolaylı olarak, toplum yoluyla belirler. Marksizmin bu versiyonu, toplu­mun da, kendi iç çelişkilerine son veren dev­rim niteliğindeki sıçramalar yoluyla diyalek­tik olarak geliştiğini söylerken, insan için özgürlüğün, toplumsal sürecin zorunluluğu­nun bilincinde olmaktan meydana geldiğini söylemiştir.

Olumsuz ve adaletsiz koşulların eseri ol­duğuna inandığı dini mahkum eden Ortodoks görüş, ahlâk ve estetiğin, her ikisinde de tarihsel olmayan, ezeli-ebedi yasalar bu­lunmadığı için, toplum değiştikçe evrim ge­çirdiğini iddia etmiştir.

Otokrasi: Anayasal sınırlamaları olmayan Monarşik yönetim tarzı, Stalinist otokrasi örneğinde olduğu gibi, iktidarın sadece tek bir bireyde toplan­dığı rejim biçimi.

Otorite: Toplumsal bir sistem çıkan kurumsallaşmış ve meşru güç; bu türden bir güce sahip olan birey.

Sosyologlarla sosyal psikologların sınıfla­masına göre, farklı otorite türlerinden söz edilebilir. Bu otorite türlerinden biri olan ka­rizmatik otorite, bir bireyin olağanüstü ya da dışı özelliklerinin sonucu olan ve yasal ku­rumlardan bağımsız olarak kazanılan bir otorite şeklinde tanımlanabilir. Geleneksel otorite ise, meşruluğu ve gücünü toplumsal ve kültürel geleneklerden alan bir otorite tü­rüdür. Meşru otoriteye gelince, bu, toplum­sal fonksiyonları düzenlemek ve denetlemek amacıyla yasa ya da hukuk tarafından kurul­muş olan otoritedir.

Buna karşın, meşru olmayan, yasal bir temeli bulunmayan otorite, güç ve cebir yoluyla kazanılan ve ödül ve ceza sistemiyle sürdürülen bir otoritedir. Nihayet, belli bir alandan, bir bireyin uzmanlık bilgisine, sahip olduğu özel yeteneklerine, olağandışı kavrayışına bağlı olan bir otorite türü olarak rasyonel otoriteden söz edilebilir. Rasyonel otorite, olumlu bir anlam içinde, başka bir yer ya da kaynaktan sağlanamayacak bilgi, yarar ve çıkarları elde etmek için kendisine başvurulan kaynak, olumsuz bir anlam için­de ise, gücü ve ağırlığıyla insan üzerinde etki yapan, insanların bağımsız araştırmadan vazgeçmelerine neden olan temel olarak or­taya çıkar.

Otoriteryanizm: Yö­netilenlerin yönetici ya da yöneticiler karşı­sında hiçbir hakkı bulunmadığını ya da önemsiz birkaç hakkı bulunduğunu ve yöne­ticilerin güç ve otoritesinin çok büyük oldu­ğunu ve olması gerektiğini öne süren yöne­tim teorisi ve tarzı; bireyin haklarının devletle önderlerinin otoritesine tabi olması gerektiği inancına dayanan sosyo-politik sistem.

 

 

 

 

 
 
Bugün 21 ziyaretçi (28 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol