Kaderiye: Her hareketin, her eylemin önceden Tanrı tarafından yaratıldığını, takdir edildiğini ileri süren Cebriye anlayışına karşı çıkan ve İnsanın yaptığı işlerin yaratıcısı olduğu, özgür bir iradeye sahip olduğu görüşünü benimseyen İslam mezhebi.
Bu mezhebe göre, Tanrı İnsana akıl ile birlikte bir yapabilme gücü (kader) vermiş ve onu özgür bırakmıştır; bundan dolayı, kul her eyleminden sorumludur. Kaderiye mezhebine göre, Tanrı yalnızca iyi yaratmış olup, kötü İnsan ya da şeytanın eseridir. İnsan bu ikisinden birini seçmede bütünüyle özgürdür. Bununla birlikte, bu durum Tanrı’nın İnsanın her davranışını önceden bilmediği anlamına gelmez.
Kamusal: Özel kişisel yada mahrem olana karşıt olarak kamuyla, meslekler veya siyasi alanla ilgili olan için kullanılan niteleme.
Bu bağlamda, bir bütün olarak toplumun çıkarını, bireylerin ya da grupların bencil çıkarlarından ayırt etmek için kamusal çıkar deyimi kullanılır. Buna göre, bir toplumun tüm üyelerinin, statüye, zenginliğe veya konuma bakmaksızın paylaştıkları ortak bir hedef politika ya da amaca kamusal çıkar adı verilir.
Yine, liberal politik düzenin feodal düzenin yerini aldığı sırada oluşmuş olan, yurttaş ya da bireylerin toplulukla ilgili sorunları ve konular üzerinde tartışma, fikir beyan etme imkanı buldukları, sosyo-politik sorunların çözülmesinde kişilerin değerler, erek ve normlar üzerinde mutabakata yarma ve katkı yapma şansına sahip oldukları estetik/ebedi eleştiri veya politik muhalefet alanı kamusal alan olarak tanımlanır. Sivil toplumla devlet arasındaki bir alan olarak kamusal alan, burjuva toplumunun ihtiyaçlarını devlete ileten ilerici, eleştirel ve kültür tartışan bir alan biçiminde gelişmiştir.
Kant, Immanuel: 1724-1804 yılları arasında yaşamış olan ünlü Alman filozofu. Temel eserleri: Kritik der Reinen Vernunft [Saf Aklın Eleştirisi], Kritik der Pratischen Vernunft [Pratik Aklın Eleştirisi] ve Kritik der Urteilkraft [Yargı Gücünün Eleştirisi].
Temeller Modern felsefenin gelişim seyrine uygun olarak epistemolojiyi ön plana çıkartmış olan Kanıt, öncelikle Hume’dan etkilenmiştir. Kendi deyişiyle Hume onu dogmatik uykusundan uyandıran, spekülatif felsefe alanındaki araştırmalarına yeni bir yön veren filozof olmuştur. Öte yandan, o Descartes’ın akılcılığının da birtakım olumlu yönler içerdiğini saptamış ve zihnimizin, matematikle uğraştığı zamanki işleyiş tarzı karşısında adeta büyülenmiştir. Kanıt, bundan başka asıl, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda göz kamaştırıcı gelişmeler kaydeden bilimden, özellikle de fizikten etkilenmiştir. Kant’ın gözünde bilim, öncülleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume’unki gibi felsefi bir kuşkuculuk benimsendiği zaman, sorgulanabilen evrensel bir disiplindir. Bir bilim adamı, Kanta göre, bir yandan kendisinden önceki bilim adamlarının ulaştığı sonuçları kabul eder; yine, bu bilim adamı kabul ettiği bu sonuçlara ek olarak, yeni araştırmalara giriştiği zaman, deneysel yöntemler kullanır. Bilim yansızdır ve nesneldir.
Öte yandan bilimin, özellikle de Newton tarafından geliştirilen modern fiziğin çok başarılı sonuçlar doğurmuş olan yöntemi, Kant’a göre, rasyonalizmi de empirizmi de aşarak gelişmiştir. Başka bir deyişle, fizik bilimi, rasyonalizmin ulaştığı sonuçları da empirizmin ulaştığı sonuçları da yanlışlayarak gelişimini sürdürmektedir. Buna göre, kendisine en sağlam bilgi modeli olarak düşünülen matematiği örnek alan rasyonalizm, şeylerin bizatihi kendilerine yönelmeden, şeylerin kendileriyle bir temas kurmadan, yalnızca düşünceleri birbirlerine bağlamak-la yetinip, şeylerin kendileriyle ilgili olarak a priori sonuçlara ulaşır. Oysa fizik, matematiği de kullanarak şeylerin bizzatihi kendilerine yönelmekte, şeylerin kendileriyle, rasyonalizm tarafından kurulamayan teması, başarılı bir biçimde kurmaktadır.
Kant’a göre, İngiliz filozofu Hume’un empirizmi, belirli bir nedenden daima aynı sonucun çıkacağını hiçbir zaman kesin olarak bilemeyeceğimizi savunmak suretiyle, nedensellikle ilgili olarak kuşkucu bir tavrı benimsemiştir. Oysa, çok başarılı sonuçlar elde etmiş olan fizik bilimi hemen tümüyle nedensellik ilkesine dayanmaktadır. Kanıt bu bağlamda, kendisine düşen işin, rasyonalizm tarafından da, tempirizm tarafından da açıklanıp temellendirilemeyen bilimi, özellikle de fizik bilimini temellendirmek, bilimsel bir biçimde düşündüğü zaman, İnsan zihninin nasıl işlediğini bulmak olduğunu düşünmüştür.
Başka bir deyişle, o felsefedeki ilk ve temel misyonunun bilimi temellendirmek, daha sonra da ahlâkın ve dinin rasyonelliğini savunmak olduğuna inanmıştır. Bununla birlikte, bu hiç de kolay bir iş değildir, çünkü bilim ve din yüzyıllardır birbirlerine karşı amansız bir mücadele içinde olmuşlar ve bilim, dinin otoritesi karşısında mutlak bir zafer kazanma yoluna girmiştir. Bu zafer, Kant’a göre, bilimin bakış açısından iyi ve olumlu olmakla birlikte, ahlâk ve dinin bakış açısından tam bir felakettir.
Bilimin dinin müdahaleleri karşısında özerkliğini kazanması hiç kuşku yok ki iyi bir şeydir, fakat bu, bilimsel olmayan tüm inançlarını, din ve ahlâkın temelsizleşmesi ve anlamsızlaşması anlamına geliyorsa, bilimin zaferi, İnsanlık açısından, dinin bakış açısından gerçek bir felakettir. Kanıt, öyleyse, yalnızca din, bilim ve ahlâkı temellendirmek durumunda kalmamış, fakat rasyonel bir varlık olmanın ne anlama geldiğini gösterme durumunda kalmıştır. O, işte bu amacı gerçekleştirebilmek için, hem Descartes’ın rasyonalizminden ve hem de Humeun empirizminden önemli gördüğü öğeleri alarak, transendental epistemolojik idealizm diye bilinen kendi bilgi kuramını geliştirmiş, yükselen bilimin felsefi temellerini gösterdikten sonra, özgürlük ve ödev düşüncesine dayanarak Hıristiyan ahlâkını savunma çabası vermiştir.
Bilgi Görüşleri: Düşüncesinde rasyonalist felsefeyle empirist felsefenin bir sentezini yapan Immanuel Kant, bilgide hem deneyimin ve hem de aklın katkısının kaçınılmaz olduğunu öne sürmüştür. O, ilk olarak en basit bir deneyimin, duyu izlenimlerinin bile a priori bir öğeyi, deneyden türemeyen, fakat deneyi yaratan ve mümkün kılan bir öğeyi içerdiğini göstermiştir. Söz konusu a priori öğelere karşılık gelen zaman ve mekana, deneyin transendental koşulları adını veren Kanıt, böylelikle Hume’un matematiksel bilimlerin tümüyle analitik bir yapıda olduğu görüşüne karşı, matematiğin mekan ve sayıyla ilgili yargılarının sentetik doğasını ortaya koyabilme imkanı bulabilmiştir.
Başka bir deyişle, zihnin bilgideki temel, ayırıcı faaliyetini deneyimden gelen ham ve işlenmemiş malzemeyi bir sentezden geçirmek ve bu malzemeyi birleştirip, ona bir birlik kazandırmak olarak tanımlayan Kant’a göre, zihin söz konusu sentezi, her şeyden önce, çeşitli tecrübelerimizi sezginin belirli kalıpları içine yerleştirerek gerçekleştirir. Sezginin söz konusu kalıpları ise zaman ve mekandır. Buna göre, biz şeyleri zorunlulukla zaman ve mekan içinde olan şeyler olarak algılarız. Bununla birlikte, zamanı ve mekan duyu-deneyinden türetilmiş ideler, izlenimler ya da kavramlar değildirler. Zaman ve mekanla, Kant’a göre, doğrudan ve aracısız olarak sezgide karşılaşılır. Bunlar sezginin a priori, yani her türlü deneyimden önce gelen ve her tür deneyin onsuz olunamaz koşulları olan kalıplarıdırlar. Yani, bunlar duyu-deneyindeki nesneleri her zaman kendileri aracılığıyla algılamakta bulduğumuz gözlüklerdir. O zamanı ve ‘mekanla ilgili bu öğretisine transendental estetik adını verdikten sonra, transendental analitiğe, kategoriler öğretisine geçmiş ve tıpkı, duyarlık ya da deneyimin a priori algı formları içermesi gibi, doğaya ilişkin araştırma ve bilginin de bağıntı, töz ve nedensellik türünden a priori ilkeleri içerdiğini göstermiştir.
En sıradan düşüncede bile, sistematik olmayan bir tarzda varolan bu kategoriler, matematiksel-mekanik bir doğa biliminin temel öğeleri olarak ortaya çıkar ve rasyonel bir doğa kavrayışını mümkün hale getirir. Başka bir deyişle, düşüncenin ya da İnsan zihninin duyu-deneyinden gelen malzemeye bir birlik kazandırması veya söz konusu malzemeyi bir sentezden geçirmesiyle ilgili olan belirli kategorilerin bulunduğunu ifade eden Kant’a göre, zihin söz konusu sentez ya da birleştirme faaliyetini çeşitli yargılar ortaya koymak suretiyle gerçekleştirir, öyle ki bu yargılar bizim dünyaya ilişkin yorumumuzun temel bileşenlerini meydana getirir. Deneyimde söz konusu olan çokluk, Kant’a göre, bizim tarafımızdan nicelik, nitelik. bağıntı, töz gibi belirli değişmez formlar ya da kavramlar aracılığıyla değerlendirilir ya da yargılanır. Örneğin, nicelikle ilgili bir yargı söz konusu olduğunda, zihnimizde bir ya da çok olan vardır. Nitelikle ilgili bir yargı öne sürdüğümüz zaman, ya olumlu ya da olumsuz bir önerme ortaya koyarız. Bağıntıyla ilgili bir yargıda bulunduğumuz zaman ise, ya neden ile sonucu ya da özne ile yüklem bağıntısını düşünürüz.
Bütün bu düşünme tarzları, Kant’a göre, zihnin duyu-deneyinden gelen malzemeyi birleştirme, bu malzemeyi sentezden geçirme ya da söz konusu malzemeye bir birlik kazandırma faaliyetinin temel bileşenleridir. Ve biz bu sentez faaliyetiyle de duyu izlenimlerinin çokluğundan. yani sonsuz sayıdaki darmadağınık izlenimden, tek bir tutarlı dünya resmi elde ederiz.
Kant’a göre, duyu deneyinin kapsamı içine giren her nesne, bu kategorilerden birine ya da diğerine uymak durumundadır. Zira anlama yetisi, İnsan zihni bu kategorilere uymayan bir şeyi hiçbir şekilde konu alamaz, alsa bile anlayamaz. Görünüşlerin, fenomenlerin bir şekilde anlaşılabilmeleri için, onlara anlama yetisinin kategorileri aracılığıyla bir yapı kazandırılması gerekmektedir. Anlama yetisinin kategorilerine uymayan bir şey İnsan zihni tarafından bilinemez. Kant’a göre, duyu-deneyimiz belirli bir yapı ve bir birlik sergilemektedir. İşte duyu-deneyinin sergilediği bu yapı ve birlik, ancak ve ancak görünüşleri kendi kategorilerine göre düzenleyen anlama yetisinin faaliyetiyle açıklanabilir.
Bununla birlikte, kategoriler düşüncenin ya da bilginin öznel koşulları olduklarından, burada bunların nasıl olup da nesnel bir geçerliliğe sahip olabildiği, yani nesnelere ilişkin bilgimizi mümkün kılan koşulları sağlayabildikleri sorusu ortaya çıkar. Kant’a göre, a priori kavramlar olarak kategorilerin nesnel geçerliliği, İnsanın nesnelere ilişkin duyu-deneyinin yalnızca bu kategoriler sayesinde mümkün olabilmesi olgusuna dayanır. Duyu-deneyinin bir nesnesi, yalnızca bu kategorilerle düşünülebilir. Bir nesneyle ilgili bir düşünce, onunla ilgili tüm yargılar ve dolayısıyla ona ilişkin bilgi, yalnızca kategorilerin sağladığı kavramsal çerçeve içinde olanaklıdır.
İnsan zihninin yalnızca, kategorileri aracılığıyla kendilerine bir yapı kazandırdığı fenomenleri bilebileceğini, bunun ötesi ne giderek şeylerin bizatihi kendilerini bilemeyeceğini, duyu deneyindeki nesnelerin İnsan zihninin işleyişine uyduğu için bilinebildiklerini söyleyen ve tüm empirik yasaları İnsan zihninin yasalarına indirgeyen Kant’ın bu bilgi anlayışının en önemli sonuçları, mutlak bir determinizm, bilginin sınırlılığı ve metafiziğin imkansızlığıyla ilgili sonuçlardır. Bilgimiz iki bakımdan sınırlıdır. Bilgi, her şeyden önce duyu-deneyinin dünyasıyla sınırlanmıştır. Bilgimiz ikinci olarak, algılama ve düşünme yetilerimizin deneyimin ham malzemesini işleme .ve düzenleme tarzlarıyla sınırlanmıştır. Kant elbette ki, bize görünen dünyanın nihai ve en yüksek gerçeklik olmadığından kuşku duymaz. Nitekim, o fenomenal gerçeklikle, yani bizim duyular aracılığıyla tecrübe ettiğimiz dünya ile numenal gerçeklik, yani duyusal olmayan ve akılla anlaşılabilir olan dünya arasında bir ayrım yapmıştır.Bir şey algılanmadığı zaman nedir? Şeyin bizzatihi kendisi ne anlama gelir?
Metafiziği: Biz algılamadığımız şeyleri elbette ki bilemeyiz. Bizim bildiğimiz şeyler numenler, şeylerin kendileri değil de, fenomenlerdir, şeylerin görünüşleridir. Bizim bildiğimiz nesneler duyular aracılığıyla algılanan nesnelerdir. Biz buna ek olarak, duyusal dünyanın bizim zihnimiz tarafından yaratılmadığını biliyoruz. Zihin, bu dünyayı yaratmak yerine, şeylerin kendilerinden türetilmiş olan ideleri ona yüklemektedir. Bu, bizden bağımsız olarak var olan, ancak bizim kendisini yalnızca bize göründüğü ve bizim tarafımızdan düzenlendiği şekliyle bilebildiğimiz bir dış gerçekliğin varolduğu anlamına gelir. Böyle bir gerçeklik bizim bilgimizi arttırmaz, fakat bize bilgimizin sınırlarını gösterir.
Immanuel Kanıt bu öğretisiyle bilimsel bilginin olanaklı olduğunu göstererek, Newton fiziğini temellendirir, fakat varlığın genel ilkeleri, Tanrı’nın varoluşu, ruhun ölümsüzlüğü gibi konuları ele alan geleneksel metafiziği olanaksız hale getirir. Çünkü. metafizik alanında, ruh, Tanrı, evren kavramlarını düşündüğümüz zaman, burada duyu-deneyi tarafından sağlanan malzeme bulunmaz. Bilginin iki temel öğesinden biri olan deney, tecrübe öğesi metafizik alanında söz konusu olmadığı için, akıl burada antinomilere düşer. Öyleyse, metafizik alanında bilimsel bilgi olanaklı değildir.
Etiği: Bununla birlikte, Kanıt görünüş- gerçeklik ya da fenomen-numen ayırımını İnsan varlığına uygulayarak, ahlâk imkanını kurtarır. Zira, ona göre, İnsanın bir fenomen, bir de numen tarafı vardır. Yani, İnsanın biri duyusal, diğeri akılla anlaşılabilir olan iki farklı boyutu vardır. Duyusal yönüyle ele alındığında, İnsan doğadaki mekanizmanın bir parçasıdır. Başka bir deyişle, İnsan fiziki eğilimleriyle, içgüdüleriyle fenomenler dünyasının bir öğesidir.
Buna karşın, İnsan kendisini hayvandan ayıran aklıyla, fenomenler dünyasının üstüne yükselir, aklı sayesinde, nedenselliğin, doğal zorunluluğun hüküm sürdüğü dünyanın ötesine geçip özgür olur. Başka bir deyişle, metafiziğin ancak pratik akıl alanında, ahlâki iradenin kesin kanaatleriyle mümkün olabileceğini savunan ve deneyimdeki a priori öğeyi çıkarsama yöntemini, ahlâk alanında ahlâki yargılara da uygulayan Kanıt, önce ahlâki yargıları psikolojik bir açıdan değerlendirmiş ve sonra kategorik buyrukla, yani formel olarak koşulsuz olma özelliğiyle, ahlâk alanındaki a priori öğeyi yakalamıştır.
Ona göre, kategorik buyruğun, yani İnsandan İnsan olduğu için belli şeyleri yapması isteyen ahlâk yasasının, iyi iradenin tanınması, İnsanın yüceliğini, gerçek kişiliğini ve İnsan varlıklarını kişiler olarak birbirlerine bağlayan halkayı oluşturur. Pratik ve ahlâki temeller üzerinde gelişen bir metafizik öne süren Kant’ın felsefesinde, bu ikinci alan, teorik aklın zorunlulukla belirlenen duyusal dünyasından sonra, pratik aklın özgürlükle belirlenen akılla anlaşılabilir dünyası olarak ortaya çıkar. Akılla anlaşılabilir özgürlük dünyasının fiziki ve doğal dünyayla olan ilişkisinin ne olduğu sorusu ise, Kant’ı her iki dünyayı da uyumlu kılan bir tanrısal düzen postülasıyla, ölümsüzlük postülasına götürür ki, bu postülalar da ifadesini Tanrı düşüncesinde bulmaktadır.
Kapitalizm: En genel anlamı içinde, sermayenin, genel temel üretim aracı olduğu ekonomik sistem veya üretim tarzı için kullanılan genel terim.
Bir üretim tarzı ya da ekonomik sistem olarak kapitalizmi belirleyen en temel özellikler şöyle sıralanabilir: 1- Üretim araçlarının özel mülkiyeti ve denetimi. 2- Ekonomik faaliyetin kar elde etmek amacıyla yapılması veya özel karın teşebbüs faaliyetinde başlıca saik olması. 3- Söz konusu ekonomik faaliyeti düzenleyen bir pazarın varlığı. 4- Karın, sermaye sahiplerine ait olması. 5- Üreticilerin, kullanmak amacıyla değil de, satmak amacıyla üretmek durumunda olmaları. 6- Değişim biriminin belli bir zaman karşılığı parasal ücret olması. 7- Sistemdeki temel değişim aracının para olup, 8- üretim sürecinin üretim araçlarına sahip bulunan kapitalist ya da onun adına yöneticisi tarafından denetlenmesi. 9- Sermaye birikiminde borç/kredi kullanılırken, mali kararlar üzerinde tam bir denetimin bulunması, ve nihayet, 10- sermayedarlar arasında rekabet.
Kökeni, feodalizm içinde tüccar sermayenin ve dış ticaretin büyümesi olgusuna geri götürülen kapitalizmin birinci evresi, on beşinci yüzyılla on sekizinci yüzyıl arasında kalan ticari sermayenin evresi olarak bilinir. Buna karşın, ikinci evre olan endüstriyel evre, sanayi devrimi adı ile bilinen ve enerji kullanan makinelerin ortaya çıkışı ve gelişimiyle başlayan evredir. Kapitalizmin gelişiminde bundan sonra gelen evre, tekelci kapitalizm olup bu evrenin başlangıç tarihi ikinci sanayi devriminin gerçekleşmesiyle büyük ölçekli endüstriyel süreçlerin ortaya çıktığı 20.yüzyılın başlarıdır.
Kapitalizm aynı zamanda, belli bir sosyal adalet öğretisiyle bireysel haklar anlayışını içeren bir ideoloji olarak görülmüştür. Buna göre, kapitalizm ideolojisi gelir ve refah düzeyiyle ilgili eşitsizliklerin, bireylerin ekonomik faaliyetlere yaptıkları farklı katkıların toplumsal bakımdan adil olan karşılıkları olduğunu savunur. Söz konusu ideoloji, kapitalist toplumun var oluşu ve sağlıklı gelişimi için, belli bir takım hak ve özgürlüklerin gerekli olduğunu iddia eder. Buna göre, örneğin bireyler devletin keyfi iktidarından korunup, aynı devlet bireylerin ekonomik çıkarlarını, mülkiyet hakkını savunmak ve ticari sözleşmelerin geçerliliğini teminat altına almak suretiyle korumalıdır.
Karşı kültür: Geleneksel davranış tarzına, geleneksel değerlere, kısacası varolan yerleşik kültüre karşı çıkıp, ona bir alternatif oluşturan yeni, fakat yeterli toplumsal temelden yoksun olan kültür türü.
Karşı kültür deyimi, radikal öğrenciler, hippiler ve kimi entellektüeller, 19601ı yılların sonlarına doğru, siyaset, iş ve aile yaşamı konusunda, uzlaşımsal bir çerçeve içinde kabul görmüş değerlerle davranış kalıplarına ters düşen görüş ya da teoriler geliştirdikleri zaman popüler hale gelmiştir. Karşı kültür her şeyden önce geleneksel ve uzlaşımsal aile yaşamının engelleyici ve bastırıcı yönlerine karşı çıkışı, İnsanlara kendi hayatlarını yaşamalarına izin verme konusunda ısrarlı olmayı, çok çeşitli türden uyuşturucuyla tanışıklık içinde olmayı ve cinsel özgürlüğün erdemlerinin savunuculunu yapmayı içerir.
Kautsky, Karl: 1854-1938 yılları arasında yaşamış olan ünlü Avusturyalı demokratik sosyalist teorisyen.
Sosyalizm yolunda demokrasiye sımsıkı sarılan Kautsky, ihtilalci komünizme yönelik şiddetli eleştirileriyle ün kazanmıştır. Ona göre, demokrasi burjuva egemenliği ve hegemonyasının bir şekli değildir. Burjuvazi aslında mülkiyet koşuluna bağlı sınırlı bir oy hakkına inandığı için, evrensel oy hakkının uygulanır hale gelmesi, Kautsky’nin gözünde, işçi sınıfının başarısıdır. Onun gözünde demokrasi evrensel oy hakkıyla, sınıf mücadelesini sille tokat savaştan bir zeka savaşına dönüştürme yöntemidir. Demokrasi, daha yüksek bir yaşam tarzının kendisiyle gerçekleştirilebileceği tek ve yegane yöntemdir ve sosyalizmin ilan ettiği şey medenileşmiş İnsanların haklarıdır.’ Onun sosyalizme, ve sosyalizm hedefine varmak için demokrasiye olan inancını pekiştiren başka bir etken de, Nazi deneyimi olmuştur. Kautsy nazizm benzeri rejimleri yıkmak için ihtilalci yöntemlerin kullanılabileceğini kabul etmekle birlikte, anayasal yönetimin bir kez kurulmasından sonra, sosyalizm yolunda yalnızca ve tamamen demokratik araçların kullanılacağına inanır.
Kautsky, komünizme yönelik eleştirisi söz konusu olduğunda, komünist partileri, siyasi değil de, askeri teşkilatlara benzetir. Bu tür partiler kendi liderlerini ve sloganlarını seçmez, bunun yerine liderlerini üstlerinden alırlar. Komünizmi yalan ve aldatmacaya dayalı bir ‘köle ekonomisi’ sistemi olarak görürken, komünist diktatörlüğün, varolduğu sürece, modern işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi için ciddi bir tehdit ve büyük bir tahribat oluşturduğunu savunur.
Kavimcilik: 1- Genel olarak bir halk kavim ya da bir grup İnsanın, kendi halk ya da kavimlerinin, kendi değer, din, ırk, kültür ya da dillerinin diğerlerinden daha üstün olduğu inancı; 2- Biraz daha özel olarak da, teknik ve bilimsel bakımdan güçlü ve sömürgeci olup, ırkçı önyargılarla körleşmiş Batı Uygarlığının kendi üstünlüğüne inanırken, diğer uygarlıkları küçümsemesi ve kendi üstünlük iddiasını güçlendirecek malzemeler bulmaya çalışması tavrı.
Böyle bir tavra antropoloji içinde, Levi Straus, bilim felsefesi ve kültürel problemler bağlamında ise, Paul Feyerabend tarafından şiddetle karşı çıkılmıştır.
Kavram: Bir şeyin bir nesnenin zihindeki ve zihne ait tasarımı; soyut düşünme faaliyetinde kullanılan ve belli bir somutluk ya da soyutluk derecesi sergileyen bir düşünce, fikir yada ide.
Kelam: Birtakım kanıtlara başvurarak, temel dini hükümleri açıklayan, sistemleştiren ve savunan; İslam inancının ilkelerini akıl temeline oturtmayı, açıklamayı amaçlayan disiplin.
Dinde geçen temel kavramları konu alan, İslam mezheplerinin kurucularını ve dogmalarını, felsefi okulların görüşlerini, paganizmi ve metafizik problemleri inceleyen disiplin olarak kelam, Allah’ın özünden ve sıfatlarından, peygamberlikle ilgili konulardan, varlıkların hallerinden, başlangıç ve sonlarından söz eder. Kesin birtakım kanıtlar ortaya koyarak ve bu arada karşıt görüştekilerin itiraz ve kuşkularını gidererek, dini inançları temellendirmeye ve kanıtlamaya çalışır.
Materyalist görüşler, Hıristiyanlık ve İslam inançlarından birini ya da hepsini birden reddeden görüşler karşısında. İslamiyetin savunmasını yapma amacının bir parçası olarak ortaya çıkmış olan dini-felsefi disiplin olarak kelamın kaynağında Kuran ve hadisler vardır. Hicretin ilk yüzyılının sonlarına doğru ortaya çıkan kelam, itikat, tevhid, Tanrı’nın sıfatları, kaza ve kader, ahiret, ruhun ölümsüzlüğü, ölümden sonra diriliş gibi konuları işlemiştir. Zamanla İslam görüşlerini savunmayı ana ilke edinen kelam, Kuranın ayetlerine anlam vermek, O’nu anlamak, temellendirmek, her türlü İslam dışı inançla mücadele etmek ve İslamla ilgili arılaşmazlıkları çözmek amacı gütmüştür. Yaratılanı yaratanı göstermesi bakımından ele alan kelam, Tanrı’nın özünü ve niteliklerini, yaratan-yaratılan ilişkisini de inceler.
Kierkegaard, Sören: 1813-1855 yılları arasında yaşamış olup, varoluşçu felsefenin öncüsü olarak tanınan Danimarkalı filozof. Temel eserleri: Enten -Eller [Ya/Ya Da), Forfrens DagBog (Baştan Çıkarıcının Güncesi], Frygt og Baeven [Korku ve Titreme], Sygdommen Til Döden [Umutsuzluk Üzerine İnceleme].
Aydınlanmanın geliştirdiği doğa bilimlerini örnek alan bilgi ve akılcılık anlayışına şiddetle karşı çıkan Kierkegaard, Aydınlanmanın nesnelliği vurgularken, geleneksel din ve ahlâkın hakikatlerine karşı aldığı düşmanca tavırdan rahatsız olarak, öznel hakikatin önemini vurgulamıştır. Hegel gibi, inanç ve aklı, hümanist bir teolojiyle daha yüksek bir düzlemde uzlaştırmaya çalışmak yerine, inançla aklın uzlaşmaz Olduğunu savunan ve inançla akıl arasındaki yarığı daha da genişleten Kierkegaard, fideizm yoluna girmiştir.
Başka bir deyişle, rasyonalist bilgi görüşüne karşı çıkan, nesnel bilgi idealinin içsel yaşama, bireyin öznel deneyimine kör olduğunu savunan, onun İnsan yaşamını anlamaya hiçbir katkısı olmadığını söyleyen Kierkegaard’a göre, rasyonalist sistemler gerçekliğin tümünü bir düşünce sistemi içine sıkıştırır, her şeyi akla indirger; akıl dışındaki öğeleri ve hepsinden önemlisi varoluşu unutur. Varoluş terimini Kierkegaard İnsan için kullanır, zira var olmak belirli bir birey olmak, çabalayan, alternatifleri hesaba katan, seçen, karar veren bir birey olmak anlamına gelir. Aklı, toplumu, vb, ön plana çıkartan bir felsefe kişiselliği, kişisellik ilkesi olan varoluşu, İnsanın varoluşunu meydana getiren öğeleri hiç dikkate almaz. Oysa gerçek felsefe ancak varoluş felsefesi olabilir, yani felsefe derinden derine kişisel bir özellik taşımalıdır. Felsefe genel olana değil, özel olana, nesnel değil de öznel olana yönelmelidir.
Kierkegaard’a göre, İnsan yaşamı, soyut düşünceye göre çok daha önemlidir. Dahası, genel felsefi problemlerin, soyut düşüncelerin İnsanın en önemli anlarında hiçbir yardımı olmaz. Ona göre, İnsan yaşamının en önemli anları, bireyin bir özne olarak kendisinin bilincine vardığı kişisel anlardır. Bu kişisel ve öznel öğeler, yalnızca nesnel öğeleri, tüm İnsanlarda ortak olan nitelikleri dikkate alan rasyonel düşünce tarafından açıklanamaz. Oysa, her İnsanın, her kişinin biricik varoluşunu meydana getiren bu öznelliktir. Tanınmaya ve açıklanmaya muhtaç olan budur.
İnsan için önemli olanın kişiliğin geliştirilmesi olduğunu savunurken, Kierkegaard İnsan varoluşunu, varoluş halini betimleyip, İnsanın ne olduğuyla ne olması gerektiği arasında bir ayrım yapar. Ona göre, İnsanın yaşamında İnsanın özünden varoluşuna doğru bir hareket vardır. Hıristiyan dininde bu harekete ilişkin geleneksel açıklama günah kavramından oluşur. Kierkegaarda göre de, İnsanın özü Tanrı’yla, sonsuz olan yüce varlıkla ilişkiyi gerektirir. İnsanın varoluş hali, onun özünden uzaklaşmasının, yani Tanrı’ya yabancılaşmasının bir sonucudur. Bundan dolayı, İnsanın bu dünyadaki yaşamı, ‘korku’yla, ‘yılgınlık’la ve İnsanın sonluluğundan duyduğu ‘sıkıntı ‘yla doludur. Bir İnsanın eylemleri, onu Tanrı’dan daha’da uzaklaştırırsa, onun yabancılaşması ve umutsuzluğu daha da artar.
Akıl yoluyla kanıtlanabilecek ahlâki bir sistem ya da din olamayacağını, ahlâk ya da din içinde, bize belli bir biçimde yaşamamız gerektiğini gösterecek, hiçbir rasyonel kanıt olmadığını savunan Kierkegaard, dini ya da ahlâki doğrularla ilgili kesinliğin, İnsan varlıklarında söz konusu olan kesinsizlik öğesini ortadan kaldırırken, özgürlüğü de yok edeceğini öne sürer. Öte yandan, rasyonel kanıt, bize doğru yaşamakta olduğumuzu entellektüel olarak gösterse bile, bizi hiçbir zaman öznel olarak ikna edemez. Bundan dolayı, onun gözünde kesinsizlik ya da belirsizlik, öznel hakikat açısından bir kusur olmak bir yana, onun özünü meydana getirir. Kesinsizlik, İnsan yaşamı açısından en önemli olan şeyin, seçme özgürlüğümüzün doğal bir sonucudur.
Kierkegaard’a göre, kesinsizlik özgürlüğü içerir. Bizim, teorik kesinliğe ulaşamasak bile, hakikati arama gibi bir sorumluluğumuz vardır. O, İnsanın, şu ya da bu biçimde yaşamak, ve seçiminin sonuçlarıyla birlikte yaşamak durumunda olduğu için, seçimde bulunmaktan başka bir alternatifi bulunmadığını söyler. Bir seçimde bulunmamak da, daha az bilinçli bir seçim olsa bile, bir tercihtir. Ona göre, biz, özgürlüğümüzün farkından olmadığımız zaman bile, sorumluyuz. İşte, İnsandaki endişe ve tasanın. korku ve yılgınlığın kaynağında bu durum, yani özgürlük ve sorumluluğumuz vardır.
Kierkegaard’da aralarında çok yakın bir ilişki bulunan korku ve özgürlük kavramları, ikici bir metafiziği yansıtır. Başka bir deyişle, onda İnsan varlıkları, hayvansal olan-la tanrısal olanın, sonluyla sonsuzun bir karışımını ifade eder. Buna göre, İnsan varlığı zamansal olanla ebedi olanın, sonluyla sonsuzun, tinle maddenin, özgürlükle zorunluluğun bir sentezidir. Özgürlük imkanı tinsel doğamıza bağlıdır. Fakat İnsan varlıklarının bir de hayvani doğaları vardır. Bu nedenle, İnsan özgürlüğünü, hep bir çatışma ve korku olarak yaşar. İşte İnsan varlığının en temel seçimi, özgürlüğünü benimseyip, hayata geçirme ya da özgürlükten kaçıştır. Kierkegaard, özgürlükten kaçışı. 19. yüzyıl toplumunun, burjuva ahlâkının en temel özelliği olarak ifade eder. İnsanlar uzlaşımsal davranış tarzlarına uymakta, ortalama olana sığınmaktadırlar. Ölümün kaçınılmazlığı gerçeğiyle yüzyüze gelmek yerine, gelip geçici hazların sağladığı tatminle yetinip, unutmayı ve yılgınlığı seçmektedirler.
Kierkegaard, bu durumu ve çıkış yolunu, estetik varoluş tarzı, ahlâki varoluş evresi ve nihayet dini varoluş tarzından meydana gelen üç ayrı varoluş evresiyle göstermeye çalışmıştır. Ona göre, her İnsan gerçekleştirmek durumunda olduğu bir öze sahiptir. Bu öz ise, İnsanın Tanrı’yla ilişki içinde olması olgusu tarafından belirlenir. İnsan bu dünyadaki yaşamı sırasında, üç varoluş tarzından her birinde olabilir.
Fakat İnsanının yaşadığı yabancılaşma, umutsuzluk ve suç duygusu, İnsana bu varoluş tarzlarının niteliğini ve bunlar arasındaki farklılıkları öğretir. Kierkegaarda göre, İnsanın yaşadığı bu olumsuz duygular, ona bazı varoluş tarzlarının diğerlerinden daha sağlam ve gerçek olduğunu gösterir. Sağlam ve gerçek bir varoluş tarzına ulaşmak ise, akılla değil de, inançla ilgili bir konudur.
Kitle toplumu:Batı tipi toplumları özellikle de ABD’yi tanımlamak için kullanılan terim.
Kitle toplumu kavramı, öncelikle büyük ölçekli sanayileşmeyi, büyük kentleşme hareketlerini ve işbölümünde yüksek düzeyde uzmanlaşmayla yönetimi bir bütün olarak bürokratikleşmiş bir toplumsal ortamı ifade eder.
Kitle toplumu terimini kullanan yazar ve düşünürler, çoğunluk bireyin toplumuyla olan ilişkisi üzerinde yoğunlaşırken, bireyin modern toplumda sahip olduğu özgürlük derecesini, bireyin toplumsal çevresini nasıl algılayıp, ona ne şekilde değer biçtiğini incelerler. Bu bağlamda, biri İnsandaki özgürlük kaybına, artan vasatilik ve yanılsamayla birlikte yabancılaşmaya dikkat çeken, diğeri ise geleneksel bağların ortadan kalkışının İnsana yeni avantajlar sağladığını dile getiren iki ayrı ve karşıt görüş varolmakla birlikte, genel kanaat kitle toplumunu eleştirel bir gözle değerlendirir. Sözgelimi, Gasset ve Heidegger gibi, terimi ilk kez olarak kullanan düşünürlere göre, kitle toplumu, özgürlüklerini çok büyük ölçüde yitirmiş, geleneksel kültürün uygarlaştırıcı etkisiyle aydınlanmamış, basmakalıp değerleri benimsemek zorunda kalan yabancılaşmış, ilkel, kültürsüz, alelade İnsanlardan oluşan bir yığındır. Frankfurt Okulu düşünürlerinden Adorno ve Horkheimerin gözünde kitle toplumu, İnsanların edilgen, ilgisiz, atomize varlıklar haline geldikleri, geleneksel bağlarından, dinsel kimliklerinden koparıldıkları, kitle iletişim araçlarının tek yönlü baskısı altında yalnızlaştıkları, tepeden tahakküme imkan veren bir toplum biçimidir.
Kitle toplumu, kapitalizmin bir ürünü olup, sanayileşme, kentleşme ve modernleşme süreçleriyle ortaya çıkmıştır. Bütün bu süreçler, bireyler arasındaki farklılıkların ortadan kalkmasına, bireylerin özgürlüklerini yitirmelerine, onların birbirlerinden yalıtlanmalarına, bireylerin birbirlerine daha benzer hale gelmelerine neden olmuştur. Kitle toplumunun kültürel alandaki ifadesi ise, kitle kültürüdür. Başka bir deyişle, kitle toplumunda kitleyi oluşturan bireylerin hemen hemen tamamı okuryazar olsa da, onlar klasik eğitimden yoksun kaldıkları için, sıradan veya düşük düzeyde, ve hiçbir zaman seçici olmayan beğenilere sahip olurlar. Kitle toplumunda, yüksek kültürle aşağı kültür arasındaki sınır çizgisi yok olur veya daha doğru bir deyişle, yüksek kültürün yerine, hem yüksek kültürü ve hem de geleneksel toplumların halk kültürünü yok eden ve aleladiliği, uyumluluğu, edilgenliği ve kaçışı teşvik eden bir kitle kültürü gelişir.
Genel olarak duyguların aklın rehberliği altında tutulmasının sonucu olan bir yetkinliğe ve uyum, düzen, orantı ve ölçülülük için duyulan yoğun bir arzuya dayanan bir mizacı yansıtan tavır. Klasisizm:
Belirsiz sayıda bireye ortak olanı bir sınıfın, öbek ya da kümenin üyelerini tek bir birim olarak görme tavrının sonucu olan ve sonlu sayıda bireye ortak olan olup, grubun bir özelliği olan şeyi göstermek üzere kullanılan sıfat. Genelin eş anlamlısı olmayıp bireysel olana karşıt olanı tanımlayan terim.Kollektif:
Buna göre, bir sınıf oluşturmayan bir grup ya da kümeyi, diğer grup ya da kümeden ayırmaya yarayan kavramlara kollektif kavramlar adı verilir. Örneğin üniversite, meclis, ordu, aile gibi kavramlar bir kollektiflik bildirirler. Kollektif kavramlar, farklı özelliklere sahip tekil şeylerin kümeye ait bir özelliği paylaşmaları dikkate alınarak oluşturulan kavramlardır. Örneğin, ‘üniversite’, kişisel özellikleri, konum ve statüleri (dekan, rektör, öğretim üyesi, araştırma görevlisi, öğrenci, memur) farklı bireylerin, belirli bir amaç, bir işlev (eğitim) çerçevesi içinde bir araya gelerek oluşturdukları bir grup ya da küme olmayı ifade eder.
Gruba ya da kümeye göre anlam kazanan, grup ya da küme içinde yer alan bireylerin özelliklerini grup ya da kümeye göre belirten kavramlara ise, üleştirimsel kavramlar adı verilir. Örneğin, ‘asker’ kavramı, ancak ‘ordu mensubu’ olmakla anlam kazanan , böyle bir kavramdır.
Bireyciliğin tam karşısında yer alan ve 19. yüzyıl liberalizminden uzaklaşarak, genel bir sosyal gelişme çizgisi, ekonomik bir reform programı, İnsanlık için ütopik bir düzen ve, sosyalizm, komünizm, sendikalizm ve bolşevizmde olduğu gibi, otoriteye dayalı bir toplumsal denetim mekanizması geliştiren ortaklaşacılık düşüncesine; üretim araçlarının bölgesel, ulusal ya da evrensel düzeyde ortaklaşa kullanılmasını amaçlayan iktisat sistemine verilen ad. Kollektivitizm:
Komünitaryanizm: Değer sistemimiz ve analizmin merkezinde bireyden ziyade cemaatin, toplumun, devletin, ulusun olması gerektiğini savunan görüş ya da yaklaşım. Liberal siyaset ve ekonomi görüşüyle, yararcı etik anlayışının özünde varolduğunu savunduğu bireyciliği reddeden, ve sadece bireysel özerklik ve özgürlüğü korumayı ve kollamayı gözeten bir toplumda yok olup gittiklerine inandığı, kültürel veya ulusal değerler benzeri, kollektif bir doğaya, ortak bir öze sahip değerler ve amaçların önemini büyük bir güçle vurgulayan toplum teorisi, siyaset görüşü.
Komünitaryanizm, öncelikle İnsan yaşamının ve İnsanın kimliğinin, İnsanlar arasındaki ilişkiler kurumların sosyal doğasını ön plana çıkarır. 0, buna göre, soyut ve atomize bireyi temele alan liberal düşüncenin tam tersine, bireyin cisimleşmiş ve sosyal hayatta kökleşmiş doğasının önemini vurgular. O yine, bireyin haklarını temele alıp, onu değerin nihai kaynağı ve dayanağı olarak gören liberalizmin tam tersine, kamusal ve komünal iyilerin değerini vurgularken, değerlerin cemaat hayatının veya topluluğun pratiklerinde kökleştiğini savunur. 0, tarihsel ve bireysel kişinin merkezliğini vurguladığı için, kendisiyle yalnızca yalnızca liberalizm arasına değil, fakat çeşitli Marksizmler arasına da bir mesafe koyabilmiştir.
Komünitaryanizmi ortaya çıkaran iki farklı tez vardır. Bunlardan preskriptif olan birincisine göre, İnsan hayatı cemaatin değerleri, kollektif ve kamusal değerler tarafından inşa edildiği ve yönlendirildiği zaman kesinlikle daha iyi, daha sağlam ve daha nitelikli bir hayat olur. Betimleyici bir tez olan ikincisine göre ise, komünitaryanizmin cisimleşmiş ve cemaat/gelenek içinde kökleşmiş birey anlayışı, liberal bireyciliğin atomize ve soyut birey konsepsiyonundan daha doğru ve daha sağlam bir model olup, daha iyi bir gerçeklik anlayışına tekabül eder.
Komünitaryanizm işte bu temel üzerinde, günümüz koşulları veya dünyası dikkate alındığında, belirli sosyal, politik ve normatif düzenlemelerle değerlerin kaçınılmaz olduğunu iddia eder. Bu koşullar, kendisini atomize ve özerk bireylerden meydana gelen bir yapı olarak gören ve bu tür bir özerkliğe çok yüksek bir değer biçen bir toplumun yetersiz, köksüz ve olumsuz bir toplum olduğunu göstermektedir. Komünitaryanizme göre, değerleri yukarıdan aşağı adeta silah zoruyla empoze eden veya bireyi devlete tabi kılan bir anlayışın da başarısız olacağını yaşadıklarımız fazlasıyla kanıtlamıştır.
Söz konusu toplum ve siyaset teorisinin etik görüşü, bireysel özerkliğe dayanan bireycilik ve zaman zaman da yararcılığın tersine, bir erdem etiğidir. Bununla birlikte cemaatçiliğin etik görüşü bir erdem ahlâkıyla sınırlı kalmaz; o söz konusu erdem etiğinin ancak ve ancak, bir geleneği olan, aynı inanç, değer ve davranış kalıpları-nı benimsemiş. içten, yüzyüze ilişkilerle birbirlerine bağlanan İnsanların meydana getirdikleri cemaatlerde gelişebileceği, İnsanın tam anlamıyla gerçekleşmesi için gerekli olan erdemlerin, ayırıcı bir komünal yaşam tarzına sahip toplumlarda hayata geçirilebileceği kabulüyle tamamlanır.
Liberal görüş ve bireyci etikle cemaatçi görüş ve erdem etiği arasındaki karşıtlığın kökeninde, bireysel özerkliğin ahlâkın özünü meydana getirdiğini savunan Kant ile, Sittlichkeit kavramıyla, bireyin bir cemaate aidiyetinin olmazsa olmaz olduğunu öne süren Hegel arasındaki karşıtlık bulunmaktadır.
Komünizm:Sırasıyla, ütopik akılcı ve pasifist bir öğreti olarak doğa hali öğretisine, İnsanlık tarihini iyi ve kötü, ruh ve madde, aydınlık ve karanlık arasındaki bir savaş olarak yorumlayıp, özel mülkiyetin İnsanı bu dünyaya çektiğini ve materyalizme yönelttiğini savunan, alternatif olarak da her şeyden el etek çekmeyi ve çileciliği öneren Manişeizme, sınıf savaşını uygarlığın itici gücü olarak gören Marksizme, ya da üretim güçlerinin yükselişi ve gelişmesiyle ilgili ekonomi anlayışına ve dolayısıyla, ortaklaşa mülkiyet düşüncesine ve sınıf sız toplum idealine dayanan toplum modeline, bu düşünce ve idealle bağlantılı ideoloji.
Üretim araçlarının toplumsal ortaklığa dayalı olduğu ve özel mülkiyetin varolmadığı böyle bir toplum, Marksist terminolojide, proletarya diktatörlüğüyle belirlenen bir geçiş döneminin ardından ve sosyalizmin hazırlık evresinden sonra ortaya çıkar. Marksist anlayışa göre, tam anlamıyla komünist bir toplumda, devlet ortadan kalkarak, el emeğiyle entellektüel faaliyet, kent yaşamıyla kırsal yaşam arasındaki tüm farklılıklar yok olacak, İnsanın yabancılaşması son bulacak, onun yaratıcı-üretici gücünün gelişimine sınır çekilmeyecek ve toplumsal ilişkiler ‘herkese yeteneğine ve emeğine göre’ prensibiyle düzenlenecektir.
Öğreti düzeyi dışında çıkılıp, uygulama söz konusu olduğunda, bu ideallerin modern toplumlarda gerçekleştiril ip gerçekleştirilemediği hususu, hep büyük bir tartışma konusu olmuştur. Zira komünist ülkelerin çoğunda, şu ya da bu ölçüde özel mülkiyet olmuş, bürokrasinin ayrıcalıklarıyla belirlenen sınıfsal bir sistem ortaya çıkmıştır. Doğu Avrupa’yla Sovyetler Birliğindeki komünist yönetimlerin dramatik bir tarzda çöküşü ise, ekonomik borcun, halk desteğinden yoksun olmanın, siyasi ve ekonomik reformların yapılamamasının, ve nihayet ordunun desteğini çekmesinin bir sonucu olmuştur.
Konformizm:İlke olarak ya da uygulamada, çevresinde kabul görmüş veya egemen durumda olan davranış modellerine, düşünce tarzlarına uyan kimsenin hareket tarzı. Toplumun değer yargılarına, geleneklerine saygı duyma, onlara karşı çıkmama, onlarla barışık olarak yaşama tavrı ya da eğilimi.
Kopernikus, Nikolaos: 1473-1543 yılları, arasında yaşamış olan, modern astronominin kurucusu ünlü Polonyalı astronom.
Batlamyusun yer merkezli sistemine karşı çıkan Kopernikus, Eukleides’in çağdaşı Aristarkos tarafından geliştirilmiş olan güneş merkezli sistemi canlandırmış ve böylelikle de, bilimsel düşüncenin doğuşu ve gelişmesinde gerçek bir dönüm noktası oluşturmuştur. Dünyanın küresel olduğunu ve düzgün bir hareketle güneşin çevresinde döndüğünü matematiksel olarak kanıtlamak amacıyla Phytagoras’ın sisteminden yararlanmış olan Kopernikus, keşfinin içerdiği, yeryüzünün ve dolayısıyla İnsanın evrenin merkezinde olmadığı sonucundan dolayı, özellikle dinsel çevrelerden gelen yoğun bir muhalefetle karşılaşmıştır.
Kosmos: Canlı, iyi ve düzenli bir bütün olarak evren. Düzen, tamlık ve güzellik fikirlerini birleştiren ve aynı zamanda evren anlamına gelen Yunanca terim. Evrenin düzeni.
Tek, birlikli bir bütün ya da sistem olarak evrenin kendisi.
Kozmogoni: Evrenin kökeni veya yaratılışıyla ilgili açıklama yada teori.
Kozmoloji: Everen bilim. Bir fenomenler toplumu olarak görülen evreni, bilimsel verilerle metafiziksel süpekülasyonu bir araya getirerek konu alan felsefe dalı.
1941 Bulgaristan doğumlu çağdaş feminist düşünün. Roland Barthes ve Jacques Lacan’ın yanında çalışmış ve bu düşünürler dışında Bakhtin’den de etkilenmiş olan Kristeva’nın temel eserleri La Revolution du langage poetique [Şiir Dilin-de Devrim], Le Iangage, cet inconnu [Dil Denen Muamma], Atrangers a nous-memes [Kendimize Yabancıyız]’dir.Kristeva, Julia:
Başlangıçta dilbilim alanında çalışmış olan Kristeva, daha sonra semiyotik, psikanaliz ve feminizm alanında önemli bir teorisyen olup çıkmıştır. Başka bir deyişle, o öznellikle ilgili sorunlarda eklektik ve disiplinlerarası bir yaklaşım sergilemiş ve bu çerçeve içinde Marksist teori ve Rus formalizmini yapısalcılık ve psikanalizle bir araya getirmiştir. Metinlerarasılık kavramını önemli ölçüde kendisine borçlu olduğumuz filozof, tıpkı Levi-Strauss ve Lacan gibi, toplumun bir sembol sistemi olduğunu, sembolik yapıların bütün hayat alanlarını doldurup yapılandırdığını savunur. Dil en önemli gösterge sistemi, sembolik dizge olup, bütün diğer sistemlere yapı kazandırır. Ve bu dünyanın fenomenleri ancak dil tarafından sembolleştirilebildiği ölçüde anlaşılacak, kendileri nüfuz edilebilecek olan fenomenlerdir.
O, dile, dilsel unsurlara anlam verme sürecinde semiyotik ve sembolik işlemleri ve dolayısıyla, semiyotik olanla sembolik olanı birbirinden ayırır. Kristeva’ya göre, sembolik olan ataerkil düzeni, babanın yasasını temsil eder ve dili öğrenmeyle başlar. Çocukluk gelişmesinde sembolik aşamaya, Odipal aşamanın sona ermesinden ulaşılır. O işte bu aşamayı öznenin ayırım yapabilme ve özdeşleştirme ve bunun sonucunda da yargılama gibi önemli yeteneklerin kazanıldığı önemli bir aşama olarak tanımlar.
Onda semiyotik olan ise, ötekinin alanını temsil eder ve bilinçdışının izlerini taşır. Bu anlamda semiyotik ifade, gerçekleşmemiş erotik hayaller ve istekleri gösterir. Bu hayal ve istekler, Kristeva’ya göre, sanat ve dinde kendilerini açık ve seçik olarak gösterirler. Nitekim, Musevi tektanrıcılığı ve Batı sembol sistemleriyle kadınların dışlanması veya marjinalleştirilmesi arasındaki ilişkiyi analiz eden filozof un tanımına göre, Musevi monoteizmi “sembolik ve babacı bir benliküstü toplum” ilkesine göre kurulmuştur. O bundan dolayı, kadınları, anneleri bastırır. Kadının bu şekilde dışlanması veya marjinalleştirilmesi, ataerkil toplumun temel karakteristiğidir. Cinsel farklılığı, başka hiçbir uygarlık, Kristeva’ya göre, bu kadar aşikar bir ilke haline getirmemiştir. Tektanrıcı birliğin iki cinsin kökten bir biçimde birbirinden ayrılmasına neden olduğunu savunan filozof dili felsefi bakımdan sorgulayan feminist dilbilimi şiddetle eleştirmiştir. Ona göre, bunun arkasında doğruluğu araştırılmamış bir transandental özne veya Kartezyen cogito vardır. İrigaray ve Cixous gibi diğer feminist düşünürlerle birlikte, bir farklılık feminizmine yazılıp, özü itibariyle dişil olan bir söylem arayışı içine giren Kristeva, Simone de Beauvoir gibi düşünürlerin yer aldığı birinci kuşak feministlerle ikinci kuşak feministleri uzlaştırmaya çalışmıştır. O ikinci kuşak feministlerin sekter tavırlarına karşı, kadın-erkek ayırımının biyolojik bir ayrımdan ziyade, metafiziğe ait bir ayırım olduğunu öne sürmüştür. Bir yandan da bir yeni özne teorisi üzerinde çalışan Kristeva, öznenin süreç-içinde-özne olduğu görüşünü benimsemiştir. Ona göre, özne her konuşma ediminde yeni baştan kurulur. Kristeva işte bu bağlamda dilsel düzeni yıkmak ve, bütün kadınların ve erkeklerin farklı deneyimlerine olduğu kadar, cinslerin farklılığına açık olan bir özne kavramı yaratmak istemiştir.
Kuşkuculuk: Genel bir tavır olarak, hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmeme, her şeyi belli bir eleştiri süzgecinden geçirme tavrı; belli bir doğruya ulaşmadan önce, kuşku duymanın zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu savunan anlayış. Dogmatizmin tam karşısında yer alan bir tavır olarak kuşkuculuk, en azından bazı şeylerin bilgisine ancak birtakım güçlüklerle ve kimi tedbirlerin sonucu olarak ulaşılabileceğini savunur.
Siyasi anlamda bürokratların ve politikacıların, yurttaşlara değil de, kendilerine hizmet ettikleri ve yurttaşların mutluluğundan ziyade, kendi bürokrasilerinin çıkarlarını hesaba kattıkları gözleminin ve özellikle de F. Hayek’le irtibatlandırılan merkezi olarak planlanmış politik teşebbüslerin doğru yönlendirilemediklerine veya yeterli bilgiye dayanmadıklarıyla ilgili şüphelerin sonucu olarak, siyaset kurumunun veya politikacıların bir şey başaramayacağı inancı ve dolayısıyla merkezi hükümetin zayıflaması gerektiği düşüncesi.
Kültür: İnsan toplumun, biyolojik olarak değil de, sosyal olarak kuşaktan Kuşağa aktardığı maddi ve maddi olmayan ürünler bütünü, sembolik ve öğrenilmiş ürünler ya da özellikler toplamı.
Latince’den gelen kültür terimini günümüzdeki anlamına yakın bir biçimde ilk kez olarak 17. yüzyılda doğal hukuk düşünürü Samuel von Pufendorf kullanmıştır. Ona göre, kültür doğaya karşıt olan ve belli bir toplumsal bağlam içinde ortaya çıkan tüm İnsan eserleridir. 18. yüzyılın sonlarında ünlü Alman filozofu Kant da kültürü aynı anlamda İnsanın kendi rasyonel ve mantıklı özünden dolayı özgürce hayata geçirebileceği amaçların, ideallerin tümü olarak tanımlanmıştır,
Bununla birlikte, esas Aydınlanma Çağında oluşan kültür kavramının gerçek yaratıcısı ünlü Alman filozofu Herderdir. Ona göre, kültür bir ulusun, bir halk ya da topluluğun yaşam tarzıdır. Herderin söz konusu kültür kavrayışı, kültüre tarihsel bir boyut kazandırırken, günümüz kültür görüşüne çıkan yoldaki en önemli kilometre taşını meydana getirir. Nitekim, antropolog E. B. Taylor 1871 yılında kültürü, bilgileri, inançları, sanatı, ahlâki, yasaları, gelenekleri, ve bir toplumun üyesi olarak İnsanın edindiği bütün öteki eğilim ve alışkanlıkları içeren kompleks bütün olarak tamamlamıştır.
İktisadi üretim ve mübadele sistemini, akrabalık ve aile örgütlenmesi dizgesini, siyasi ve dini örgütlenmeyi, günlük yaşam kurallarını, ahlâk ve adalet sistemini, dili ve efsane, sanat, felsefe, ve hatta bilim üretimini ihtiva eden bir şey olarak, bütün tarihsel ve evrensel boyutuyla kültür tanımı, bununla birlikte kültürü uygarlıktan ayırmaya yetmeyen, oldukça genel bir kültür kavrayışına tekabül eder. Anglo-Sakson dünyada çok yaygın olan söz konusu kültür/uygarlık özdeşliği, Alman düşüncesinde Kultur ve Zivilisation ayırımıyla daha sağlıklı bir biçimde karşılanır. Buna göre, kültür veya tinsel kültür semboller ve değerleri ifade ederken, uygarlık ya da maddi kültür teknolojiyi, iktisat ve toplumsal hayatı kuran tüm faaliyetleri tanımlar. Şu halde, kültür genel bir biçimde ve uygarlıkla eşanlamlı olarak, İnsan türünün hayatını, yaşam tarzını tüm diğer yaşam tarzlarından ayıran unsurlar bütünü diye ve daha özel olarak da, bir uygarlığı meydana getiren değerler toplamı şeklinde tanımlanabilir.
Bu bağlamda, farklı değer ya da kültürlere sahip toplumsal veya etnik gruplar arasındaki doğrudan ve sürekli temasın sonucunda, gruplardan biri veya diğerinin ya da her ikisinin birden diğer grubun kültürünü, kültürel özelliklerini toptan veya kısmen benimsemesi sürecine kültürlenme adı verilir. öte yandan, bir toplumun kendi kültürünü, kültürel değer ya da özelliklerini üyelerine aktarma sürecine, toplumu meydana getiren bireylerin, toplumun istek ve beklentilerine uygun olarak etkilenmesi ve değiştirilmesi işlemine kültür! eme denmektedir.
Aynı bağlamda ve yaklaşık olarak aynı anlam içinde, bir toplumsal gruba ait olan bilginin, yerleşik söylemlerle semboller düzeninin diğer kuşaklara iletilmesi süreci kültür aktarımı diye tanımlanır. Yine, özellikle kültürlenme söz konusu olduğunda, bir kültürel grubun üyelerinin başka bir kültürle temas içine girdikleri zaman kendi kültürlerini ya da geleneksel kültür değerlerini tümden ya da bir bölümüyle yitirmelerine kültürsüz!eşme veya kültür yitimi denir. Aynı şekilde, bir İnsanın kendi kültürüne yabancı bir kültür, tümden farklı bir değerler ve normlar sistemi içine girdiği zaman, yaşadığı yolunu kaybetmişlik, şaşkınlık veya yönsüzlük duygusuna kültür şoku adı verilmektir.
Öte yandan, modern toplumlarda, farklı, hatta çoğunluk rekabet halindeki kültürler ve alt kültürlerin varlığı dikkate alındığında, kendi kültür değerlerini, davranış veya yaşam tarzını ve dilini, sahip olduğu siyasi ve iktisadi güç sayesinde, diğer kültürlere empoze edebilen kültür hakim kültür diye tanımlanır.
Kültürel: 1- Kültürle ilgili 2- Tinsel ya da manevi kültüre, bir topluluğun hayat tarzına ilişkin olan; 3- Doğuştan getirilen veya biyolojik olarak miras alınana karşıt olarak, sosyal bir biçimde aktarılan veya içinde yaşanılan toplumsal durumdan kaynaklanan; 4- Varolan kültürü geliştirmeyi, yaygınlaştırmayı amaçlayan şey ya da şeyler için kullanılan sıfat.
Buna göre, kültür üretimiyle uğraşan veya sanatsal, düşünsel ve bilimsel çalışmaların sürdürüldüğü, himaye edilip desteklendiği veya geliştirildiği örgüt ve ortamla ilgili unsurlara, veya kültürün toplumsal çevreye sunulmasına veya yayılmasına imkan veren araçlar ya da aletler sistemine kültürel aygıt adı verilmektedir. Yine aynı bağlamda ve Fransız düşünürü Baudrillard tarafından betimlenen postmodern dünyada, dinleyici ve alıcı kitle için toplumsal anlamlar ile kültürel formların kaynağı olduğu öne sürülen televizyon kültürel forum diye tanımlanır.
Yine aynı genel çerçeve içinde, birbirleriyle rekabet halindeki toplumsal çıkarların anlamlar bağlamında sergilenen mücadelesinin vuku bulduğu ortam ya da arenaya kültürel alan adı verilmektedir. Buna karşın, söz konusu kültürel alan içinde kendilerine bir yer bulan kültürel unsur, değer, fikir ve formların süreklilik kazanmaları durumu ‘ise kültürel yeniden üretim diye tanımlanmaktadır.
Öte yandan, kültür unsurlarını, kültürel değerleri veya belli kültür formlarını alımlayabilme kapasitesine, şu ya da bu kültürel ifadeye erişebilmek için gerekli maddi, ama daha ziyade tinsel altyapıya sahip olma durumuna kültürel yeterlilik denirken, söz konusu unsur, değer ve formları alımlayacak durumda olmamaya, eğitim sisteminde arzu edilen başarıyı sağlayacak gerekli dil formlarına ve bilgi türlerine sahip olamama haline kültürel yoksunluk adı verilmektedir. Yine aynı bağlamda, mevcut statünün, halihazırdaki siyasi iktidarın varoluşunu ve sürekliliğini meşrulaştıran çok çeşitli dilsel ve kültürel yeterlilikler bütünü, bilgi, fikir ya da örtük kabuller toplamı ise, tinsel zenginlik veya servet anlamında, kültürel sermaye olarak tanımlanmaktadır. Buna karşın, toplumda, kendilerine yüksek bir değer izafe edilen hedef, ideal ya da amaçları küçümseme, onları bir türlü benimseyememe durumuna da kültürel yabancılaşma denir.
Yine, kültür unsurlarında, kültürün maddi ve tinsel bileşenlerinde meydana gelen değişimlere kültürel değişme adı verilirken, teknolojideki, kültürün maddi unsurlarındaki değişmenin, tinsel ya da manevi unsurlardaki değişmeden çok daha hızlı olup, ikisi arasında bir boşluğun ortaya çıkması durumu kültürel gecikme olarak tanımlanır.
Kültürel bircilik: Farklı bir ırktan olan azınlıkların, etnik ve dini azınlıkların hakim kültür içinde eritilmesi ya da hakim kültüre asimile edilmesi gerektiğini zira birci ve bütünsel bir sistem içinde çatışma ve savaş olasılığının, çoğulcu bir sisteme kıyasla daha azaldığını, öne süren toplum felsefesi görüşü.
Kültürel görecilik: Genel olarak, ilkel ve modern kültürlere ilişkin araştırmalardan, eşdeyişle antropolojiden hareketle, a) geleneklerin, yaşam biçimlerinin, tabuların, dinlerin, değerlerin, ahlâkların, gündelik alışkanlık ve tavırların bir kültürden diğerine farklılık gösterdiklerini, b) İnsan varlıklarının ahlâki inanç, tavır ve değerlerini temelde kültür çevrelerinden kazandıklarını, İnsanların kendi kültürlerinde toplumsal olarak kabul gören ya da kutsanan değerleri içselleştirdiklerini, ve c) farklı kültürlerdeki İnsanların, yalnızca tek bir ahlâkın varolduğuna değil, fakat aynı zamanda tek doğru ahlâkın kendi ahlâkları olduğuna inandıklarını savunan anlayış.
Kültür endüstrisi: Popüler kültürü, yani radyo, televizyon, kitap, magazin ve gazeteleri popüler müziği meydana getiren tüm faaliyet ve düzenlemelerle, kültürel organizasyonları ve bu arada kültürün standartlaşmasını dile getirmek için kullanılan genel terim.
Kültür endüstrisi terimi, bu tür endüstrilerin kapitalizmin egemenliğini pekiştirip güçlendirmek için kullanıldığını savunan Frankfurt Okulu düşünürlerinde büyük bir önem kazanmıştır. Buna göre, Frankfurt Okulu düşünürleri, kültür endüstrisinin öncelikli amacının, bireyin kapitalizmi benimsemesini kolaylaştırmak olduğunu öne sürerler. Yine, kültür endüstrisinin olumlayıcı kültürü, günlük yaşamın sorumluluğundan, ağır ve sıkıcı işlerinden çok az bir çaba ile geçici bir kaçış sağlayarak, oyalarıma ve zihinsel uzaklaşma yaratır.
Kültür endüstrisi, bu amaca ulaşmak için birtakım standardizasyon teknikleri kullanır sıradan tepki mekanizmaları geliştirir, sözde bir bireysellik için uygun yollar ortaya koyar. Bununla birlikte, Frankfurt Okulu mensuplarına göre, kültür endüstrisinin sunduğu kaçış gerçek bir kaçış değildir, zira onun sağladığı kaçış ve dinlenme, İnsanları yalnızca yaşamI arındaki temel baskılardan uzaklaştırmaya ve çalışma azimlerini yeniden yaratmaya hizmet eder.
Öte yandan, kültür endüstrisi milyonlarca İnsanı hedef alırken, örneğin Adorno’ya göre, onları bir hesap kitap nesnesine, kültürel makinenin sıradan bir dişli ya da eklentisine indirger. Buna göre, kültür endüstrisinde müşteri kral ya da velinimet değildir; müşteriler kültür endüstrisinin öznesi değil, fakat nesnesidirler. Yine, kültür endüstrisinde, pazar için üretim kültür ürünlerini standardize eder ve estetik formları asgari bir müştereğe indirger.
Küreselleşme: Modernizasyon sürecinin bir parçası olarak özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinde ve doğu bloğunun yıkılmasından sonra tek kutuplu bir dünyada zuhur eden kültürel sistemine, dünyanın somut bir biçimde tek bir bütün olarak yapılaşması sürecine verilen ad.
Küreselleşme ya da global kültür, bütün dünyayı kuşatan çok geniş kapsamlı bir enformasyon sisteminin varoluşu, küresel tüketim modellerinin doğuşu, kozmopolit yaşam tarzlarının gelişimi, Olimpiyat Oyunları ve Dünya Futbol şampiyonaları benzeri global spor etkinliklerinin varlığı, dünya turizminin yayılışı, ulus devletinin egemenliğinin zayıf laması, bütün bir gezegeni tehdit eden ekolojik krizin farkına varılması, sınır tanımayan ekonomik ve ticari etkileşimin hızlanması, Avrupa Uluslar Topluluğu ve Birleşmiş Milletler gibi teşkilatların ve tüm dünyayı etkileyen politik sistemlerin doğuşu, Marksizm veya liberalizm benzeri global politik hareketlerin gelişimi, İnsan hakları kavramının sinir tanımayan yayılımı, kültürler arasındaki karşılıklı ilişkilerin bütün dünyayı etkileyen boyutlara varmasının sonucu olan bir süreç ya da olgu olarak tanımlanır.
|