R Harfi

 

FELSEFE SÖZLÜĞÜ

R

Radikal: 1- Temel, mutlak, topyekün ya olan bir şeyi tanımlamak için kullanılan sıfat. 2- Politik sistemde geniş kapsamlı ve temel bir dönüşümün gerekliliğini savunan kişiyi; siyasi yelpazede aşırı uçlarda, ama özellikle de solda yer alan birini tanımlamak için kullanılan politik niteleme.

Bu bağlamda, sosyal ve politik alanda büyük değişimlerin, kökten dönüşümlerin savunuculuğunu yapan teori ve hareketler de radikal sıfatıyla kategorileştirilir. Gele­nekle, kurumlaşmış ve yerleşik geçmişle olan tüm ilişkileri koparmak ve yeni bir sayfa açmak isteyenlerin görüşü, aynı zamanda ra­dikalizm olarak tanımlanır. Bu anlamda radi­kalizm Fransa ‘da, liberalizm, cumhuriyetçilik ve sekülarizm için genel bir terim olarak kul­lanılırken, İngiltere’de felsefi radikalizm anla­mında, Jeremy Bentham ve John Stuart Mill’in temel unsurları iktisadi liberalizm, akılcılık, yararcılık ve bireycilik olan felsefe­sini tanımlamak için kullanılmıştır.

1- Akla ve düşünce ya­salarına uygun olan; 2- Akıl içeren, aklın varlığı ya da faaliyetiyle belirlenen şey; 3- Akıl­lı, akılcı bir biçimde gerçekleşmeye veya fonksiyon göstermeye, rasyonel bir araştır­maya katılmaya yetili olma durumu; 4- Anla­şılmaya uygun, elverişli bir yapıda olma hali; 5- Aklın ilkelerine uygun düşen, anlaşı­labilir olan; tutarlılık, basitlik, tamlık, düzen ve mantıksal yapı sergileyen, disiplin için kullanılan niteleme.Rasyonel:

Rawls, John: 1921 doğumlu çağdaş Amerikan toplum ve siyaset filozofu. Temel eser­leri: A Theory of Justice [Bir Adalet Teorisi] ve Political Liberalism [Siyasi Liberalizm].

Liberalizmin oldukça eşitlikçi bir versi­yonunu öne süren ve dolayısıyla, bu görü­şün kendisine dayandığı toplum sözleşmesi öğretisinin 20. yüzyıldaki en önemli savu­nucusu olan Rawls, adalet teorisiyle ve sos­yal kurumların bazı kişilere diğerleri pahası­na hayat boyu sürecek ahlâken ilgisiz ya da keyfi çıkarlar veya avantajlar sağlamamasına beslediği umutla tanınır. Bu teorisi ya da umudu sadece ırk ayırımcılığını, cinsel, dini veya etnik ayırımcılığı değil, fakat sosyal ve ekonomik eşitsizliğin çok çeşitli biçimlerini de mahkum eden Rawls, adil olması gere­ken bir toplumun sahip bulunmak durumun­da olduğu ilkeleri belirlemek ya da tespit etmek için hipotetik bir aygıt ya da düşün­me tarzı geliştirmiştir.

Onun söz konusu hipotetik düşünümüne göre, bir toplumu meydana getiren özne ya da failler başlangıçta tam bir bilgisizlik hali içinde bulunmaktadırlar. Başka bir deyişle, bu hipotetik durum içinde, fail ya da aktörler, toplumdaki yerleri, sınıfları veya top­lumsal konumları, psikolojik eğilimleri, zekaları ve güçlü yanları, rasyonel bir hayat tasarımını n ayrıntıları, toplumun ekonomik durumu ve politik yapısı, ait oldukları kuşak, vb., ile ilgili olarak hiçbir bilgiye sahip de­ğildirler. Aktörlerin bilgisizlik içinde olma­ları, Rawls’a göre, onların kendilerine sade­ce faillerin kendi koşulları temeli üzerinde değer biçilmemiş ilkelere ulaşmalarına imkan verir. Bu hipotetik başlangıç durumu içindeki aktörler, bununla birlikte, pratik me­seleleri, iktisat teorisinin ilkelerini, toplum­sal örgütlenmenin ilkelerini ve insan psiko­lojisini belirleyen yasaları anlayabilecek durumdadırlar. Rawls dahası, onların rasyo­nel bir çıkar duygusuyla eylediklerini ve bir adalet duygusuna sahip olmalarını öngörür.

Söz konusu hipotetik bilgisizlik durumu içinde bu şekilde tanımlanan taraflar, Rawls’a göre, şu iki temel ilkeye ulaşırlar veya ulaşmak durumundadırlar: 1- Her birey, herkes için benzer bir özgürlükle bağdaşan en yüksek derecede eşit özgürlük hakkına sahiptir. 2- a) Sosyal ve ekonomik eşitsizliklerle en olumsuz, en dezavantajlı durumda bulunanlara en fazla yarar sağlayacak şekil­de mücadele edilmeli, b) hizmet ve konum­lar, hakça bir fırsat eşitliği temeli üzerinde, herkese açık olmalıdır.

Rawls’ın insanların hayatları süresi için­de sahip olabilecekleri şansları belirleyen politik, iktisadi ve sosyal yapıları yönetme­leri ve yönlendirmeleri gerektiğine inandığı bu iki ilkeden birincisinin ikincisi karşısında önceliği vardır; başka bir deyişle, ikincisinin ele alınmasından önce birincisinin sağlanma­sı gerekmektedir. Bunlarda eşit özgürlük ta­lebi veya ilkesi kovuşturma, işkence, ayırımcılık ve politik baskıyı ortadan kaldırır. Fırsat eşitliği ilkesi eşit yetenek ve motivas­yona sahip olan herkesin, hangi sınıf­tan gelirse gelsin, eşit başarı şansına sahip olmasını teminat altına alır. Farklılık ilkesi ise eşit olmayan yeteneklerin, bu herkesin iyiliğine olacağı için, farklı şekillerde ödül­lendirilmelerini mümkün kılar.

Rawls bütün sözleşmeciliğine ve libera­lizmine rağmen, yararcılığa karşı çıkmış olan bir düşünürdür. Çünkü ona göre, en yüksek toplam iyiye, yeteneksizler veya güçsüzler başta olmak üzere, azınlıklara haksız dezavantajlar yükleyecek yollardan ulaşmanın çokça bir değeri olamaz. Yani, doğrunun iyiden önce ve bağımsız olduğu­nu, ve iyi aracılığıyla tanımlanamayacağını savunmuştur.

Realist: 1- Gerçekliğin insan zihninden bağım­sız olduğunu söyleyen genel öğretinin şu ya da bu versiyonunu benimsemiş olan kişi ya da yaklaşım; 2- gerçekçi bir tavır takınan, görünüşlerin kendisini yoldan saptıramadığı, yanılsamalara kapılmayan kendini duygularına kaptırmayan kişi.

Realizm:Genel olarak olguları, ne kadar aykırı görünürlerse görünsünler oldukları gibi, şeyleri gerçekte oldukları şekliyle nes­nel olarak ve dürüstçe kabul etme tavrı veya belli bir kategoriye giren varlık ya da nesne­lerin zihinden bağımsız olduklarını öne süren öğreti.

Reich, Wilhelm: 1897-1957 yılları arasında yaşamış olan Avusturyalı hekim ve Freudien Marksizmin kurucusu olan ünlü psikanalist.

Temel eserleri: Die Funktion des Organis­mus [Bedensel Boşalmanın İşlevi]. Dialek­tischer Materialismus und Psychoanalyse [Diyalektik Maddecilik ve Psikanaliz], Die Massen Psychologie des Faschismus [Faşiz­min Kitle Ruhu Anlayışı] ve Die Sexuelle Revolution [Cinsel Devrim].

Kimi düşünceleriyle, özellikle de kitle toplumuna dair fikirleriyle Frankfurt Okulunun eleştirel teorisini birçok yönden öncelemiş olan Reich. bedenin önemini, be­densel boşalmanın işlevlerini büyük bir güçle vurgulamıştır. Reich’in özgünlüğü, Mark­sizmdeki bir gediği psikanalizle kapatma ya da daha ziyade psikanalize Marksist bir dö­nüşüm kazandırma çabasından meydana gelir. O, psikanalizi Marksistlerin gözünde aklamak için çok çalışmış ve bu bağlamda ruhsal bozuklukların ortaya çıkışında sosyo­ekonomik etmenlerin payını vurgulayan ilk olma onurunu kazanmıştır.

Retorik: Fikirleri, düşünceleri en iyi bir biçimde ifade etme, etkili konuşma dili mahkemede adaleti gerçekleştirmek, politikada yarar sağlamak vb, temelde ikna etmek etkili ve cezbedici bir biçimde kullanma sanatı.

Romantizm:Avrupa’nın 1790-1850 yılları arasındaki entelektüel yaşamının kimi temel yönlerini tanımlamak için kullanılan terim.

19. yüzyılın ilk yarısında, biraz da Aydın­lanmaya bir tepki olarak gelişen akım ya da hareket olarak romantizm, farklı ülkelerde farklı görünümler almıştır. Örneğin, İngilte­re’de tamamen estetik bir fenomen, bir sanat hareketi olarak ortaya çıkan romantizm Fran­sa’da, Rousseau’nun etkisiyle, toplumsal uz­laşıma karşı bir protesto olarak gelişmiş, ha­reketin estetik boyutu daha sonra ortaya çıkmıştır. Buna göre, sanatta romantizm do­ğaya yönelik temelli bir ilgiyle belirlenen, doğal fenomenleri doğrudan ve aracısız bir biçimde kavramayı temele alan akım ya da tavrı ifade eder. Sanatta klasisizme karşı çıkan romantizm bu nedenle, tüm formları, kuralları ve uzlaşımları yapay oluşumlar ve doğanın gerçek anlamını ve ifadesini kavra­madaki engeller olarak görür, içtenliğin, ken­diliğindenlik ve tutkunun önemini vurgular. Sanatın, idealleştirme ya da genelleme olma­dan, tikel ve somut olana yönelmesi ve doğa­nın uyandırdığı duyguları gözlemesi ve ak­tarması gerektiğini belirtir.

Almanya’da ise, önceleri bir sanat hareke­ti olarak ortaya çıkan romantizm, kısa bir süre içinde bir dünya görüşü ya da felsefe hareketi olarak romantizmin doğuşunda 1800’lü yıl­larda ortaya çıkan endüstrileşme ve kentleş­menin, ve dolayısıyla yaşanan hızlı ve radi­kal değişimin etkisi büyük olmuştur. işte bu çerçeve içinde, Romantik felsefenin gerisin­de, statik bir varlık ya da dünya görüşünden çok, yaratıcı bir sürece işaret eden varlık an­layışı yer alır.

Yine Romantik felsefenin doğuşunda, Aydınlanma projesinin fiilen çöküşü, Ay­dınlanmanın toplum, ahlâk ve siyaset teorisinin yetersizliğinin farkına varılması büyük bir etki yapmıştır. Bu nedenle, Romantik fi­lozoflar, Aydınlanmanın katı ve kuru bilimciliği yerine estetikçi bir tavır benim­semişlerdir. Başka bir deyişle, yaratıcı süre­cin, yapma ve analitik olan akıl tarafından değil de, duygular ve sezgi yoluyla anlaşıla­bileceğini savunan romantik felsefe, düzenli, rasyonel ve ölçülü olana karşı çıkarken, doğ­rudan ve aracısız duyumlarla, yoğun duyguların önemini vurgulamışlardır.

Buna göre, romantik felsefe, yanlış ve ikinci dereceden bir güç olarak gördüğü akla şiddetle karşı çıkar, aklın yaptığı tüm ayırımların yapay olup, gerçekliği parçaladığını ve anlaşılmaz hale getirdiğini savunur. Başka bir deyişle, romantizmde rasyonel analiz ya da deneysel araştırmanın yerini sezgiye ve duyguya beslenen güven, bilimin yerini doğa felsefesi alır. Romantikler Aydınlanma çağı­nın kuru akılcılığına şiddetle karşı çıkıp, do­ğanın gizlerine, bilim adamının matematiko fiziksel yöntemleriyle değil de, yaratıcı coşum yoluyla nüfuz edilebileceğini savun­muş ve sonsuzluğa erişmenin yolları olarak, aşkı, doğaya tapmayı, dini tecrübeyi ve artis­tik yaratıcı faaliyeti göstermişlerdir.

Aydınlanmanın benler ve şeyler olarak ikiye böldüğü evrenin büyüklüğü ve sınırsız­lığından etkilenen romantik düşünürler, evre­ni canlı, sürekli ve dinamik bir bütün olarak değerlendirmişlerdir. Yine, Aydınlanmanın, doğanın tüm diğer yaratıklarından farklı ola­rak bir akla sahip olduğu için biricik olduğu­nu söylediği insan söz konusu olduğunda, Romantizm, aklı küçümsediği için, insanı doğanın bir parçası olarak değerlendirmiştir.

Romantizm, siyaset felsefesinde ise, ev­renselciliğin yerine milliyetçiliği öne çıkar­mıştır. Onda, Özgür ve eşit bireylerden mey­dana gelen toplum idealinin yerini, her insanın konumunu bildiği, geleneksel kökle­ri olan organik bir cemaat ideali alır.

Rousseau, Jean-Jacques: 1712-1778 yılları arasında yaşamış, ve insan doğasına ilişkin çözümlemesiyle, insanın özü itibariyle iyi ol­duğuna ilişkin görüşü ve toplumsal sözleşme öğretisiyle ün kazanmış olan ünlü Fransız düşünür. Temel eserleri: Discours sur les Sciences et les Arts [Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşma], Discours sur l’Origin et les Pondements de l’Ingalite [İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri], Emile au de l’Education [Emile ya da Eğiti­me Dair], Du Contrat Social [Toplum Söz­leşmesi] ve Confessiones [İtiraflar].

Kant ve romantik filozofları çok derin­den etkilemiş olan Rousseau, bir Aydınlan­ma düşünürü olmakla birlikte, Aydınlanma hareketine, modernlik düşüncesi ne yöneltti­ği sert eleştiriyle tanınır. Bireysel insan varlı­ğına ve onun mutluluğuna her şeyden çok değer vermiş olan Rousseau, insanın, kültü­rel farklılıklardan, sarayın yapaylıklarından, tutkunun ve rekabetin yol açtığı olumsuz et­kilerden, özel mülkiyetin yarattığı eşitsizlik­ten arındırılarak, nasıl yeni baştan yaratılaca­ğını araştırmıştır.

Onun felsefesi de, modern felsefenin tav­rına uygun olarak, benlik kavramı çevresin­de döner; Descartes’ın öznel, tözsel benli­ğinden sonra, onun insanı, ahlâka dayanak olan, kendisine düşünce ya da mantıkla değil de, duyguyla ulaşılan, ve kişisel bir iyilik du­yusuyla temellendirilen bir insani benliktir. Onun sözünü ettiği insani benlik, rasyonalist­lerin ve empiristlerin ifade ettiği gibi, formel boyutları olan, içebakışla bilinen ve kendisi­ni bilgiyle gösteren bir benlik değil de, daha çok romantiklerde söz konusu olan türden evrensel bir kişilik anlamında bendir; Rousseau’nun insanı, yaratıcı, ve kendisini dünya­ya ve geleceğe fırlatan bir benliği tanımlar. O insanın özü itibariyle iyi ve ahlâklı bir yarlık olduğunu savunmuş, insanda, akıldan çok, duyguların önem taşıdığını, ahlâk söz konusu olduğunda, akıl ve duyguların bir arada gidebileceğini belirtmiştir. Rousse­au’nun bu insan görüşü, yalnızca etik için değil, fakat siyaset ve toplumsal yaşam için de bir temel oluşturur.

Rousseau, özde iyi olan insanın birtakım temel hasletlerini uygarlığın gelişimiyle bir­likte yitirdiğini söyleyerek, Aydınlanma kar­şısında eleştirel bir tavır almış ve Avrupa uygarlığının modern doğrultusuna yönelik eleştirisini ortaya koyabilmek için, insan do­ğasının tarihsel evrimini verirken, ilkel ya da vahşi insanı uygarlaşmış insanla karşılaştır­mıştır. İnsanın tarihini doğa haliyle başlatan, doğal ilkel ya da vahşi insanın sağlıklı ve güçlü olduğunu, ölüm korkusu yoksun yaşa­dığı ya da ihtiyacı az olduğu için, bir mutlu­luk durumunda bulunduğunu söyleyen ve toplumla erdem arasında çok sarih bir karşıt­lık kuran Rousseau, çağdaş toplum ile insa­nın doğası arasındaki mutlak antitezi gözler önüne sererken, Avrupa Uygarlığının sadece entellektüel kültürün sahte cazibesine kapıl­dığını, insanın iyi özünü bozup, hakiki ahlâki taleplerini göz ardı ettiğini onun doğal ihtiyaçların yerine birtakım suni ihti­yaçlar ikame ettiğini öne sürer.

Modern uygarlığın hastalığını, çağdaş toplumun problemini kendince teşhis edip tanımlayan Rousseau, daha sonra çözüme geçmiştir. Özellikle İngiliz Aydınlanmacıla­rın insan varlığında başkalarını gözeten bir ilgi, insan doğasında bağımsız bir diğerkam­lık kaynağı bulunduğu görüşüne olduğu kadar, iyi bir insan doğası konsepsiyonuyla, özgeciliğin kendini sevmenin yalnızca kılık değiştirmiş bir şekli olduğu düşüncesine de karşı çıkan Rousseau, Amile’de, bir eğitim şeması içinde, insanı başka bireylerden tecrit edilmiş bir birey olarak ele alır ve gerçek özgürlüğün koşullarını araştırır. Ona göre, “in­sanın ne yapması gerektiği”, yani başka in­sanlarla olan ilişkilerinde nasıl davranması gerektiği sorusu “insan varlığının ne oldu­ğu” sorusunu içerir ve bizi eğitim yoluyla sosyal kurumların reformuna götürür. Bu düşünceye, eşdeyişle “bireyin toplumda, top­lumun ise bireyin kendisinde araştırılması gerektiği, ve dolayısıyla politikanın eğitim ve ahlâktan asla ayrılamayacağı” düşüncesi­ne paralel olarak, Rousseau Toplum Sözleş­mesi adlı eserinde de, insanın özgür ve akıllı bir varlık olarak varoluşunu güvence altına alacak koşulları, onu hemcinslerinin zorbalı­ğından koruyacak, bireyin doğal özgürlük kaybını daha yüksek bir Özgürlük türüyle telafi edecek tedbirleri, ünlü toplum sözleş­mesi ve genel irade teorisiyle ortaya koy­muştur. Başka bir deyişle, onun temel amacı “modern bireyde, insanlığın ilkel basitliğinden çıkışıyla birlikte zorunlu olarak kaybolan niteliklerin nasıl korunabileceği veya ye­niden kazanabileceği” problemine tatmin edici bir çözüm getirmektir.

Doğal yaşama halinden toplum düzenine geçiş, Rousseau’ya göre, insanda çok önemli bir değişikliğe yol açar. Davranışında içgü­dünün yerine adaleti koyar; daha önce yok­sun olduğu değer ölçüsünü kazandırır. Öde­yin sesi içtepilerin, hak ya da isteklerin yerini alınca o güne kadar yalnız kendini dü­şünen insan başka ilkelere göre davranmak, eğilimlerini dinlemezden önce aklına başvur­mak zorunda kalır. İnsan bu durumda doğa­dan sağladığı birçok üstünlüğü yitirse de, ye­tileri geliştiği, düşünceleri açıldığı, duyguları soylulaştığı, ruhu yükseldiği için, onun en azından politik ve ahlâki bakımdan gelişme imkanı kazandığını söylemek gerekir. Yani, doğa halinden toplum haline geçişle birlikte, insan dönüşüme uğrar, içgüdüsel bir yaratık olmaktan çıkarak, benliği bağımsızlıkla değil katılımla, özgürlüğü varsayan bir katılımla belirlenen bir yurttaş haline gelir. Çok daha önemlisi, insan, bir dürtü yaratığı değil de, sorumlu bir ahlâki fail haline, sorumlu bir ahlâki fail haline, yalnızca toplumda gelir. Onu tam bir insan varlığı haline getiren, kendi kendisinin efendisi yapan, yabancılaş­mış olma durumundan kurtaran tek şey, ahlâki özgürlüktür. Doğal özgürlük kaybı, insanın daha tam ahlâki özgürlüğüne, onu tam ve gerçek insan yapan manevi özgürlüğe erişmek durumundaysak eğer, Rousseau’ya göre, yapılması gereken zorunlu bir fedakarlıktır.

Rönesans Felsefesi: Avrupa’da XV ve XVI. Yüzyılda yaşanan rönesans hareketi­nin düşüncesine, bu dönemin felsefe anlayı­şı.

Rönesans felsefesine damgasını vuran akım, hiç kuşku yok ki, hümanizm olmuştur. Bu dönem felsefesi, insan merkezli bir felsefedir. Rönesansın, insanüstü olana ya da yalnızca doğal olana karşı, insani boyutu ön plana çıkartan felsefesi, doğal olarak, insan bilgisiyle ilgili problemleri göz ardı ettiği ve mutlak bir gerçekliğin mutlak bir bilgisine sahip olma varsayımının, insanın aktüel bilgi­sine hiçbir katkı sağlamadığı düşünülen mutlakçılığa; insanın bilişsel faaliyetlerdeki etkinliğini gözden kaçırdığına, ve bütün bir doğayı, doğanın daha aşağı parçaları aracılı­ğıyla tanımladığına inanılan doğalcılığa, kı­sacası geçmişin metafiziğiyle doğa bilimlerini belirleyen insansızlaştırma ve kişiliksizleştir­me sürecine karşı tavır almıştır.

Rönesans felsefesi, epistemoloji ve man­tık alanında ise, bilmenin psikolojik yönleri­ni ve arzu, istek, duygu, amaç ve yönelimler­le kişiliğin düşünce süreçleri üzerindeki etkisini dikkate almayan rasyonalist bir bilgi anlayışına ve klasik mantığa karşı çıkmış ve pozitif, empirist bir bilgi anlayışı ve yeni bir mantık geliştirmiştir. Bu dönemde, a priori felsefelerin zorunlu düşünce doğruları, insa­nın bilgiye ulaşma sürecindeki somut başarı­larıyla doğrulanan postülalara dönmüştür. Zorunlu doğru düşüncesi ortadan kalkarken, doğruluk insan düşüncesinin bilgilenme sü­recindeki başarısına işaret eden arzu edilir bir değer olup çıkmıştır.

Rönesans felsefesinde teori ve pratik ara­sındaki mutlak antitez yok olup giderken, doğruluk ve yanlışlık mutlak olmayıp, bilgi­nin sonu gelmeyen ilerlemesine bağlı ve gö­reli olan değerler olarak anlaşılmıştır. Bilgi teorisi bakımından empirist bir bakış açısı sergileyen Rönesans felsefesinde, insan zihni, yalnızca dış dünyadan gelen izlenimle­rin pasif bir alıcısı olarak görülmemiş, zihnin etkinliğini vurgulayan aktivizm, iradecilik, personalizm ve bireycilikle birleşmiştir.

 

 

 

 
 
Bugün 24 ziyaretçi (36 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol