K Harfi

Kaderiye: Her hareketin, her eylemin önceden Tanrı tarafından yaratıldığını, takdir edil­diğini ileri süren Cebriye anlayışına karşı çıkan ve İnsanın yaptığı işlerin yaratıcısı oldu­ğu, özgür bir iradeye sahip olduğu görüşünü benimseyen İslam mezhebi.

Bu mezhebe göre, Tanrı İnsana akıl ile birlikte bir yapabilme gücü (kader) vermiş ve onu özgür bırakmıştır; bundan dolayı, kul her eyleminden sorumludur. Kaderiye mezhebine göre, Tanrı yalnızca iyi yaratmış olup, kötü İnsan ya da şeytanın eseridir. İnsan bu ikisinden birini seçmede bütünüyle özgürdür. Bununla birlikte, bu durum Tanrı’nın İnsanın her davranışını önceden bilmediği anlamına gelmez.

Kamusal: Özel kişisel yada mahrem olana karşıt olarak kamuyla, meslekler veya siyasi alanla ilgili olan için kullanılan nite­leme.

Bu bağlamda, bir bütün olarak toplumun çıkarını, bireylerin ya da grupların bencil çı­karlarından ayırt etmek için kamusal çıkar deyimi kullanılır. Buna göre, bir toplumun tüm üyelerinin, statüye, zenginliğe veya ko­numa bakmaksızın paylaştıkları ortak bir hedef politika ya da amaca kamusal çıkar adı verilir.

Yine, liberal politik düzenin feodal düze­nin yerini aldığı sırada oluşmuş olan, yurttaş ya da bireylerin toplulukla ilgili sorunları ve konular üzerinde tartışma, fikir beyan etme imkanı buldukları, sosyo-politik sorunların çözülmesinde kişilerin değerler, erek ve normlar üzerinde mutabakata yarma ve katkı yapma şansına sahip oldukları estetik/ebedi eleştiri veya politik muhalefet alanı kamusal alan olarak tanımlanır. Sivil toplumla devlet arasındaki bir alan olarak kamusal alan, burjuva toplumunun ihtiyaçlarını devlete ileten ilerici, eleştirel ve kültür tartışan bir alan biçiminde gelişmiştir.

Kant, Immanuel: 1724-1804 yılları arasın­da yaşamış olan ünlü Alman filozofu. Temel eserleri: Kritik der Reinen Vernunft [Saf Aklın Eleştirisi], Kritik der Pratischen Vernunft [Pratik Aklın Eleştirisi] ve Kritik der Urteilkraft [Yargı Gücünün Eleştirisi].

Temeller Modern felsefenin gelişim sey­rine uygun olarak epistemolojiyi ön plana çıkartmış olan Kanıt, öncelikle Hume’dan etkilenmiştir. Kendi deyişiyle Hume onu dog­matik uykusundan uyandıran, spekülatif fel­sefe alanındaki araştırmalarına yeni bir yön veren filozof olmuştur. Öte yandan, o Descar­tes’ın akılcılığının da birtakım olumlu yönler içerdiğini saptamış ve zihnimizin, matematik­le uğraştığı zamanki işleyiş tarzı karşısında adeta büyülenmiştir. Kanıt, bundan başka asıl, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda göz ka­maştırıcı gelişmeler kaydeden bilimden, özel­likle de fizikten etkilenmiştir. Kant’ın gözün­de bilim, öncülleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume’unki gibi felsefi bir kuşkuculuk benimsendiği zaman, sorgulanabilen evrensel bir disiplindir. Bir bilim adamı, Kanta göre, bir yandan kendisinden önceki bilim adamla­rının ulaştığı sonuçları kabul eder; yine, bu bilim adamı kabul ettiği bu sonuçlara ek olarak, yeni araştırmalara giriştiği zaman, deneysel yöntemler kullanır. Bilim yansız­dır ve nesneldir.

Öte yandan bilimin, özellikle de Newton tarafından geliştirilen modern fiziğin çok başarılı sonuçlar doğurmuş olan yöntemi, Kant’a göre, rasyonalizmi de empirizmi de aşarak gelişmiştir. Başka bir deyişle, fizik bilimi, rasyonalizmin ulaştığı sonuçları da empirizmin ulaştığı sonuçları da yanlışlaya­rak gelişimini sürdürmektedir. Buna göre, kendisine en sağlam bilgi modeli olarak dü­şünülen matematiği örnek alan rasyonalizm, şeylerin bizatihi kendilerine yönelmeden, şeylerin kendileriyle bir temas kurmadan, yalnızca düşünceleri birbirlerine bağlamak-la yetinip, şeylerin kendileriyle ilgili olarak a priori sonuçlara ulaşır. Oysa fizik, mate­matiği de kullanarak şeylerin bizzatihi ken­dilerine yönelmekte, şeylerin kendileriyle, rasyonalizm tarafından kurulamayan tema­sı, başarılı bir biçimde kurmaktadır.

Kant’a göre, İngiliz filozofu Hume’un empirizmi, belirli bir nedenden daima aynı sonucun çıkacağını hiçbir zaman kesin ola­rak bilemeyeceğimizi savunmak suretiyle, nedensellikle ilgili olarak kuşkucu bir tavrı benimsemiştir. Oysa, çok başarılı sonuçlar elde etmiş olan fizik bilimi hemen tümüyle nedensellik ilkesine dayanmaktadır. Kanıt bu bağlamda, kendisine düşen işin, rasyona­lizm tarafından da, tempirizm tarafından da açıklanıp temellendirilemeyen bilimi, özel­likle de fizik bilimini temellendirmek, bi­limsel bir biçimde düşündüğü zaman, İnsan zihninin nasıl işlediğini bulmak olduğunu düşünmüştür.

Başka bir deyişle, o felsefedeki ilk ve temel misyonunun bilimi temellendirmek, daha sonra da ahlâkın ve dinin rasyonelliği­ni savunmak olduğuna inanmıştır. Bununla birlikte, bu hiç de kolay bir iş değildir, çünkü bilim ve din yüzyıllardır birbirlerine karşı amansız bir mücadele içinde olmuşlar ve bilim, dinin otoritesi karşısında mutlak bir zafer kazanma yoluna girmiştir. Bu zafer, Kant’a göre, bilimin bakış açısından iyi ve olumlu olmakla birlikte, ahlâk ve dinin bakış açısından tam bir felakettir.

Bilimin dinin müdahaleleri karşısında özerkliğini kazanması hiç kuşku yok ki iyi bir şeydir, fakat bu, bilimsel olmayan tüm inançlarını, din ve ahlâkın temelsizleşmesi ve anlamsızlaşması anlamına geliyorsa, bilimin zaferi, İnsanlık açısından, dinin bakış açısından gerçek bir felakettir. Kanıt, öyley­se, yalnızca din, bilim ve ahlâkı temellendir­mek durumunda kalmamış, fakat rasyonel bir varlık olmanın ne anlama geldiğini gös­terme durumunda kalmıştır. O, işte bu amacı gerçekleştirebilmek için, hem Des­cartes’ın rasyonalizminden ve hem de Humeun empirizminden önemli gördüğü öğeleri alarak, transendental epistemolojik idealizm diye bilinen kendi bilgi kuramını geliştirmiş, yükselen bilimin felsefi temelle­rini gösterdikten sonra, özgürlük ve ödev düşüncesine dayanarak Hıristiyan ahlâkını savunma çabası vermiştir.

Bilgi Görüşleri: Düşüncesinde rasyona­list felsefeyle empirist felsefenin bir sentezini yapan Immanuel Kant, bilgide hem dene­yimin ve hem de aklın katkısının kaçınılmaz olduğunu öne sürmüştür. O, ilk olarak en basit bir deneyimin, duyu izlenimlerinin bile a priori bir öğeyi, deneyden türemeyen, fakat deneyi yaratan ve mümkün kılan bir öğeyi içerdiğini göstermiştir. Söz konusu a priori öğelere karşılık gelen zaman ve mekana, deneyin transendental koşulları adını veren Kanıt, böylelikle Hume’un mate­matiksel bilimlerin tümüyle analitik bir ya­pıda olduğu görüşüne karşı, matematiğin mekan ve sayıyla ilgili yargılarının sentetik doğasını ortaya koyabilme imkanı bulabil­miştir.

Başka bir deyişle, zihnin bilgideki temel, ayırıcı faaliyetini deneyimden gelen ham ve işlenmemiş malzemeyi bir sentezden geçir­mek ve bu malzemeyi birleştirip, ona bir bir­lik kazandırmak olarak tanımlayan Kant’a göre, zihin söz konusu sentezi, her şeyden önce, çeşitli tecrübelerimizi sezginin belirli kalıpları içine yerleştirerek gerçekleştirir. Sezginin söz konusu kalıpları ise zaman ve mekandır. Buna göre, biz şeyleri zorunlu­lukla zaman ve mekan içinde olan şeyler olarak algılarız. Bununla birlikte, zamanı ve mekan duyu-deneyinden türetilmiş ideler, izlenimler ya da kavramlar değildirler. Zaman ve mekanla, Kant’a göre, doğrudan ve aracısız olarak sezgide karşılaşılır. Bun­lar sezginin a priori, yani her türlü dene­yimden önce gelen ve her tür deneyin onsuz olunamaz koşulları olan kalıplarıdırlar. Yani, bunlar duyu-deneyindeki nesneleri her zaman kendileri aracılığıyla algılamakta bulduğumuz gözlüklerdir. O zamanı ve ‘mekanla ilgili bu öğretisine transendental estetik adını verdikten sonra, transendental analitiğe, kategoriler öğretisine geçmiş ve tıpkı, duyarlık ya da deneyimin a priori algı formları içermesi gibi, doğaya ilişkin araş­tırma ve bilginin de bağıntı, töz ve neden­sellik türünden a priori ilkeleri içerdiğini göstermiştir.

En sıradan düşüncede bile, sistematik ol­mayan bir tarzda varolan bu kategoriler, matematiksel-mekanik bir doğa biliminin temel öğeleri olarak ortaya çıkar ve rasyo­nel bir doğa kavrayışını mümkün hale geti­rir. Başka bir deyişle, düşüncenin ya da İnsan zihninin duyu-deneyinden gelen mal­zemeye bir birlik kazandırması veya söz ko­nusu malzemeyi bir sentezden geçirmesiyle ilgili olan belirli kategorilerin bulunduğunu ifade eden Kant’a göre, zihin söz konusu sentez ya da birleştirme faaliyetini çeşitli yargılar ortaya koymak suretiyle gerçekleş­tirir, öyle ki bu yargılar bizim dünyaya iliş­kin yorumumuzun temel bileşenlerini mey­dana getirir. Deneyimde söz konusu olan çokluk, Kant’a göre, bizim tarafımızdan ni­celik, nitelik. bağıntı, töz gibi belirli değiş­mez formlar ya da kavramlar aracılığıyla değerlendirilir ya da yargılanır. Örneğin, ni­celikle ilgili bir yargı söz konusu olduğun­da, zihnimizde bir ya da çok olan vardır. Nitelikle ilgili bir yargı öne sürdüğümüz zaman, ya olumlu ya da olumsuz bir öner­me ortaya koyarız. Bağıntıyla ilgili bir yar­gıda bulunduğumuz zaman ise, ya neden ile sonucu ya da özne ile yüklem bağıntısını düşünürüz.

Bütün bu düşünme tarzları, Kant’a göre, zihnin duyu-deneyinden gelen malzemeyi birleştirme, bu malzemeyi sentezden geçir­me ya da söz konusu malzemeye bir birlik kazandırma faaliyetinin temel bileşenleri­dir. Ve biz bu sentez faaliyetiyle de duyu iz­lenimlerinin çokluğundan. yani sonsuz sayı­daki darmadağınık izlenimden, tek bir tutarlı dünya resmi elde ederiz.

Kant’a göre, duyu deneyinin kapsamı içine giren her nesne, bu kategorilerden bi­rine ya da diğerine uymak durumundadır. Zira anlama yetisi, İnsan zihni bu kategori­lere uymayan bir şeyi hiçbir şekilde konu alamaz, alsa bile anlayamaz. Görünüşlerin, fenomenlerin bir şekilde anlaşılabilmeleri için, onlara anlama yetisinin kategorileri aracılığıyla bir yapı kazandırılması gerek­mektedir. Anlama yetisinin kategorilerine uymayan bir şey İnsan zihni tarafından bilinemez. Kant’a göre, duyu-deneyimiz belirli bir yapı ve bir birlik sergilemektedir. İşte duyu-deneyinin sergilediği bu yapı ve bir­lik, ancak ve ancak görünüşleri kendi kate­gorilerine göre düzenleyen anlama yetisinin faaliyetiyle açıklanabilir.

Bununla birlikte, kategoriler düşüncenin ya da bilginin öznel koşulları olduklarından, burada bunların nasıl olup da nesnel bir ge­çerliliğe sahip olabildiği, yani nesnelere iliş­kin bilgimizi mümkün kılan koşulları sağla­yabildikleri sorusu ortaya çıkar. Kant’a göre, a priori kavramlar olarak kategorilerin nesnel geçerliliği, İnsanın nesnelere ilişkin duyu-deneyinin yalnızca bu kategoriler sa­yesinde mümkün olabilmesi olgusuna daya­nır. Duyu-deneyinin bir nesnesi, yalnızca bu kategorilerle düşünülebilir. Bir nesneyle il­gili bir düşünce, onunla ilgili tüm yargılar ve dolayısıyla ona ilişkin bilgi, yalnızca ka­tegorilerin sağladığı kavramsal çerçeve için­de olanaklıdır.

İnsan zihninin yalnızca, kategorileri ara­cılığıyla kendilerine bir yapı kazandırdığı fenomenleri bilebileceğini, bunun ötesi ne giderek şeylerin bizatihi kendilerini bileme­yeceğini, duyu deneyindeki nesnelerin İnsan zihninin işleyişine uyduğu için bilinebildik­lerini söyleyen ve tüm empirik yasaları İnsan zihninin yasalarına indirgeyen Kant’ın bu bilgi anlayışının en önemli sonuçları, mutlak bir determinizm, bilginin sınırlılığı ve metafiziğin imkansızlığıyla ilgili sonuç­lardır. Bilgimiz iki bakımdan sınırlıdır. Bilgi, her şeyden önce duyu-deneyinin dün­yasıyla sınırlanmıştır. Bilgimiz ikinci ola­rak, algılama ve düşünme yetilerimizin de­neyimin ham malzemesini işleme .ve düzenleme tarzlarıyla sınırlanmıştır. Kant elbette ki, bize görünen dünyanın nihai ve en yüksek gerçeklik olmadığından kuşku duymaz. Nitekim, o fenomenal gerçeklikle, yani bizim duyular aracılığıyla tecrübe etti­ğimiz dünya ile numenal gerçeklik, yani du­yusal olmayan ve akılla anlaşılabilir olan dünya arasında bir ayrım yapmıştır.Bir şey algılanmadığı zaman nedir? Şeyin bizzatihi kendisi ne anlama gelir?

Metafiziği: Biz algılamadığımız şeyleri elbette ki bilemeyiz. Bizim bildiğimiz şey­ler numenler, şeylerin kendileri değil de, fe­nomenlerdir, şeylerin görünüşleridir. Bizim bildiğimiz nesneler duyular aracılığıyla algı­lanan nesnelerdir. Biz buna ek olarak, duyu­sal dünyanın bizim zihnimiz tarafından yaratılmadığını biliyoruz. Zihin, bu dünyayı yaratmak yerine, şeylerin kendilerinden türetilmiş olan ideleri ona yüklemektedir. Bu, bizden bağımsız olarak var olan, ancak bizim kendisini yalnızca bize göründüğü ve bizim tarafımızdan düzenlendiği şekliyle bilebildiğimiz bir dış gerçekliğin varolduğu anlamına gelir. Böyle bir gerçeklik bizim bilgimizi arttırmaz, fakat bize bilgimizin sınırlarını gösterir.

Immanuel Kanıt bu öğretisiyle bilimsel bilginin olanaklı olduğunu göstererek, Newton fiziğini temellendirir, fakat varlığın genel ilkeleri, Tanrı’nın varoluşu, ruhun ölümsüzlüğü gibi konuları ele alan geleneksel metafiziği olanaksız hale getirir. Çünkü. metafizik alanında, ruh, Tanrı, evren kavramlarını düşündüğümüz zaman, burada duyu-deneyi tarafından sağlanan malzeme bulunmaz. Bilginin iki temel öğesinden biri olan deney, tecrübe öğesi metafizik alanında söz konusu olmadığı için, akıl burada antinomilere düşer. Öyleyse, metafizik alanında bilimsel bilgi olanaklı değildir.

Etiği: Bununla birlikte, Kanıt görünüş- gerçeklik ya da fenomen-numen ayırımını İnsan varlığına uygulayarak, ahlâk imkanını kurtarır. Zira, ona göre, İnsanın bir fenomen, bir de numen tarafı vardır. Yani, İnsanın biri duyusal, diğeri akılla anlaşılabilir olan iki farklı boyutu vardır. Duyusal yönüyle ele alındığında, İnsan doğadaki mekanizmanın bir parçasıdır. Başka bir deyişle, İnsan fiziki eğilimleriyle, içgüdüleriyle fenomenler dünyasının bir öğesidir.

Buna karşın, İnsan kendisini hayvandan ayıran aklıyla, fenomenler dünyasının üstüne yükselir, aklı sayesinde, nedenselliğin, doğal zorunluluğun hüküm sürdüğü dünyanın ötesine geçip özgür olur. Başka bir deyişle, metafiziğin ancak pratik akıl alanında, ahlâki iradenin kesin kanaatleriyle mümkün olabileceğini savunan ve deneyimdeki a priori öğeyi çıkarsama yöntemini, ahlâk alanında ahlâki yargılara da uygulayan Kanıt, önce ahlâki yargıları psikolojik bir açıdan değerlendirmiş ve sonra kategorik buyrukla, yani formel olarak koşulsuz olma özelliğiyle, ahlâk alanındaki a priori öğeyi yakalamıştır.

Ona göre, kategorik buyruğun, yani İnsandan İnsan olduğu için belli şeyleri yapması isteyen ahlâk yasasının, iyi iradenin tanınması, İnsanın yüceliğini, gerçek kişiliğini ve İnsan varlıklarını kişiler olarak birbirlerine bağlayan halkayı oluşturur. Pratik ve ahlâki temeller üzerinde gelişen bir metafizik öne süren Kant’ın felsefesinde, bu ikinci alan, te­orik aklın zorunlulukla belirlenen duyusal dünyasından sonra, pratik aklın özgürlükle belirlenen akılla anlaşılabilir dünyası olarak ortaya çıkar. Akılla anlaşılabilir özgürlük dünyasının fiziki ve doğal dünyayla olan iliş­kisinin ne olduğu sorusu ise, Kant’ı her iki dünyayı da uyumlu kılan bir tanrısal düzen postülasıyla, ölümsüzlük postülasına götürür ki, bu postülalar da ifadesini Tanrı düşünce­sinde bulmaktadır.

Kapitalizm: En genel anlamı içinde, sermayenin, genel temel üretim aracı oldu­ğu ekonomik sistem veya üretim tarzı için kullanılan genel terim.

Bir üretim tarzı ya da ekonomik sistem olarak kapitalizmi belirleyen en temel özel­likler şöyle sıralanabilir: 1- Üretim araçları­nın özel mülkiyeti ve denetimi. 2- Ekonomik faaliyetin kar elde etmek amacıyla yapılma­sı veya özel karın teşebbüs faaliyetinde başlıca saik olması. 3- Söz konusu ekonomik fa­aliyeti düzenleyen bir pazarın varlığı. 4- Karın, sermaye sahiplerine ait olması. 5- Üreticilerin, kullanmak amacıyla değil de, satmak amacıyla üretmek durumunda olma­ları. 6- Değişim biriminin belli bir zaman karşılığı parasal ücret olması. 7- Sistemdeki temel değişim aracının para olup, 8- üretim sürecinin üretim araçlarına sahip bulunan kapitalist ya da onun adına yöneticisi tara­fından denetlenmesi. 9- Sermaye birikimin­de borç/kredi kullanılırken, mali kararlar üzerinde tam bir denetimin bulunması, ve nihayet, 10- sermayedarlar arasında rekabet.

Kökeni, feodalizm içinde tüccar sermayenin ve dış ticaretin büyümesi olgusuna geri götürülen kapitalizmin birinci evresi, on beşinci yüzyılla on sekizinci yüzyıl arasında kalan ticari sermayenin evresi olarak bilinir. Buna karşın, ikinci evre olan endüstriyel evre, sanayi devrimi adı ile bilinen ve enerji kullanan makinelerin ortaya çıkışı ve gelişimiyle başlayan evredir. Kapitalizmin gelişiminde bundan sonra gelen evre, tekelci kapitalizm olup bu evrenin başlangıç tarihi ikinci sanayi devriminin gerçekleşmesiyle büyük ölçekli endüstriyel süreçlerin ortaya çıktığı 20.yüzyılın başlarıdır.

Kapitalizm aynı zamanda, belli bir sosyal adalet öğretisiyle bireysel haklar anlayışını içeren bir ideoloji olarak görülmüştür. Buna göre, kapitalizm ideolojisi gelir ve refah düzeyiyle ilgili eşitsizliklerin, bireylerin ekonomik faaliyetlere yaptıkları farklı katkıların toplumsal bakımdan adil olan karşılıkları olduğunu savunur. Söz konusu ideoloji, kapitalist toplumun var oluşu ve sağlıklı gelişimi için, belli bir takım hak ve özgürlüklerin gerekli olduğunu iddia eder. Buna göre, örneğin bireyler devletin keyfi iktidarından korunup, aynı devlet bireylerin ekonomik çıkarlarını, mülkiyet hakkını savunmak ve ticari sözleşmelerin geçerliliğini teminat altına almak suretiyle korumalıdır.

Karşı kültür: Geleneksel davranış tarzına, geleneksel değerlere, kısacası varolan yerleşik kültüre karşı çıkıp, ona bir alternatif oluştu­ran yeni, fakat yeterli toplumsal temelden yoksun olan kültür türü.

Karşı kültür deyimi, radikal öğrenciler, hippiler ve kimi entellektüeller, 19601ı yıl­ların sonlarına doğru, siyaset, iş ve aile ya­şamı konusunda, uzlaşımsal bir çerçeve içinde kabul görmüş değerlerle davranış ka­lıplarına ters düşen görüş ya da teoriler ge­liştirdikleri zaman popüler hale gelmiştir. Karşı kültür her şeyden önce geleneksel ve uzlaşımsal aile yaşamının engelleyici ve bastırıcı yönlerine karşı çıkışı, İnsanlara kendi hayatlarını yaşamalarına izin verme konusunda ısrarlı olmayı, çok çeşitli türden uyuşturucuyla tanışıklık içinde olmayı ve cinsel özgürlüğün erdemlerinin savunuculunu yapmayı içerir.­

Kautsky, Karl: 1854-1938 yılları arasında yaşamış olan ünlü Avusturyalı demokratik sosyalist teorisyen.

Sosyalizm yolunda demokrasiye sımsıkı sarılan Kautsky, ihtilalci komünizme yöne­lik şiddetli eleştirileriyle ün kazanmıştır. Ona göre, demokrasi burjuva egemenliği ve hegemonyasının bir şekli değildir. Burjuva­zi aslında mülkiyet koşuluna bağlı sınırlı bir oy hakkına inandığı için, evrensel oy hakkı­nın uygulanır hale gelmesi, Kautsky’nin gö­zünde, işçi sınıfının başarısıdır. Onun gö­zünde demokrasi evrensel oy hakkıyla, sınıf mücadelesini sille tokat savaştan bir zeka savaşına dönüştürme yöntemidir. De­mokrasi, daha yüksek bir yaşam tarzının kendisiyle gerçekleştirilebileceği tek ve yegane yöntemdir ve sosyalizmin ilan ettiği şey medenileşmiş İnsanların haklarıdır.’ Onun sosyalizme, ve sosyalizm hedefine varmak için demokrasiye olan inancını pe­kiştiren başka bir etken de, Nazi deneyimi olmuştur. Kautsy nazizm benzeri rejimleri yıkmak için ihtilalci yöntemlerin kullanılabileceğini kabul etmekle birlikte, anayasal yönetimin bir kez kurulmasından sonra, sosyalizm yolunda yalnızca ve tamamen de­mokratik araçların kullanılacağına inanır.

Kautsky, komünizme yönelik eleştirisi söz konusu olduğunda, komünist partileri, siyasi değil de, askeri teşkilatlara benzetir. Bu tür partiler kendi liderlerini ve sloganla­rını seçmez, bunun yerine liderlerini üstle­rinden alırlar. Komünizmi yalan ve aldat­macaya dayalı bir ‘köle ekonomisi’ sistemi olarak görürken, komünist diktatörlüğün, varolduğu sürece, modern işçi sınıfının kur­tuluş mücadelesi için ciddi bir tehdit ve büyük bir tahribat oluşturduğunu savunur.

Kavimcilik: 1- Genel olarak bir halk kavim ya da bir grup İnsanın, kendi halk ya da kavimlerinin, kendi değer, din, ırk, kül­tür ya da dillerinin diğerlerinden daha üstün olduğu inancı; 2- Biraz daha özel olarak da, teknik ve bilimsel bakımdan güçlü ve sö­mürgeci olup, ırkçı önyargılarla körleşmiş Batı Uygarlığının kendi üstünlüğüne inanır­ken, diğer uygarlıkları küçümsemesi ve kendi üstünlük iddiasını güçlendirecek mal­zemeler bulmaya çalışması tavrı.

Böyle bir tavra antropoloji içinde, Levi ­Straus, bilim felsefesi ve kültürel problem­ler bağlamında ise, Paul Feyerabend tarafından şiddetle karşı çıkılmıştır.

Kavram: Bir şeyin bir nesnenin zihindeki ve zihne ait tasarımı; soyut düşünme faaliye­tinde kullanılan ve belli bir somutluk ya da soyutluk derecesi sergileyen bir düşünce, fikir yada ide.

Kelam: Birtakım kanıtlara başvurarak, temel dini hükümleri açıklayan, sistemleştiren ve savunan; İslam inancının ilkelerini akıl te­meline oturtmayı, açıklamayı amaçlayan di­siplin.

Dinde geçen temel kavramları konu alan, İslam mezheplerinin kurucularını ve dogma­larını, felsefi okulların görüşlerini, paganiz­mi ve metafizik problemleri inceleyen disip­lin olarak kelam, Allah’ın özünden ve sıfatlarından, peygamberlikle ilgili konular­dan, varlıkların hallerinden, başlangıç ve sonlarından söz eder. Kesin birtakım kanıt­lar ortaya koyarak ve bu arada karşıt görüş­tekilerin itiraz ve kuşkularını gidererek, dini inançları temellendirmeye ve kanıtlamaya çalışır.

Materyalist görüşler, Hıristiyanlık ve İslam inançlarından birini ya da hepsini birden red­deden görüşler karşısında. İslamiyetin savun­masını yapma amacının bir parçası olarak or­taya çıkmış olan dini-felsefi disiplin olarak kelamın kaynağında Kuran ve hadisler vardır. Hicretin ilk yüzyılının sonlarına doğru ortaya çıkan kelam, itikat, tevhid, Tanrı’nın sıfatları, kaza ve kader, ahiret, ruhun ölümsüzlüğü, ölümden sonra diriliş gibi konuları işlemiştir. Zamanla İslam görüşlerini savunmayı ana ilke edinen kelam, Kuranın ayetlerine anlam vermek, O’nu anlamak, temellendirmek, her türlü İslam dışı inançla mücadele etmek ve İslamla ilgili arılaşmazlıkları çözmek amacı gütmüştür. Yaratılanı yaratanı göstermesi ba­kımından ele alan kelam, Tanrı’nın özünü ve niteliklerini, yaratan-yaratılan ilişkisini de inceler.

Kierkegaard, Sören: 1813-1855 yılları arasında yaşamış olup, varoluşçu felsefenin öncüsü olarak tanınan Danimarkalı filozof. Temel eserleri: Enten -Eller [Ya/Ya Da), Forfrens DagBog (Baştan Çıkarıcının Güncesi], Frygt og Baeven [Korku ve Titre­me], Sygdommen Til Döden [Umutsuzluk Üzerine İnceleme].

Aydınlanmanın geliştirdiği doğa bilimle­rini örnek alan bilgi ve akılcılık anlayışına şiddetle karşı çıkan Kierkegaard, Aydınlan­manın nesnelliği vurgularken, geleneksel din ve ahlâkın hakikatlerine karşı aldığı düşman­ca tavırdan rahatsız olarak, öznel hakikatin önemini vurgulamıştır. Hegel gibi, inanç ve aklı, hümanist bir teolojiyle daha yüksek bir düzlemde uzlaştırmaya çalışmak yerine, inançla aklın uzlaşmaz Olduğunu savunan ve inançla akıl arasındaki yarığı daha da geniş­leten Kierkegaard, fideizm yoluna girmiştir.

Başka bir deyişle, rasyonalist bilgi görü­şüne karşı çıkan, nesnel bilgi idealinin içsel yaşama, bireyin öznel deneyimine kör oldu­ğunu savunan, onun İnsan yaşamını anlama­ya hiçbir katkısı olmadığını söyleyen Kier­kegaard’a göre, rasyonalist sistemler gerçekliğin tümünü bir düşünce sistemi içine sıkıştırır, her şeyi akla indirger; akıl dı­şındaki öğeleri ve hepsinden önemlisi varo­luşu unutur. Varoluş terimini Kierkegaard İnsan için kullanır, zira var olmak belirli bir birey olmak, çabalayan, alternatifleri hesa­ba katan, seçen, karar veren bir birey olmak anlamına gelir. Aklı, toplumu, vb, ön plana çıkartan bir felsefe kişiselliği, kişisellik il­kesi olan varoluşu, İnsanın varoluşunu mey­dana getiren öğeleri hiç dikkate almaz. Oysa gerçek felsefe ancak varoluş felsefesi olabilir, yani felsefe derinden derine kişisel bir özellik taşımalıdır. Felsefe genel olana değil, özel olana, nesnel değil de öznel olana yönelmelidir.

Kierkegaard’a göre, İnsan yaşamı, soyut düşünceye göre çok daha önemlidir. Dahası, genel felsefi problemlerin, soyut düşüncele­rin İnsanın en önemli anlarında hiçbir yardı­mı olmaz. Ona göre, İnsan yaşamının en önemli anları, bireyin bir özne olarak kendi­sinin bilincine vardığı kişisel anlardır. Bu ki­şisel ve öznel öğeler, yalnızca nesnel öğeleri, tüm İnsanlarda ortak olan nitelikleri dikkate alan rasyonel düşünce tarafından açıklana­maz. Oysa, her İnsanın, her kişinin biricik varoluşunu meydana getiren bu öznelliktir. Ta­nınmaya ve açıklanmaya muhtaç olan budur.

İnsan için önemli olanın kişiliğin gelişti­rilmesi olduğunu savunurken, Kierkegaard İnsan varoluşunu, varoluş halini betimleyip, İnsanın ne olduğuyla ne olması gerektiği arasında bir ayrım yapar. Ona göre, İnsanın yaşamında İnsanın özünden varoluşuna doğru bir hareket vardır. Hıristiyan dininde bu harekete ilişkin geleneksel açıklama günah kavramından oluşur. Kierkegaarda göre de, İnsanın özü Tanrı’yla, sonsuz olan yüce varlıkla ilişkiyi gerektirir. İnsanın varoluş hali, onun özünden uzaklaşmasının, yani Tanrı’ya yabancılaşmasının bir sonucudur. Bundan dolayı, İnsanın bu dünyadaki yaşamı, ‘korku’yla, ‘yılgınlık’la ve İnsanın sonluluğundan duyduğu ‘sıkıntı ‘yla doludur. Bir İnsanın eylemleri, onu Tanrı’dan daha’da uzaklaştırırsa, onun yabancılaşması ve umutsuzluğu daha da artar.

Akıl yoluyla kanıtlanabilecek ahlâki bir sistem ya da din olamayacağını, ahlâk ya da din içinde, bize belli bir biçimde yaşamamız gerektiğini gösterecek, hiçbir rasyonel kanıt olmadığını savunan Kierkegaard, dini ya da ahlâki doğrularla ilgili kesinliğin, İnsan var­lıklarında söz konusu olan kesinsizlik öğesi­ni ortadan kaldırırken, özgürlüğü de yok edeceğini öne sürer. Öte yandan, rasyonel kanıt, bize doğru yaşamakta olduğumuzu entellektüel olarak gösterse bile, bizi hiçbir zaman öznel olarak ikna edemez. Bundan dolayı, onun gözünde kesinsizlik ya da be­lirsizlik, öznel hakikat açısından bir kusur olmak bir yana, onun özünü meydana geti­rir. Kesinsizlik, İnsan yaşamı açısından en önemli olan şeyin, seçme özgürlüğümüzün doğal bir sonucudur.

Kierkegaard’a göre, kesinsizlik özgürlüğü içerir. Bizim, teorik kesinliğe ulaşamasak bile, hakikati arama gibi bir sorumluluğumuz vardır. O, İnsanın, şu ya da bu biçimde yaşamak, ve seçiminin sonuçlarıyla birlikte yaşamak durumunda olduğu için, seçimde bulunmaktan başka bir alternatifi bulunma­dığını söyler. Bir seçimde bulunmamak da, daha az bilinçli bir seçim olsa bile, bir ter­cihtir. Ona göre, biz, özgürlüğümüzün far­kından olmadığımız zaman bile, sorumlu­yuz. İşte, İnsandaki endişe ve tasanın. korku ve yılgınlığın kaynağında bu durum, yani özgürlük ve sorumluluğumuz vardır.

Kierkegaard’da aralarında çok yakın bir ilişki bulunan korku ve özgürlük kavramla­rı, ikici bir metafiziği yansıtır. Başka bir de­yişle, onda İnsan varlıkları, hayvansal olan-la tanrısal olanın, sonluyla sonsuzun bir karışımını ifade eder. Buna göre, İnsan var­lığı zamansal olanla ebedi olanın, sonluyla sonsuzun, tinle maddenin, özgürlükle zo­runluluğun bir sentezidir. Özgürlük imkanı tinsel doğamıza bağlıdır. Fakat İnsan varlık­larının bir de hayvani doğaları vardır. Bu nedenle, İnsan özgürlüğünü, hep bir çatışma ve korku olarak yaşar. İşte İnsan varlığının en temel seçimi, özgürlüğünü benimseyip, hayata geçirme ya da özgürlükten kaçıştır. Kierkegaard, özgürlükten kaçışı. 19. yüzyıl toplumunun, burjuva ahlâkının en temel özelliği olarak ifade eder. İnsanlar uzlaşım­sal davranış tarzlarına uymakta, ortalama olana sığınmaktadırlar. Ölümün kaçınılmaz­lığı gerçeğiyle yüzyüze gelmek yerine, gelip geçici hazların sağladığı tatminle yeti­nip, unutmayı ve yılgınlığı seçmektedirler.

Kierkegaard, bu durumu ve çıkış yolunu, estetik varoluş tarzı, ahlâki varoluş evresi ve nihayet dini varoluş tarzından meydana gelen üç ayrı varoluş evresiyle göstermeye çalışmıştır. Ona göre, her İnsan gerçekleştir­mek durumunda olduğu bir öze sahiptir. Bu öz ise, İnsanın Tanrı’yla ilişki içinde olması olgusu tarafından belirlenir. İnsan bu dün­yadaki yaşamı sırasında, üç varoluş tarzın­dan her birinde olabilir.

Fakat İnsanının yaşadığı yabancılaşma, umutsuzluk ve suç duygusu, İnsana bu varo­luş tarzlarının niteliğini ve bunlar arasında­ki farklılıkları öğretir. Kierkegaarda göre, İnsanın yaşadığı bu olumsuz duygular, ona bazı varoluş tarzlarının diğerlerinden daha sağlam ve gerçek olduğunu gösterir. Sağ­lam ve gerçek bir varoluş tarzına ulaşmak ise, akılla değil de, inançla ilgili bir konu­dur.

Kitle toplumu:Batı tipi toplumları özellikle de ABD’yi tanımlamak için kullanılan terim.

Kitle toplumu kavramı, öncelikle büyük ölçekli sanayileşmeyi, büyük kentleşme ha­reketlerini ve işbölümünde yüksek düzeyde uzmanlaşmayla yönetimi bir bütün olarak bürokratikleşmiş bir toplumsal ortamı ifade eder.

Kitle toplumu terimini kullanan yazar ve düşünürler, çoğunluk bireyin toplumuyla olan ilişkisi üzerinde yoğunlaşırken, bireyin modern toplumda sahip olduğu özgürlük de­recesini, bireyin toplumsal çevresini nasıl algılayıp, ona ne şekilde değer biçtiğini in­celerler. Bu bağlamda, biri İnsandaki özgür­lük kaybına, artan vasatilik ve yanılsamayla birlikte yabancılaşmaya dikkat çeken, diğeri ise geleneksel bağların ortadan kalkışının İnsana yeni avantajlar sağladığını dile geti­ren iki ayrı ve karşıt görüş varolmakla bir­likte, genel kanaat kitle toplumunu eleştirel bir gözle değerlendirir. Sözgelimi, Gasset ve Heidegger gibi, terimi ilk kez olarak kullanan düşünürlere göre, kitle toplumu, özgürlüklerini çok büyük ölçüde yitirmiş, geleneksel kültürün uygarlaştırıcı etkisiyle aydınlanmamış, basmakalıp değerleri be­nimsemek zorunda kalan yabancılaşmış, ilkel, kültürsüz, alelade İnsanlardan oluşan bir yığındır. Frankfurt Okulu düşünürlerin­den Adorno ve Horkheimerin gözünde kitle toplumu, İnsanların edilgen, ilgisiz, atomize varlıklar haline geldikleri, gelenek­sel bağlarından, dinsel kimliklerinden kopa­rıldıkları, kitle iletişim araçlarının tek yönlü baskısı altında yalnızlaştıkları, tepeden ta­hakküme imkan veren bir toplum biçimidir.

Kitle toplumu, kapitalizmin bir ürünü olup, sanayileşme, kentleşme ve modernleş­me süreçleriyle ortaya çıkmıştır. Bütün bu süreçler, bireyler arasındaki farklılıkların ortadan kalkmasına, bireylerin özgürlüklerini yitirmelerine, onların birbirlerinden yalıt­lanmalarına, bireylerin birbirlerine daha benzer hale gelmelerine neden olmuştur. Kitle toplumunun kültürel alandaki ifadesi ise, kitle kültürüdür. Başka bir deyişle, kitle toplumunda kitleyi oluşturan bireylerin hemen hemen tamamı okuryazar olsa da, onlar klasik eğitimden yoksun kaldıkları için, sıradan veya düşük düzeyde, ve hiçbir zaman seçici olmayan beğenilere sahip olurlar. Kitle toplumunda, yüksek kültürle aşağı kültür arasındaki sınır çizgisi yok olur veya daha doğru bir deyişle, yüksek kültü­rün yerine, hem yüksek kültürü ve hem de geleneksel toplumların halk kültürünü yok eden ve aleladiliği, uyumluluğu, edilgenliği ve kaçışı teşvik eden bir kitle kültürü gelişir.

Genel olarak duyguların aklın rehberliği altında tutulmasının sonucu olan bir yetkin­liğe ve uyum, düzen, orantı ve ölçülülük için duyulan yoğun bir arzuya dayanan bir mizacı yansıtan tavır. Klasisizm:

Belirsiz sayıda bireye ortak olanı bir sınıfın, öbek ya da kümenin üyelerini tek bir birim olarak görme tavrının sonucu olan ve sonlu sayıda bireye ortak olan olup, grubun bir özelliği olan şeyi göstermek üzere kullanılan sıfat. Genelin eş anlamlısı olmayıp bireysel olana karşıt olanı tanımlayan terim.Kollektif:

Buna göre, bir sınıf oluşturmayan bir grup ya da kümeyi, diğer grup ya da kümeden ayırmaya yarayan kavramlara kollektif kavramlar adı verilir. Örneğin üniversite, meclis, ordu, aile gibi kavramlar bir kollek­tiflik bildirirler. Kollektif kavramlar, farklı özelliklere sahip tekil şeylerin kümeye ait bir özelliği paylaşmaları dikkate alınarak oluşturulan kavramlardır. Örneğin, ‘üniver­site’, kişisel özellikleri, konum ve statüleri (dekan, rektör, öğretim üyesi, araştırma gö­revlisi, öğrenci, memur) farklı bireylerin, belirli bir amaç, bir işlev (eğitim) çerçevesi içinde bir araya gelerek oluşturdukları bir grup ya da küme olmayı ifade eder.

Gruba ya da kümeye göre anlam kaza­nan, grup ya da küme içinde yer alan birey­lerin özelliklerini grup ya da kümeye göre belirten kavramlara ise, üleştirimsel kav­ramlar adı verilir. Örneğin, ‘asker’ kavra­mı, ancak ‘ordu mensubu’ olmakla anlam kazanan , böyle bir kavramdır.

Bireyciliğin tam karşısında yer alan ve 19. yüzyıl liberalizminden uzaklaşarak, genel bir sosyal geliş­me çizgisi, ekonomik bir reform programı, İnsanlık için ütopik bir düzen ve, sosyalizm, komünizm, sendikalizm ve bolşevizmde ol­duğu gibi, otoriteye dayalı bir toplumsal de­netim mekanizması geliştiren ortaklaşacılık düşüncesine; üretim araçlarının bölgesel, ulusal ya da evrensel düzeyde ortaklaşa kul­lanılmasını amaçlayan iktisat sistemine verilen ad. Kollektivitizm:

Komünitaryanizm: Değer siste­mimiz ve analizmin merkezinde bireyden ziyade cemaatin, toplumun, devletin, ulusun olması gerektiğini savunan görüş ya da yak­laşım. Liberal siyaset ve ekonomi görüşüy­le, yararcı etik anlayışının özünde varoldu­ğunu savunduğu bireyciliği reddeden, ve sadece bireysel özerklik ve özgürlüğü koru­mayı ve kollamayı gözeten bir toplumda yok olup gittiklerine inandığı, kültürel veya ulusal değerler benzeri, kollektif bir doğa­ya, ortak bir öze sahip değerler ve amaçla­rın önemini büyük bir güçle vurgulayan toplum teorisi, siyaset görüşü.

Komünitaryanizm, öncelikle İnsan yaşa­mının ve İnsanın kimliğinin, İnsanlar arasın­daki ilişkiler kurumların sosyal doğasını ön plana çıkarır. 0, buna göre, soyut ve atomi­ze bireyi temele alan liberal düşüncenin tam tersine, bireyin cisimleşmiş ve sosyal hayat­ta kökleşmiş doğasının önemini vurgular. O yine, bireyin haklarını temele alıp, onu değe­rin nihai kaynağı ve dayanağı olarak gören liberalizmin tam tersine, kamusal ve komü­nal iyilerin değerini vurgularken, değerlerin cemaat hayatının veya topluluğun pratikle­rinde kökleştiğini savunur. 0, tarihsel ve bi­reysel kişinin merkezliğini vurguladığı için, kendisiyle yalnızca yalnızca liberalizm arası­na değil, fakat çeşitli Marksizmler arasına da bir mesafe koyabilmiştir.

Komünitaryanizmi ortaya çıkaran iki farklı tez vardır. Bunlardan preskriptif olan birincisine göre, İnsan hayatı cemaatin de­ğerleri, kollektif ve kamusal değerler tarafın­dan inşa edildiği ve yönlendirildiği zaman kesinlikle daha iyi, daha sağlam ve daha ni­telikli bir hayat olur. Betimleyici bir tez olan ikincisine göre ise, komünitaryanizmin ci­simleşmiş ve cemaat/gelenek içinde kökleş­miş birey anlayışı, liberal bireyciliğin atomi­ze ve soyut birey konsepsiyonundan daha doğru ve daha sağlam bir model olup, daha iyi bir gerçeklik anlayışına tekabül eder.

Komünitaryanizm işte bu temel üzerinde, günümüz koşulları veya dünyası dikkate alındığında, belirli sosyal, politik ve norma­tif düzenlemelerle değerlerin kaçınılmaz olduğunu iddia eder. Bu koşullar, kendisini atomize ve özerk bireylerden meydana gelen bir yapı olarak gören ve bu tür bir özerkliğe çok yüksek bir değer biçen bir toplumun ye­tersiz, köksüz ve olumsuz bir toplum oldu­ğunu göstermektedir. Komünitaryanizme göre, değerleri yukarıdan aşağı adeta silah zoruyla empoze eden veya bireyi devlete tabi kılan bir anlayışın da başarısız olacağını yaşadıklarımız fazlasıyla kanıtlamıştır.

Söz konusu toplum ve siyaset teorisinin etik görüşü, bireysel özerkliğe dayanan bi­reycilik ve zaman zaman da yararcılığın ter­sine, bir erdem etiğidir. Bununla birlikte cemaatçiliğin etik görüşü bir erdem ahlâkıyla sınırlı kalmaz; o söz konusu erdem etiğinin ancak ve ancak, bir geleneği olan, aynı inanç, değer ve davranış kalıpları-nı benimsemiş. içten, yüzyüze ilişkilerle bir­birlerine bağlanan İnsanların meydana getir­dikleri cemaatlerde gelişebileceği, İnsanın tam anlamıyla gerçekleşmesi için gerekli olan erdemlerin, ayırıcı bir komünal yaşam tarzına sahip toplumlarda hayata geçirilebi­leceği kabulüyle tamamlanır.

Liberal görüş ve bireyci etikle cemaatçi görüş ve erdem etiği arasındaki karşıtlığın kökeninde, bireysel özerkliğin ahlâkın özünü meydana getirdiğini savunan Kant ile, Sittlichkeit kavramıyla, bireyin bir ce­maate aidiyetinin olmazsa olmaz olduğunu öne süren Hegel arasındaki karşıtlık bulun­maktadır.

Komünizm:Sırasıyla, ütopik akılcı ve pasifist bir öğreti olarak doğa hali öğretisine, İnsanlık tarihini iyi ve kötü, ruh ve madde, aydınlık ve karanlık arasındaki bir savaş olarak yorumlayıp, özel mülkiyetin İnsanı bu dünyaya çektiğini ve materyalizme yönelttiğini savunan, alternatif olarak da her şeyden el etek çekmeyi ve çileciliği öneren Manişeizme, sınıf savaşını uygarlığın itici gücü olarak gören Marksizme, ya da üretim güçlerinin yükselişi ve gelişmesiyle ilgili ekonomi anlayışına ve dolayısıyla, ortaklaşa mülkiyet düşüncesine ve sınıf sız toplum ide­aline dayanan toplum modeline, bu düşünce ve idealle bağlantılı ideoloji.

Üretim araçlarının toplumsal ortaklığa dayalı olduğu ve özel mülkiyetin varolma­dığı böyle bir toplum, Marksist terminoloji­de, proletarya diktatörlüğüyle belirlenen bir geçiş döneminin ardından ve sosyalizmin hazırlık evresinden sonra ortaya çıkar. Marksist anlayışa göre, tam anlamıyla ko­münist bir toplumda, devlet ortadan kalka­rak, el emeğiyle entellektüel faaliyet, kent yaşamıyla kırsal yaşam arasındaki tüm fark­lılıklar yok olacak, İnsanın yabancılaşması son bulacak, onun yaratıcı-üretici gücünün gelişimine sınır çekilmeyecek ve toplumsal ilişkiler ‘herkese yeteneğine ve emeğine göre’ prensibiyle düzenlenecektir.

Öğreti düzeyi dışında çıkılıp, uygulama söz konusu olduğunda, bu ideallerin modern toplumlarda gerçekleştiril ip gerçek­leştirilemediği hususu, hep büyük bir tartış­ma konusu olmuştur. Zira komünist ülkele­rin çoğunda, şu ya da bu ölçüde özel mülkiyet olmuş, bürokrasinin ayrıcalıkla­rıyla belirlenen sınıfsal bir sistem ortaya çıkmıştır. Doğu Avrupa’yla Sovyetler Birli­ğindeki komünist yönetimlerin dramatik bir tarzda çöküşü ise, ekonomik borcun, halk desteğinden yoksun olmanın, siyasi ve ekonomik reformların yapılamamasının, ve ni­hayet ordunun desteğini çekmesinin bir sonucu olmuştur.

Konformizm:İlke olarak ya da uygulamada, çev­resinde kabul görmüş veya egemen durum­da olan davranış modellerine, düşünce tarzlarına uyan kimsenin hareket tarzı. Top­lumun değer yargılarına, geleneklerine saygı duyma, onlara karşı çıkmama, onlarla barışık olarak yaşama tavrı ya da eğilimi.

Kopernikus, Nikolaos: 1473-1543 yılları, arasında yaşamış olan, modern astronomi­nin kurucusu ünlü Polonyalı astronom.

Batlamyusun yer merkezli sistemine karşı çıkan Kopernikus, Eukleides’in çağda­şı Aristarkos tarafından geliştirilmiş olan güneş merkezli sistemi canlandırmış ve böylelikle de, bilimsel düşüncenin doğuşu ve gelişmesinde gerçek bir dönüm noktası oluşturmuştur. Dünyanın küresel olduğunu ve düzgün bir hareketle güneşin çevresinde döndüğünü matematiksel olarak kanıtlamak amacıyla Phytagoras’ın sisteminden yararlanmış olan Kopernikus, keşfinin içerdiği, yeryüzünün ve dolayısıyla İnsanın evrenin merkezinde olmadığı sonucundan dolayı, özellikle dinsel çevrelerden gelen yoğun bir muhalefetle karşılaşmıştır.

Kosmos: Canlı, iyi ve düzenli bir bütün olarak evren. Düzen, tamlık ve güzellik fikirlerini birleştiren ve aynı zamanda evren anla­mına gelen Yunanca terim. Evrenin düzeni.

Tek, birlikli bir bütün ya da sistem olarak evrenin kendisi.

Kozmogoni: Evrenin kökeni veya yaratılışıyla ilgili açıklama yada teori.

Kozmoloji: Everen bilim. Bir fenomenler toplumu olarak görülen evreni, bilimsel verilerle metafiziksel süpekülasyonu bir araya getirerek konu alan felsefe dalı.

1941 Bulgaristan doğumlu çağdaş feminist düşünün. Roland Barthes ve Jacques Lacan’ın yanında çalışmış ve bu düşünürler dışında Bakhtin’den de etki­lenmiş olan Kristeva’nın temel eserleri La Revolution du langage poetique [Şiir Dilin-de Devrim], Le Iangage, cet inconnu [Dil Denen Muamma], Atrangers a nous-memes [Kendimize Yabancıyız]’dir.Kristeva, Julia:

Başlangıçta dilbilim alanında çalışmış olan Kristeva, daha sonra semiyotik, psika­naliz ve feminizm alanında önemli bir teo­risyen olup çıkmıştır. Başka bir deyişle, o öznellikle ilgili sorunlarda eklektik ve disip­linlerarası bir yaklaşım sergilemiş ve bu çer­çeve içinde Marksist teori ve Rus formalizmini yapısalcılık ve psikanalizle bir araya getirmiştir. Metinlerarasılık kav­ramını önemli ölçüde kendisine borçlu oldu­ğumuz filozof, tıpkı Levi-Strauss ve Lacan gibi, toplumun bir sembol sistemi olduğunu, sembolik yapıların bütün hayat alanlarını doldurup yapılandırdığını savunur. Dil en önemli gösterge sistemi, sembolik dizge olup, bütün diğer sistemlere yapı kazandırır. Ve bu dünyanın fenomenleri ancak dil tarafından sembolleştirilebildiği ölçüde anlaşılacak, kendileri nüfuz edilebilecek olan fenomenlerdir.

O, dile, dilsel unsurlara anlam verme sü­recinde semiyotik ve sembolik işlemleri ve dolayısıyla, semiyotik olanla sembolik olanı birbirinden ayırır. Kristeva’ya göre, sem­bolik olan ataerkil düzeni, babanın yasasını temsil eder ve dili öğrenmeyle başlar. Ço­cukluk gelişmesinde sembolik aşamaya, Odipal aşamanın sona ermesinden ulaşılır. O işte bu aşamayı öznenin ayırım yapabil­me ve özdeşleştirme ve bunun sonucunda da yargılama gibi önemli yeteneklerin kaza­nıldığı önemli bir aşama olarak tanımlar.

Onda semiyotik olan ise, ötekinin alanını temsil eder ve bilinçdışının izlerini taşır. Bu anlamda semiyotik ifade, gerçekleşmemiş erotik hayaller ve istekleri gösterir. Bu hayal ve istekler, Kristeva’ya göre, sanat ve dinde kendilerini açık ve seçik olarak göste­rirler. Nitekim, Musevi tektanrıcılığı ve Batı sembol sistemleriyle kadınların dışlan­ması veya marjinalleştirilmesi arasındaki ilişkiyi analiz eden filozof un tanımına göre, Musevi monoteizmi “sembolik ve babacı bir benliküstü toplum” ilkesine göre kurul­muştur. O bundan dolayı, kadınları, annele­ri bastırır. Kadının bu şekilde dışlanması veya marjinalleştirilmesi, ataerkil toplumun temel karakteristiğidir. Cinsel farklılığı, başka hiçbir uygarlık, Kristeva’ya göre, bu kadar aşikar bir ilke haline getirmemiştir. Tektanrıcı birliğin iki cinsin kökten bir bi­çimde birbirinden ayrılmasına neden oldu­ğunu savunan filozof dili felsefi bakımdan sorgulayan feminist dilbilimi şiddetle eleş­tirmiştir. Ona göre, bunun arkasında doğru­luğu araştırılmamış bir transandental özne veya Kartezyen cogito vardır. İrigaray ve Cixous gibi diğer feminist düşünürlerle bir­likte, bir farklılık feminizmine yazılıp, özü itibariyle dişil olan bir söylem arayışı içine giren Kristeva, Simone de Beauvoir gibi dü­şünürlerin yer aldığı birinci kuşak feminist­lerle ikinci kuşak feministleri uzlaştırmaya çalışmıştır. O ikinci kuşak feministlerin sekter tavırlarına karşı, kadın-erkek ayırımı­nın biyolojik bir ayrımdan ziyade, metafi­ziğe ait bir ayırım olduğunu öne sürmüştür. Bir yandan da bir yeni özne teorisi üzerinde çalışan Kristeva, öznenin süreç-içinde-özne olduğu görüşünü benimsemiştir. Ona göre, özne her konuşma ediminde yeni baştan ku­rulur. Kristeva işte bu bağlamda dilsel düze­ni yıkmak ve, bütün kadınların ve erkeklerin farklı deneyimlerine olduğu kadar, cinslerin farklılığına açık olan bir özne kavramı ya­ratmak istemiştir.

Kuşkuculuk: Genel bir tavır olarak, hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmeme, her şeyi belli bir eleştiri süzgecinden geçir­me tavrı; belli bir doğruya ulaşmadan önce, kuşku duymanın zorunlu ve kaçınılmaz ol­duğunu savunan anlayış. Dogmatizmin tam karşısında yer alan bir tavır olarak kuşkucu­luk, en azından bazı şeylerin bilgisine ancak birtakım güçlüklerle ve kimi tedbirlerin sonucu olarak ulaşılabileceğini savunur.

Siyasi anlamda bürokratların ve politikacıların, yurttaşlara değil de, kendilerine hizmet ettikleri ve yurttaşların mutluluğun­dan ziyade, kendi bürokrasilerinin çıkarları­nı hesaba kattıkları gözleminin ve özellikle de F. Hayek’le irtibatlandırılan merkezi olarak planlanmış politik teşebbüslerin doğru yönlendirilemediklerine veya yeterli bilgiye dayanmadıklarıyla ilgili şüphelerin sonucu olarak, siyaset kurumunun veya po­litikacıların bir şey başaramayacağı inancı ve dolayısıyla merkezi hükümetin zayıfla­ması gerektiği düşüncesi.

Kültür: İnsan toplumun, biyolojik olarak değil de, sosyal olarak kuşaktan Kuşağa ak­tardığı maddi ve maddi olmayan ürünler bü­tünü, sembolik ve öğrenilmiş ürünler ya da özellikler toplamı.

Latince’den gelen kültür terimini günü­müzdeki anlamına yakın bir biçimde ilk kez olarak 17. yüzyılda doğal hukuk düşünürü Samuel von Pufendorf kullanmıştır. Ona göre, kültür doğaya karşıt olan ve belli bir toplumsal bağlam içinde ortaya çıkan tüm İnsan eserleridir. 18. yüzyılın sonlarında ünlü Alman filozofu Kant da kültürü aynı anlamda İnsanın kendi rasyonel ve mantıklı özünden dolayı özgürce hayata geçirebileceği amaçların, ideallerin tümü olarak tanım­lanmıştır,

Bununla birlikte, esas Aydınlanma Ça­ğında oluşan kültür kavramının gerçek yara­tıcısı ünlü Alman filozofu Herderdir. Ona göre, kültür bir ulusun, bir halk ya da toplu­luğun yaşam tarzıdır. Herderin söz konusu kültür kavrayışı, kültüre tarihsel bir boyut kazandırırken, günümüz kültür görüşüne çıkan yoldaki en önemli kilometre taşını meydana getirir. Nitekim, antropolog E. B. Taylor 1871 yılında kültürü, bilgileri, inanç­ları, sanatı, ahlâki, yasaları, gelenekleri, ve bir toplumun üyesi olarak İnsanın edindiği bütün öteki eğilim ve alışkanlıkları içeren kompleks bütün olarak tamamlamıştır.

İktisadi üretim ve mübadele sistemini, akrabalık ve aile örgütlenmesi dizgesini, siyasi ve dini örgütlenmeyi, günlük yaşam kurallarını, ahlâk ve adalet sistemini, dili ve efsane, sanat, felsefe, ve hatta bilim üretimi­ni ihtiva eden bir şey olarak, bütün tarihsel ve evrensel boyutuyla kültür tanımı, bunun­la birlikte kültürü uygarlıktan ayırmaya yet­meyen, oldukça genel bir kültür kavrayışına tekabül eder. Anglo-Sakson dünyada çok yaygın olan söz konusu kültür/uygarlık öz­deşliği, Alman düşüncesinde Kultur ve Zivi­lisation ayırımıyla daha sağlıklı bir biçimde karşılanır. Buna göre, kültür veya tinsel kül­tür semboller ve değerleri ifade ederken, uy­garlık ya da maddi kültür teknolojiyi, iktisat ve toplumsal hayatı kuran tüm faaliyetleri tanımlar. Şu halde, kültür genel bir biçimde ve uygarlıkla eşanlamlı olarak, İnsan türü­nün hayatını, yaşam tarzını tüm diğer yaşam tarzlarından ayıran unsurlar bütünü diye ve daha özel olarak da, bir uygarlığı meydana getiren değerler toplamı şeklinde tanımlanabilir.

Bu bağlamda, farklı değer ya da kültürle­re sahip toplumsal veya etnik gruplar ara­sındaki doğrudan ve sürekli temasın sonu­cunda, gruplardan biri veya diğerinin ya da her ikisinin birden diğer grubun kültürünü, kültürel özelliklerini toptan veya kısmen be­nimsemesi sürecine kültürlenme adı verilir. öte yandan, bir toplumun kendi kültürünü, kültürel değer ya da özelliklerini üyelerine aktarma sürecine, toplumu meydana getiren bireylerin, toplumun istek ve beklentilerine uygun olarak etkilenmesi ve değiştirilmesi işlemine kültür! eme denmektedir.

Aynı bağlamda ve yaklaşık olarak aynı anlam içinde, bir toplumsal gruba ait olan bilginin, yerleşik söylemlerle semboller dü­zeninin diğer kuşaklara iletilmesi süreci kül­tür aktarımı diye tanımlanır. Yine, özellikle kültürlenme söz konusu olduğunda, bir kül­türel grubun üyelerinin başka bir kültürle temas içine girdikleri zaman kendi kültürle­rini ya da geleneksel kültür değerlerini tüm­den ya da bir bölümüyle yitirmelerine kül­türsüz!eşme veya kültür yitimi denir. Aynı şekilde, bir İnsanın kendi kültürüne yabancı bir kültür, tümden farklı bir değerler ve normlar sistemi içine girdiği zaman, yaşadı­ğı yolunu kaybetmişlik, şaşkınlık veya yön­süzlük duygusuna kültür şoku adı verilmek­tir.

Öte yandan, modern toplumlarda, farklı, hatta çoğunluk rekabet halindeki kültürler ve alt kültürlerin varlığı dikkate alındığında, kendi kültür değerlerini, davranış veya yaşam tarzını ve dilini, sahip olduğu siyasi ve iktisadi güç sayesinde, diğer kültürlere empoze edebilen kültür hakim kültür diye tanımlanır.

Kültürel: 1- Kültürle ilgili 2- Tinsel ya da manevi kültüre, bir topluluğun hayat tarzına ilişkin olan; 3- Doğuştan getirilen veya biyo­lojik olarak miras alınana karşıt olarak, sos­yal bir biçimde aktarılan veya içinde yaşanılan toplumsal durumdan kaynaklanan; 4- Varolan kültürü geliştirmeyi, yaygınlaştır­mayı amaçlayan şey ya da şeyler için kulla­nılan sıfat.

Buna göre, kültür üretimiyle uğraşan veya sanatsal, düşünsel ve bilimsel çalışma­ların sürdürüldüğü, himaye edilip desteklen­diği veya geliştirildiği örgüt ve ortamla ilgi­li unsurlara, veya kültürün toplumsal çevreye sunulmasına veya yayılmasına imkan veren araçlar ya da aletler sistemine kültürel aygıt adı verilmektedir. Yine aynı bağlamda ve Fransız düşünürü Baudrillard tarafından betimlenen postmodern dünyada, dinleyici ve alıcı kitle için toplumsal anlamlar ile kültürel formların kaynağı olduğu öne sürülen televizyon kültürel forum diye tanımlanır.

Yine aynı genel çerçeve içinde, birbirle­riyle rekabet halindeki toplumsal çıkarların anlamlar bağlamında sergilenen mücadele­sinin vuku bulduğu ortam ya da arenaya kültürel alan adı verilmektedir. Buna kar­şın, söz konusu kültürel alan içinde kendile­rine bir yer bulan kültürel unsur, değer, fikir ve formların süreklilik kazanmaları durumu ‘ise kültürel yeniden üretim diye tanımlan­maktadır.

Öte yandan, kültür unsurlarını, kültürel değerleri veya belli kültür formlarını alımla­yabilme kapasitesine, şu ya da bu kültürel ifadeye erişebilmek için gerekli maddi, ama daha ziyade tinsel altyapıya sahip olma du­rumuna kültürel yeterlilik denirken, söz ko­nusu unsur, değer ve formları alımlayacak durumda olmamaya, eğitim sisteminde arzu edilen başarıyı sağlayacak gerekli dil form­larına ve bilgi türlerine sahip olamama haline kültürel yoksunluk adı verilmektedir. Yine aynı bağlamda, mevcut statünün, halihazırdaki siyasi iktidarın varoluşunu ve sürekliliğini meşrulaştıran çok çeşitli dilsel ve kültürel yeterlilikler bütünü, bilgi, fikir ya da örtük kabuller toplamı ise, tinsel zen­ginlik veya servet anlamında, kültürel ser­maye olarak tanımlanmaktadır. Buna karşın, toplumda, kendilerine yüksek bir değer izafe edilen hedef, ideal ya da amaçları kü­çümseme, onları bir türlü benimseyememe durumuna da kültürel yabancılaşma denir.

Yine, kültür unsurlarında, kültürün maddi ve tinsel bileşenlerinde meydana gelen değişimlere kültürel değişme adı veri­lirken, teknolojideki, kültürün maddi unsur­larındaki değişmenin, tinsel ya da manevi unsurlardaki değişmeden çok daha hızlı olup, ikisi arasında bir boşluğun ortaya çık­ması durumu kültürel gecikme olarak tanımlanır.

Kültürel bircilik: Farklı bir ırktan olan azınlıkların, etnik ve dini azınlıkların hakim kültür içinde eritilmesi ya da hakim kültüre asimile edilmesi gerektiğini zira birci ve bütünsel bir sistem içinde çatışma ve savaş olasılığının, çoğulcu bir sisteme kıyasla daha azaldığını, öne süren toplum felsefesi görüşü.

Kültürel görecilik: Genel olarak, ilkel ve modern kültürlere ilişkin araştırma­lardan, eşdeyişle antropolojiden hareketle, a) geleneklerin, yaşam biçimlerinin, tabula­rın, dinlerin, değerlerin, ahlâkların, günde­lik alışkanlık ve tavırların bir kültürden di­ğerine farklılık gösterdiklerini, b) İnsan var­lıklarının ahlâki inanç, tavır ve değerlerini temelde kültür çevrelerinden kazandıklarını, İnsanların kendi kültürlerinde toplumsal ola­rak kabul gören ya da kutsanan değerleri iç­selleştirdiklerini, ve c) farklı kültürlerdeki İnsanların, yalnızca tek bir ahlâkın varoldu­ğuna değil, fakat aynı zamanda tek doğru ahlâkın kendi ahlâkları olduğuna inandıkla­rını savunan anlayış.

Kültür endüstrisi: Po­püler kültürü, yani radyo, televizyon, kitap, magazin ve gazeteleri popüler müziği mey­dana getiren tüm faaliyet ve düzenlemelerle, kültürel organizasyonları ve bu arada kültü­rün standartlaşmasını dile getirmek için kul­lanılan genel terim.

Kültür endüstrisi terimi, bu tür endüstri­lerin kapitalizmin egemenliğini pekiştirip güçlendirmek için kullanıldığını savunan Frankfurt Okulu düşünürlerinde büyük bir önem kazanmıştır. Buna göre, Frankfurt Okulu düşünürleri, kültür endüstrisinin ön­celikli amacının, bireyin kapitalizmi benim­semesini kolaylaştırmak olduğunu öne sü­rerler. Yine, kültür endüstrisinin olumlayıcı kültürü, günlük yaşamın sorumluluğundan, ağır ve sıkıcı işlerinden çok az bir çaba ile geçici bir kaçış sağlayarak, oyalarıma ve zi­hinsel uzaklaşma yaratır.

Kültür endüstrisi, bu amaca ulaşmak için birtakım standardizasyon teknikleri kullanır sıradan tepki mekanizmaları geliştirir, sözde bir bireysellik için uygun yollar ortaya koyar. Bununla birlikte, Frankfurt Okulu mensuplarına göre, kültür endüstrisinin sun­duğu kaçış gerçek bir kaçış değildir, zira onun sağladığı kaçış ve dinlenme, İnsanları yalnızca yaşamI arındaki temel baskılardan uzaklaştırmaya ve çalışma azimlerini yeni­den yaratmaya hizmet eder.

Öte yandan, kültür endüstrisi milyonlarca İnsanı hedef alırken, örneğin Adorno’ya göre, onları bir hesap kitap nesnesine, kültü­rel makinenin sıradan bir dişli ya da eklenti­sine indirger. Buna göre, kültür endüstrisin­de müşteri kral ya da velinimet değildir; müşteriler kültür endüstrisinin öznesi değil, fakat nesnesidirler. Yine, kültür endüstrisin­de, pazar için üretim kültür ürünlerini stan­dardize eder ve estetik formları asgari bir müştereğe indirger.

Küreselleşme: Modernizasyon sürecinin bir parçası olarak özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinde ve doğu bloğunun yıkılmasından sonra tek kutuplu bir dünyada zuhur eden kültürel sistemine, dünyanın somut bir biçimde tek bir bütün olarak yapılaşması sürecine verilen ad.

Küreselleşme ya da global kültür, bütün dünyayı kuşatan çok geniş kapsamlı bir en­formasyon sisteminin varoluşu, küresel tü­ketim modellerinin doğuşu, kozmopolit yaşam tarzlarının gelişimi, Olimpiyat Oyun­ları ve Dünya Futbol şampiyonaları benzeri global spor etkinliklerinin varlığı, dünya tu­rizminin yayılışı, ulus devletinin egemenli­ğinin zayıf laması, bütün bir gezegeni tehdit eden ekolojik krizin farkına varılması, sınır tanımayan ekonomik ve ticari etkileşimin hızlanması, Avrupa Uluslar Topluluğu ve Birleşmiş Milletler gibi teşkilatların ve tüm dünyayı etkileyen politik sistemlerin doğuşu, Marksizm veya liberalizm benzeri glo­bal politik hareketlerin gelişimi, İnsan hak­ları kavramının sinir tanımayan yayılımı, kültürler arasındaki karşılıklı ilişkilerin bütün dünyayı etkileyen boyutlara varması­nın sonucu olan bir süreç ya da olgu olarak tanımlanır.

 
 
Bugün 1 ziyaretçi (2 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol