FELSEFE SÖZLÜĞÜ
F
Fabyanizm: Bir grup İngiliz sosyalisti tarafından geliştirilen ve kapitalizm içinde başlayıp sosyalizme dek süren gelişmenin sürekliliğini savunan öğreti.
Fabyanizm, Marksizmin sosyalizmin doğuşunu, işçi sınıfının giderek artan sefaletiyle temellenen bir devrime bağladığı yerde, işçilerin 19. yüzyılda, yoksullaşmadıklarını, tam tersine ekonomik durumlarının iyileştiğini ve gelecekte daha da iyileşeceğini savunmuş ve 19. yüzyılın toplumsal reformlarını sosyalizmini, kapitalist toplum çerçevesi içindeki başlangıcı olarak değerlendirmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere, Fabyanizm, devrim yoluyla değil de, aşamalı olarak gerçekleşecek bir sosyalizmin savunucusu olmuştur.
Farabi: 870-950 yılları arasında yaşamış olan İslam düşünürü. Asıl adı Ebu Nasr Muhammed ibn Uzluğ Tarhan olan Farabi’nin felsefe açısından büyük başarısı veya önemi, onun İslam kültüründe felsefeyi en tepe noktaya çıkarmasından ve felsefeyi İslam teolojisinden kesin olarak koparmasından ya da vahyi şu ya da bu ölçüde veya da olsa felsefeye tabi hale getirmesinden meydana gelir.
Eserleri: 1- Aristoteles mantığı ve Yunan felsefesini Arapça’ya aktaran, açıklayan ve yorumlayan risale ve kitaplarla, 2- Özellikle mantık, metafizik ve siyaset felsefesi alanındaki kendi özgün görüşlerini serimleyen yapıtlar olmak üzere ikiye ayrılan Farabi’nin en önemli kitapları arasında Ihsa el-UIum (Bilimlerin Sayımı], Kitab’ül Cedel [Diyalektik], Kitab el-Burhan (İspata dair Kitap], Tahsil ‘üs Sa’ade [Mutluluk Sanatı], Medinetü’l Fazıla [Erdemli Toplum], Fusulül Medeni (Siyaset Felsefesi) sıralanabilir.
Farklılık politikası: Ötekinin varlığını ve özgüllüğünü reddeden, kadını erkeğin yokluğu ve eksikli ötekisi olarak olumsuz bir biçimde tanımlarken, Batılı olmayan boyları yok sayan veya onların farklılıklarını tanımayıp, diğer kültürleri Batı uygarlığının adi yansımaları diye değersizleştiren Avrupa veya erkek merkezci yaklaşıma karşı, postrnodernizm ve feminizm tarafından geliştirilen ve ötekinin farklılığını, özgünlük ve özgüllüğünü olumlamaya dayanan yaklaşım ya da strateji.
Böyle bir strateji, her şeyden önce Batı düşüncesinin özdeşliğe, neredeyse farklılığı yok saymak pahasına, imtiyazlı bir yer verdiğini öne sürer. Bu tavrın temelinde ise, aynı Batı düşüncesinde Platon’dan beri hakim olan bir ‘mevcudiyet metafiziği’ yer almaktadır. Fakat farklılığı kutsayan bu yeni ve postmodernist yaklaşıma göre, fazlasıyla problematik olan şey, bulunuş metafiziği ve dolayısıyla da, özdeşlik lehinde bir tercihin, kaçınılmaz olarak birtakım toplumsal ve pratik boyutları olmasıdır. O cinsel ya da ırksal farklılıkları göremez. Göremediği gibi, kendisiyle bir ve aynı olmayanı, kendisinden farklı olanı doğallıkla ya yok sayar, ya da kendisine benzetir veya kendisine tabi kılıp baskı altında tutar.
Faşizm: 1- Birinci dünya savaşını izleyen yıllardaki toplumsal ve ekonomik krizlerin sonucu olan milliyetçi ve otoriter politik harekete, saldırgan bir ulusçuluğu, tutkulu bir demokrasi karşıtlığıyla birleştiren ve üstün güçleri olan bir liderle seçkin bir grubun yönetimde bulunmasını isteyen siyasi yönetim modeli.
Fichte’nin milliyetçiliğine, Carlyle’ın seçkinciliği ve Nietzsche’nin üstün insan düşüncesiyle George Sorel’in görüşlerine dayandığı için, bir teoriden ziyade bir inanca karşılık gelen faşizm, milliyetçilik, komünizmden duyulan nefret, demokratik siyasete karşı güvensizlikten başka, tek partili bir devlete duyulan bağlılıkla karizmatik liderlere duyulan inancı içerir.
Faşizmin iki temel öğesi vardır: Bunlardan birinci unsur, milletin en yüksek değer olduğu inancından oluşur. Milletin gücü. refah ve mutluluğunun, onu meydana getiren bireylerin istek ve ihtiyaçları karşısında. mutlak bir önceliği vardır. Millete hizmet etmek, ve gerektiği zaman, onun için ölmek, bireyin en büyük ödevidir. İkinci olarak, etkili ve güçlü bir millet, bireylerin iradelerinin, üstün bir liderde cisimleşen, somutlaşan birliğidir. Liderin, inançlarından ve kararlarından uzaklaşıp, ayrılmanın olanaksız olduğu partisi, toplumsal yaşamın tüm boyutlarını kontrol altında tutmalıdır.
2- Öte yandan, faşizm, ekonomik bir açıdan ve Marksist terminoloji içinde, siyasi iktidar yolunu işçi sınıfına kapatan burjuvazinin diktatoryası olarak da tanımlanabilir.
Faşizm, bir yönetim biçimi ya da modeli olduğu kadar, aynı zamanda bir yaşam tarzı, daha doğrusu bir mizaç ya da bakış açısıdır. Buna göre, faşist bakış açısının en belirgin özelliği irrasyonalizmdir. Batı’nın rasyonel geleneğine şiddetle muhalefet eden faşizmin psikolojisinde, kuşkucu, eleştirel düşünce yerine, fanatizm egemen olur. Bünyesinde barındırdığı bu irrasyonalizm nedeniyle, faşizmi (ırk, parti dogması, liderin karizması veya kişiliği benzeri) tabu konuları vardır.
Faşizm yine insanların eşit olduğu fikrini reddeder ve eşitsizliği bir olgu olarak kabul etmekle kalmayıp, bir ideal haline getirir. Öte yandan, faşist yaklaşım ya da davranışın yapısının şiddet olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. İrrasyonalizmi ve davranışın evrensel olarak kabul görmüş standartlarını reddetmesi nedeniyle, faşizm amaca giden yolda her aracı mübah sayar. Yine, aynı nedenle, faşizm bireyi devlete kurban eder. Başka bir deyişle, faşist anlayışta devlet amaç, birey de araçtır. Buradan da anlaşılacağı üzere, faşist devlet kendi dışında hiçbir değerler bütünü ya da toplumsal birlik tanımayacak derecede totaliterdir.
Eşitsizlik ve şiddetin faşizan kabulü, doğal olarak yönetimin hem teorik ve hem de pratik olarak bir elitin elinde olacağı sonucunu doğurur. Faşist anlayışa göre, bazı insanlar yönetmek, diğerleri de itaat etmek için doğmuşlardır. Faşizm, sadece bir sistem, bir yönetim tarzı olmakla kalmayıp, aynı zamanda bir yaşama tarzı olduğu için, toplumsal etkinliğin hemen tüm alanlarında, tartışmadan ziyade, otoriteyi kullanır. Faşizm bu bağlamda antifeministtir ve aile içinde güçlü bir baba otoritesini destekler.. Okullarda disiplin, çocukların kafalarına ve yüreklerine sokulan en yüce değerdir. Sanayide de otorite, emekle sermaye arasındaki serbest pazarlığın yerini alır. Otoritenin önemini vurgulayan faşizm, yalnızca emretmek isteyenleri değil, fakat itaat etmek özlemi duyanları da cezbeder. Her toplumda, kendi başına düşünüp, karar ve sorumluluk almak yerine, birinin peşinden gitmek ve ona boyun eğmek isteyenler vardır ve faşizmin yayılmasındaki başlıca psikolojik koşullardan biri özgürlükten kaçıştır.
Uluslararası alanda ise, ırkçılık ve emperyalizm eşitsizlik ve şiddetin iki temel faşist ilkesini ifade eder. Tıpkı millet içinde lider ya da elitin geri kalanlara üstün olması ve iradesini onlara şiddet yoluyla kabul ettirebilmesi gibi, elit ulusun diğerlerine üstün olduğu kabul edilerek, onları yönetme yetkisi-ne sahip bulunduğu düşünülür. Faşizm, bu bağlamda, uluslar arasında eşitlik olduğu ilkesine dayanan uluslararası teşkilatlara ve bu arada dünya barışına karşıdır.
Felsefe: Yunanca seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum’ anlamına gelen phileo ve ‘bilgi, bilgelik’ anlamına gelen sophia sözcüklerinden türeyen terimin işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disiplin.
Buna göre, felsefe Yunanlılar için, ‘bilgelik sevgisi’ ya da ‘hikmet arayışı’ anlamına gelmiştir. Başlangıçtaki bu özgün anlama göre, her türden bilimsel araştırmacıya filozof adı verilmiştir.
Başlangıçtaki söz konusu anlamına rağmen, felsefenin bir tanımını vermek oldukça zordur. Bunun en önemli nedeni, hemen bütün felsefe tanımlarının tartışmalı olmasıdır. Bu ise büyük ölçüde felsefe denen faaliyet ya da disiplini anlamının, veya felsefe anlayışlarının tarihin akışı içinde çağdan çağa, hatta filozoftan filozofa kökten bir biçimde değişmesidir. Örneğin, Platon ve Platoncular için felsefe, empirik gerçekliği değil de, idealar alemini, soyut kendilikler dünyasını betimleyen ve bütün doğruları nihai ilkelerden çıkarsamak suretiyle temellendiren a priori bir disiplindir. Oysa Aristoteles’te felsefe, gerçekliğin daha genel yönlerini betimlediği için, bilimlerin bir devamı olmak durumundadır. Felsefe bilimlerin ya kraliçesi, ya da onların önündeki engelleri ortadan kaldırdığı için, ağır işçisidir.
Ortaçağda dini inançları temellendirmek için, teolojinin hizmetkarı olma görevini üstlenen, başta ilahi gerçeklik ve onun dünya ile olan ilişkisi olmak üzere, yine gerçekliği betimleyen felsefe, empiristlerin, ama özellikle de J. S. Mill ve W. O. Quine gibi radikal empiristlerin gözünde de, diğer bütün disiplinler gibi, gerçekliği betimleyen bir etkinlik olmak durumundadır.
Felsefenin anlamı ve göreviyle ilgili bu mutabakatı bozan filozof, ünlü Kopernik devrimiyle Kant olmuştur. Zira ona göre, felsefenin nesnelerden ziyade, nesneleri bilme tarzımızla meşgul olması gerekir. Başka bir deyişle, Kant, bilimin gerçekliği betimlediği yerde, felsefenin şu ya da bu türden nesnelerle, Platon ‘un varoluşunu öne sürdüğü cinsten kendiliklerle uğraşmadığını savunmuştur. Felsefe, bunun yerine dış dünyadaki nesneleri deneyimleyebilmemizin veya bilebilmemizin zorunlu önkoşullarını araştırır.Bir de bunları bir şekilde tamamlayan, bilimin kendine özgü bir teknolojik, kültürel mana kazandığı 19. yüzyılın felsefe konsepsiyonlarından, bilime, bilimlere dayanan bilimsel felsefeyle dünyayı ve insanın dünyadaki yerine ilişkin genel bir görüş, bir dünya görüşü olarak felsefe anlayışından söz edildiğinde, herhalde felsefenin özü itibariyle rasyonel bir eleştirel düşünce, dünyanın genel doğasıyla (metafizik ya da varlık teorisi), dünya ile ilgili inançların mahiyeti ve haklılandırılması (epistemoloji) ve dünyamızdaki eylem tarzımız üzerine sorgulayıcı ve de refleksif bir düşünce etkinliği olduğu söylenebilir.
Buna göre, felsefenin konusu ‘nihai ve en yüksek şeyler’, genel olarak varlık, bir bütün olarak evrenin kendisini ya da insanın eylemlerini, yaşamını ve yazgısını en temelli bir biçimde etkileyen şeylerdir. Varlığı bir yönüyle ya da belli bir bakımdan ele alan bilimlerden farklı olarak, felsefe, varlığı bir bütün olarak ele aldığı, varlığı varlık olmak bakımından incelediği, olanı betimleyen bilimlerden farklı olarak olması gerekene yöneldiği için, konularına uygun düşen yöntem ya da yöntemleri kullanır.
Buna göre, felsefenin konuları arasında yer alan şeyler, duyuların ya da duyusal kavrayışın çok ötesinde kaldığı için, felsefe duyuları kullanmaktan özenle kaçınır. Felsefe saf düşünceye, refleksiyona dayanır ve a priori bir araştırmadır. Buna göre, felsefe bir kavram analizinden oluşur ya da kavramsal analiz temeli üzerinde yükselir. Öte yandan, felsefe ulaştığı sonuçları kanıtlamak için, belirli ve kesin birtakım işlem ya da yöntemler kullanmaz.
Felsefe bilimle kıyaslandığında, bilimin dünyada yer alan şeyleri betimlerken, felsefenin onları sınıfladığını söylemek gerekir. Bilim bilgi verirken, felsefe bilginin ne olduğunu, neyi ve nasıl bilebileceğimizi araştırır. Öyleyse, felsefe varolan şeylerle ilgili olarak akla dayalı bir açıklama sağlar; bilimlerin ayrı ayrı ele aldığı olgu sınıflarının tümünü birden açıklayacak en genel ilkelere ulaşmaya çalışır. Bu anlamda felsefe, varlığın ilk ilkelerinin bilimidir. Özel bilimlerden kazanılan tüm bilgilerin eleştirisini ve sistematizasyonunu gerçekleştiren en genel bilim, bilimlerin bilimidir. Ve nihayet, felsefe insanın yaşamını, değerlerini ve amaçlarını sorgulayan, bu alanda insan yaşamının ve eylemlerinin kendilerine dayanacağı genel ilkelerin bilgisidir.
Felsefe bir faaliyet, bir düşünce faaliyetidir. İnsanın soru sorabilme yeteneğine dayanır ve bu bağlamda, o belirli türden sorular hakkında belirli bir türden düşünme faaliyetidir. Felsefeyi tüm diğer disiplinlerden ayıran en önemli özelliği, felsefenin bu türden sorular üzerinde düşünürken, mantıksal argüman ya da akıl yürütmeye dayanmasıdır. Buna göre, filozoflar, bu mantıksal akıl yürütmeleri ya kendileri yaratırlar ya da başkalarının akıl yürütmelerini eleştirirler. Filozoflar, aynı zamanda bu akıl yürütmelerin temelinde bulunan kavramları analiz eder ve açıklığa kavuştururlar.
Filozoflar, insan yaşamını ilgilendiren her şey hakkında akıl yürütebilir, her şeyi felsefi bir problem konusu yapabilirler. Filozoflar, örneğin bizim apaçık ve doğru olduklarına inandığımız inançlarımızı sorguya çekerler. Yaşamın anlamını meydana getirdiğini söylediğimiz temel sorular üzerinde dururlar. Dinle, Tanrı’nın varoluşuyla, doğru ve yanlışla, dış dünyanın varoluşuyla, bilginin kaynağı ve sınırlarıyla, bilimle, sanatla ve daha birçok konuyla ilgili sorular üzerinde akıl yürütüp, bu sorulara genel geçer ve nesnel yanıtlar getirmeye çalışırlar.
Felsefenin değeri: Felsefenin çok eşit1i fonksiyonlarının bir sonucu olarak önem kazanıp değerli olması durumu.
Felsefe sözcüğünü işitir işitmez birçok insanın ilk tepkisi, biraz da alaycı bir dille felsefenin hiçbir işe yaramadığını söylemek olur. Felsefeden maddi değerlerin ve zenginliklerin meydana getirilmesine, maddi anlamda refahın oluşturulması na doğrudan doğruya katkıda bulunması, elbette beklenemez. Fakat, maddi zenginlik ve refahın insan tarafından bir değer cetvelinin en tepesine yerleştirilen bir şey olmadığı unutulmamalıdır. Zira, insanlar maddi bakımdan refahı ve maddi değerleri bizatihi kendileri için değil de, mutluluğa götüren yolda birer araç oldukları için isterler.
Bu bağlamda, felsefe de, mutluluk amacı için bir araç olabilir. Nitekim, her insan maddi zenginliklere sahip olmaktan haz duymaz, bazıları da düşünmekten, insan yaşamının anlamını araştırmaktan, gerçekliği temaşa etmekten haz alır. Bu hazza yabancı olan insanlar bile, onun nitelik yönünden birçok hazdan çok daha üstün olduğunu teslim etmekten geri kalmamışlardır. Demek ki, felsefe her şeyden önce insana haz verir. İnsan varlığının bir beden kadar bir ruha da sahip olduğunu, insanın gerçek amacına yalnızca bedensel isteklerini karşılamakla kalmayıp, ruhsal ihtiyaçlarını da giderdiği zaman ulaşabileceğini unutmazsak, bu durum daha açık hale gelir. İnsanın ruhsal ihtiyaçlarının en başında ise, merakını giderme, öğrenme, evreni ve kendisini anlama, şu dünyada geçen yaşamını anlamlandırma isteği vardır. Bu isteği ise, yalnızca felsefe karşılayabilir.
Felsefe, şu halde, bireysel düzlemde, bireyin yaşamında önemli birtakım işlevler gerçekleştirir. Çünkü, felsefe her şeyden önce insan olarak varoluşumuzun anlamıyla ilgili bazı temel soruları ele alır. İnsanlar, yaşamlarında zaman zaman ‘Niçin bu dünyadayım? ‘Yaşamımızın bir amacı var mı?’, ‘Bir şeyi doğru ya da yanlış kılan nedir?’, ‘Zihin bedenden farklı mıdır?’, ‘Ölümden sonra insana ne olur?’ türünden felsefi sorular sorarlar. İçimizden her birinin bu felsefi sorular üzerinde düşünmesinde, varoluşumuzu anlamlandırmak açısından büyük yarar vardır. Nitekim Sokrates incelenmemiş, sorguya çekilmemiş bir yaşamın yaşanmaya değer olmadığını söylemiştir.
İnsan, vahşilerden farklı olarak akıllı bir varlıktır ve bu özelliği dolayısıyla yaşamını birtakım ilkelere, temel kabullere dayandırır. Yaşamın kendisine dayandığı ilkeleri, temel kabulleri hiç sorgulamadan gerçekleştirilen bir varoluş sıradan ve temelsiz bir varoluştur ve böyle bir yaşam sürmek, hiç servisten geçirilmemiş bir arabayı kullanmaya benzer. Arabanın şimdiye kadar freni hiç bozulmamış, tekeri patlamamış, yağı bitmemiş ve de motoru sağlam olabilir. Fakat bu, onun gelecekte de her bakımdan iyi ve sağlam olacağı anlamına gelmez. Benzer şekilde, insanın yaşamını kendilerine dayandırdığı ilke ve kabuller gerçekten de sağlam ve doğru olabilir, bununla birlikte, bu ilke ve kabullerin sağlam ve doğru oldukları, ancak ve ancak bu kabuller felsefe yardımıyla bir eleştiri süzgecinden geçirildikten, enine boyuna irdelendikten sonra bilinebilir.
Felsefe, bundan dolayı bu dünyadaki yaşamımızda, yolumuzu kaybetmememizi sağlayan, bizi gereği gibi yönlendiren en önemli araçtır. Ünlü çağdaş filozof Ludwig Wittgenstein insanın bu dünyadaki durumunu bir şişe içindeki sineğin durumuna benzetmiştir. Wittgenstein ‘a göre, şişenin içine sıkışmış olan sinek şişeden dışarı çıkmak ister, fakat bunu nasıl başarabileceğini bilmez. İşte, felsefenin işlevi ve amacı sineğe şişeden nasıl çıkacağını göstermektir. Wittgensteun’in yapmış olduğu benzetmeye göre, biz insan varlıkları bu dünyadaki yaşamımız sırasında, zaman zaman kendimizi kapana kıstırılmış hisseder ve yolumuzu bulmakta güçlük çekeriz. İşte felsefe, biz insan varlıklarının kapana kıstırılmışlık duygusundan kurtulmamızı sağlamak suretiyle, yönümüzü bulmamıza yardım eder.
Felsefe, bundan başka, insana birçok konuda doğru ve açık seçik düşünebilmeyi öğretir. Felsefi düşüncenin yöntemleri, insana hemen her konuda akıl yürütebilmesi için gerekli temelleri hazırlar. Böyle bir düşünce türü, insanın bir probleme birçok yönden bakabilmesini, sorunlara önyargısız yaklaşabilmesini, hiçbir şeyi mutlaklaştırmayıp, her şeyi eleştiri süzgecinden geçirebilmesini sağlar.
Felsefe, genel bir düzlemde veya toplumsal platformda da çok önemli hizmetler sağlar. Günümüzde, kimi eksiklerine karşın, demokrasinin en iyi yönetim biçimi olduğu hemen herkesçe kabul edilmektedir. Felsefe, bu bağlamda bir yönetim biçimi olarak demokrasinin gelişmesine ve işleyişine önemli katkılar yapar. Zira, demokrasi en iyi bir biçimde, insanlar eleştirel bir bakış açısına sahip oldukları, iyiyle kötüyü, gerçek ve sağlam akıl yürütmeyle demagojiyi birbirinden ayırabildikleri zaman, tüm iddialar için delil ve dayanaklar aramayı, olan biteni farklı yönlerden görebilmeyi, daha iyi ve doğru olmak için kendilerini ve başkalarını sorgulayabilmeyi öğrendiklerinde; ve bağnaz olmayıp, önyargısız ve hoşgörülü olabildikleri zaman, yürür. İnsanlara bu temel alışkanlıkları ve erdemleri kazandıracak ve onları geliştirecek olan da yalnızca felsefedir, felsefi bir bakış açısıdır.
Yine toplumsal düzlemde, felsefenin onun adını hiç işitmemiş olanların yaşamları üzerinde bile doğrudan bir etki yaptığı unutulmamalıdır. Felsefe, dolaylı yoldan yazılı eserler, medya ve sözlü gelenek aracılığıyla dünyaya ilişkin bakış açımızı etkiler. Örneğin, Hıristiyanlığın ve İslâmiyetin bir din olarak biçimlenmesinde felsefenin çok büyük bir rolü olmuştur. Aynı şekilde, siyaset alanında felsefi kavram ve fikirlerin etkisinin büyük olduğunu söylemek gerekir. Örneğin, Amerikan Anayasası çok büyük ölçüde İngiliz filozofu John Lock”un siyaset konusundaki fikirlerinin sonucudur ve Jean Jacques Rousseau’nun düşünceleri de Fransız Devriminin doğuşunda küçümsenmeyecek bir rol oynamıştır. Yine, Karl Marx ve Friedrich Engels’in düşünceleri dünyada son elli altmış yıl içinde kurulmuş olan sosyalist yönetim biçimlerinin gerekli fikri temellerini sağlamıştır.
Felsefenin disiplinleri: Felsefeyi meydana getiren, felsefeyi belirleyen temel disiplinler, felsefenin alt dalları. İnsan yaşamında birçok işi ve işlevi birden gerçekleştiren felsefenin söz konusu çok işlevliliğine dikkat çekmek için, Wittgenstein felsefeyi bir alet kutusuna benzetmiştir. Tıpkı farklı aletler içeren bir alet kutusunu birçok farklı işte kullanmamız gibi, felsefe de, aynı anda birçok işlevi yerine getirir.
1- Felsefenin birçok farklı iş ve işlevi gerçekleştirmesi, insanın ve insan yaşamının zenginliğinin, onun gündelik yaşamının doğurduğu problemlerin ve tecrübelerin karmaşıklığının bir sonucudur. Bundan dolayı? felsefenin birinci işi, bize nasıl eylememiz gerektiği konusunda yardım etmektir. Biz insanlar kendi kişisel yaşamlarımızda doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, ahlâksal olanı ahlâki olmayandan ayırmak ve yapmamız gereken şey ile yapmamamız gereken şey arasında mutlak bir ayırım ortaya koymak isteriz. Aynı şekilde, en iyi ve en mutlu bir yaşamın neden meydana geldiğini merak eder, mutluluğa erişmek için çabalarız. İşte, bize konuda yardım edecek olan felsefe disiplini, etik ya da ahlâk felsefesidir.
2- Öte yandan, zorunlu olarak bir toplum içinde yaşadığımıza ve başka insanlarla ilişki içinde bulunduğumuza göre, hayatımızın niteliği kaçınılmaz bir şekilde başkalarının davranışlarından etkilenir. Bu bağlamda, belli bir yönetim biçiminin oluşturduğu temel üzerinde, bireyleri barış ve işbirliği içinde olan bir toplum için birtakım kural ve genel yasaların gerekli olduğunu farkederiz. Bize bu konuda yardım eden felsefe ise, siyaset felsefesidir. Söz konusu felsefe türü, farklı yönetim tarzlarını, hangi yönetim biçiminin diğerlerinden daha iyi olduğunu ve yasaların temellerini araştırır.
3- Nihayet, düşüncemiz genişleyip, kendimizin ve içinde yaşadığımız toplumun sınırlarını aştığımızda. bu kez evreni, bu dünyadaki yaşamımızı, bu yaşamdan sonrasını, evreni ve bu dünyadaki varoluşumuzun bir Tanrı’yla olan ilişkisini ele alır ve din felsefesinden yardım isteriz. Felsefenin bu dalı, buradan da anlaşılacağı gibi, Tanrı’nın varoluşu, insanın bu evrendeki yazgısı gibi konuları ele alır.
4- Dördüncü olarak, zaman zaman yeni kavrayışlar kazandığımız, neyi bilip neyi bilmediğimiz, neye doğru dediğimiz ve neleri bilip neleri bilemeyeceğimiz üzerinde düşündüğümüz olur. Bu konularda ise, bize bilgi felsefesi ya da epistemoloji yardım eder.
5- Son olarak, gerçekten var ve birincil olanın ne olduğu, varlık bakımından neyin geçici, neyin kalıcı olduğu konusunda meraka düştüğümüz olur. Bu konuda ise, varlık felsefesinin yardımından faydalanırız. İşte sözünü ettiğimiz bu beş temel alan felsefenin konularını meydana getirir ve felsefeye bir giriş sağlar: Varlık, bilgi, din, toplum ve değer. Mantık ise, söz konusu disiplinleri meydana çıkaran düşünce tarzının kurallarını koymak bakımından tüm felsefe disiplinlerinin temelinde yer alan disiplin olarak ortaya çıkar.
Felsefi düşünce: En genel anlamı içinde, soru sormanın sonucu olan ve insanla, insan yaşamıyla ilgili problemlere karşı ilginin gelişmesiyle başlayan düşünce türü.
Buna göre, felsefe zor ve çözülemeyen yaşam problemleriyle karşılaşmaktan, bu problemlerle uğraşmaktan korkmayan bir yaklaşım, düşünsel bir tavır olmak durumundadır. Felsefe insan yaşamının anlamıyla, varlık, bilgi ve değerle ilgili sorulara bir yanıt getirmeye, bu konularda ortaya çıkan problemleri çözümlemeye çalışırken, işe sıfırdan başlamayıp, belli bir bilgi birikimine sahip olunduğunu varsayarak çözüm getirmeye çalışır. Çünkü insanların yaşamlarında neyin önemli olduğunu değerlendirebilmeleri için, hayatla ilgili bazı deneyimlere sahip olmaları gerekir. Demek ki, felsefe insan yaşamının anlamıyla ilgili sorulara yanıt verirken, başka bilgi türleri tarafından sağlanan bilgilerden yararlanarak, genel, bütüncül ve kuşatıcı yanıtlar getirmeye çalışır.
Bununla birlikte, felsefeyi felsefe yapan şey, insan yaşamının anlamıyla ilgili sorulara yanıt vermekten çok, sorular sormak, problem görebilmektir. Zira, insan için önemli olan, yalnızca felsefe okumak ve felsefeyi bilmek değildir, felsefe yapmaktır, felsefi davranabilmektir. Felsefe yapmak ise, felsefi hissetmeyi ve felsefi düşünmeyi gerektirir. Felsefe yapmak varlığı ve bilgiyi bir bütün, insan yaşamıyla ilgili olay ve problemleri çok boyutlu olarak görmek ve her yönüyle kavramaya çalışmak anlamına gelir.
Felsefi düşünce, araştırmaya ve eleştirel bir tavra dayanan bir düşüncedir. Yani, felsefi düşünce, kendisine veri olarak aldığı her tür malzemeyi aklın eleştirici süzgecinden geçirir. Her şeyi olduğu gibi kabul eden, merak etmeyen ve kendisine sunulanla yetinen bir insan için felsefe söz konusu olamaz. Felsefi düşünce, şeylerin niçin oldukları gibi olduklarını merak eden, hayatı bütün boyutlarıyla görmeyi, yaşamın bütün boyutlarını göz önünde bulundurmayı bilen, açık ve sorgulayan bir zihnin ürünüdür.
Felsefi düşünce, akıl temelli soruşturma ve refleksif bir düşünme yönteminin sonucu olan bir düşüncedir. Felsefede söz konusu olan düşünce, kendi üzerine dönmüş olan ve kendisini konu alan bir düşüncedir. Buna göre, felsefeci, doğrudan doğruya doğa, tarih, toplum üzerinde eleştirici bir bakış açısıyla düşünebileceği gibi, çeşitli bilimler tarafından sağlanan malzeme üzerine de düşünebilir. Yine, o bir problemi yalnızca bir bakış açısından, bir bakımdan ele alan diğer disiplinlerin, bilgi türlerinin tersine, bir problemi bütün yönleriyle ele almayı içerir. Felsefi düşünce, ayrıca çözümleyici ve kurucu bir düşüncedir. Yani, felsefi düşüncenin analiz ve sentez gibi işlevleri söz konusudur. Analiz söz konusu olduğunda, filozof, kendisinin de içinde bulunduğu ve bir parçasını teşkil eniği dünyayı anlamak ve kavramak için kendisine sunulan her türlü bilgi, deney, algı ve sezgi sonuçlarından oluşan düşünceyi analiz eder, açıklığa kavuşturur. Fakat filozof, bununla yetinmez, yani dünyayı parçalanmış bir halde bırakmaz; analize koşut olan başka bir düşünme tarzı ile, üzerinde düşünülmüş, çözümlenmiş, aydınlığa kavuşturulmuş malzemeden hareketle dünyayı yeniden inşa eder, bir birlik ve bütünlüğe kavuşturur. Nihayet, felsefi düşünce evrenseldir, çünkü insan yaşantısına giren her şey felsefeye konu oluşturabilir. En basit bir algı öğesinden (örneğin, dokunduğum masanın sertliği) en karmaşık bir düşünme sistemine (örneğin, Einstein’ın genel rölativite teorisi) kadar her şey felsefeye inceleme konusu olabilir. Öte yandan, felsefede söz konusu olan insan yaşantısı, şu ya da bu insanın değil, genel olarak insanın yaşantısıdır.
Feminist: 1- Bir öğreti olarak feminizmi benimseyen kişi. 2- Feminizmi meydana getiren tezlerin önemli bir bölümünü kabul eden veya somutlaştıran etkinlik veya yaklaşım için kullanılan niteleme.
Feminizm: 1- Genel olarak, fakat dar bir anlam içinde, kökleri 19. yüzyılda bulunmakla birlikte, daha ziyade 1960’lu yıllarda gelişen, ve kadınlar için erkeklerle eşit sosyal ve politik haklar talep eden hareket veya öğreti. Feminizm, erkeklerin kadınlar üzerindeki, bir işbölümüyle sonuçlanan cinsel farklılıklardan kaynaklanmış, tahakküm ve sömürüsünün oldukça uzun bir tarihi olduğunu öne sürerken, en ılımlı düzeyde cinsel ayırımcılığın son bulmasını ister, fırsat eşitliği talebinde bulunur. 2- Özel olarak, ama daha geniş bir çerçeve içinde ve ikinci kuşak feminizmi anlamında erkek ve kadın cinsiyetleri arasındaki ilişkiyi bir eşitsizlik, tabiyet ya da baskı ilişkisi olarak gören ve dolayısıyla bu baskının kaynaklarını ya da nedenlerini ortaya çıkarıp, baskıyı ve eşitsizliği ortadan kaldırmayı amaçlayan teori.
Buna göre, feminizm, özellikle ikinci kuşağıyla birlikte daha felsefi unsurlar kazandıkça, kadınlar tarafından algılanan sosyal eşitsizlikleri sorgulamadan daha fazla bir şeyler yapmaya, gitgide daha yoğun bir teorik çerçeve kazanmaya başlamıştır. Bu çerçeve içinde feminizm, kadınları erkeklerle ilişki içinde, kaçınılmaz olarak oldukça dezavantajlı bir konuma yerleştiren hayli derinlere kök salmış ideolojik yapılara yönelir. Örneğin, Batının politik kurumlarını haklılandırmada oldukça önemli bir yer işgal eden toplumsal sözleşme öğretisi bu tür ideolojik yapılardan biridir. Bu düzlemde, bilinç ya da benliğin öznelliğin merkezi olmadığını gösteren Lacancı psikanalizin vukuflarından ilham alan feminizm, dil, felsefe ve hukuktaki toplumsal cinsiyet eğilim ve yönelimlerini sorgular. Dolayısıyla feminizm bu aşamada, feminizmin sosyal eşitlik talebiyle ortaya çıkan ilk düzeyinden farklı olarak, kadınların sadece erkekler gibi olmayı amaçlamamaları gerektiğini öne sürer. Kadınları bekleyen görev, özü itibariyle dişil olan yeni bir dil, hukuk ve felsefe geliştirme mücadelesi içinde olmaktır. Kadını sözde erkeğin eksik ve aşağı ötekisi olarak tanımlayan bir düşünce geleneğine meydan okuyan feminizm, o halde daha radikal bir düzeyde, dil, toplum ve kültürün erkeğin perspektifinden, eni çıkar ve arzuların evrenselleştirilmesi temeli üzerinde inşa edildiğine ve kadının tam ve gerçek temsile yeni bir toplumsal inşa temeli üzerinde ulaşılabileceğine inandığı için, toplumsal dokunun yeni baştan düzenlenmesini ister.
Feminizm, son çözümlemede en azından kurumlaşmış bir iktidar ilişkisi olarak gördüğü şeye saldırdığı için, genel yönelimi itibariyle bir sol hareket olarak tanımlanır.
Fenomen: Genel olarak algının nesnesi, algılanan ya da bilince görünen şey gözlemlenebilir olan olay ya da olgu.
Feodalizm: Batı Avrupa’da ortaya çıkıp Ortaçağ boyunca egemen olmuş olan tarıma dayalı üretim tarzıyla belirlenen ekonomik sistem ve toplum türü. Marksist terminolojide, köleliğe dayanan ekonomik sistemi izleyip, kapitalizmden önce gelen ve derebeylerin egemenliği ve sertlik düzeniyle belirlenen ekonomik ve toplumsal sistem.
Söz konusu sistemde, merkezi iktidar ya da devlet gücü oldukça zayıf olup, hükümdarın gücü soyluların yerel gücü tarafından sınırlanmıştır. Aynı şekilde merkezi bir pazar ekonomisinden de yoksun olan feodal toplumda, toplumsal birlik ve uyum, kan bağı ya da ekonominin kurallarına değil de, kişisel ilişkiler sistemine dayanır.
Fetişizm: Genel olarak, doğaüstü bir gücü ve etkisi, büyülü ya da aşkın güçleri olduğuna inanılan tapınma objesine tapan dini uygulamaların bütünü. 2 Daha özel olarak da, insan elinden çıkma ürünlerin, insanın yaratılarının bağımsız bir varoluşa sahipmiş gibi görünüp yaratıcı üzerinde, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, belli bir baskı uygulaması durumu. 3 Psikanaliz açısından, belirli nesnelerden görme ya da dokunma duyusu yoluyla doyum elde etmeye çalışmaktan oluşan cinsel sapıklık.
Fıkıh: Temel kaynakları Kur’an ve sünnet olan İslam hukukuna verilen ad.
Fıkıhın amacı, yasa koymaktan çok, ana kaynaklara, yani Kur’an ve sünnete uygun hükmü araştırmaktır. Fıkıh, ana kaynaklara! dayanarak uygun hükmü oluştururken, icma, kıyas, istihsan, mesalihi mürsüle, sedd’i zerayi, istishab gibi ikincil kaynaklara da yönelir. Bunlardan icma, İslam bilginlerinin bir konudaki görüş birliği; kıyas ise, bir hükmü, benzerliği dolayısıyla başka bir konuya uygulama anlamına gelir. İstihsan açık kıyası bırakıp, gizli kıyasa başvurma olarak ortaya çıkarken, mesalihi mürsele açık bir hükmün bulunmadığı konularda, toplum yararını gözetmek şeklinde anlaşılır. Öte yandan, sedd’i zerayi kötülüğe giden yolları kapatmak; istishab ise, bir şeyin değişmiş olduğunu ortaya koyan bir kanıt sunuluncaya kadar, eski durumun geçerli olduğunu kabul etmek anlamına gelmektedir
Fırsatçılık: Davranış ya da eylemini birtakım değişmez ilkeler tarafından değil de, içinde bulunulan koşullar tarafından biçimlenmesine ya da belirlenmesine izin verme tavrı; olan ile olması gereken, olguyla değer arasındaki ayırımı hiç dikkate almadan ya da olması gerekeni bilinçli bir biçimde göz ardı ederek, uygun fırsatlardan, kişisel çıkar sağlama amacıyla, yararlanmaya çalışma eğilimi ya da kesin ve değişmez ilkeleri olmayan, hal ve koşullara göre, kendisine en elverişli görünen fikirleri ve kararları benimseyen kişinin tutumu.
Filozof: 1- En genel anlamda, düşünce ve teorileriyle başta kendisi olmak üzere halkının ve insanlığın ufkunu genişletmiş bir şeylerin yepyeni perspektiften görülmesini sağlamış kişi.
2- Biraz daha özel bir anlam içinde, hayata iyi yönleriyle bakan, hoşgörülü, güçlükleri tevekkülle karşılayan kalender kimse.
Fobi: Belirli nesne, durum ya da kimseler karşısında duyulan, yersiz, temelsiz, mantıkdışı ancak önlenemez korku.
Fonksiyon: Bir nesnenin, bir şeyin ya da bir kişinin ait olduğu bütün ya da bir sistem içindeki kendine özgü faaliyeti. Bir şeyin, ait olduğu sınıfa özgü olan tarzda eylemde bulunma yetisi ya da gücü. Bir organın, parçaları birbirine bağımlı bir bütün içinde oynadığı kendisine özgü ve belirleyici, karakteristik rol. Bir şeyin kendisi özgü doğal eylemi. Aralarında bağımlılık ya da karşılıklılık ilişkisi bulunan düzenli nesne kümeleri arasındaki ilişkileri ifade eden kavram.
Fonksiyonalizm: Sosyal bilimlerde, bir toplumsal kurum ya da pratiğe dair açıklamada, onun kökenini değil de, yerine getirdiği işlevini, o kurum ya da pratiğin, bir parçası olduğu daha büyük bir sosyal bütünün işleyişine, gelişimine ya da bekasına yaptığı katkıyı temel alan öğreti.
Sosyolojide, toplumun her öğesinin belli bir fonksiyonunun bulunduğunu, toplumu meydana getiren bu öğelerin karşılıklı bir etkileşim ve bağlantı içinde olduğunu savunan, tıpkı kalbin fonksiyon ya da işlevinin kan dolaşımını sağlamak olması gibi, bir organizma olan toplumda, kurumların bütün için ve bütün adına gerçekleştirecek işlev ya da fonksiyonları olduğunu öne süren anlayış; toplumu, dengesi çok çeşitli bileşenlerinin bütünleşmesine bağlı bir sistem olarak gören yaklaşım.
Fordizm: Amerikan otomobil üreticisi Henry Ford tarafından geliştirilen ve işin verimini malların standartlaştırılması ve yeni bir iş organizasyonuyla arttırmayı amaçlayan sınai örgütlenme ve faaliyet tarzı. Bu bağlamda, Fordizm için üretimde önemli olan şey, olabildiğince çok parçanın standartlaştırılarak, büyük seriler halinde üretilmesini sağlamaktır. İşin, ardışık işlemlerle büyük üretim birimleri tarzında düzenlenmesi ve bu işlemlerin de en yüksek derecede standartlaştırılması gerekir.
Fordizm, terimi daha genel olarak da, modern topluma özgü kütlesel üretim, yükselen tüketim standartları, artan dış ticaret, refah devleti gibi fenomenleri kapsayan bir deyim olarak kullanılır.
Formel: 1- Özel konu yada içerikten bağımsız olarak geçerli olan, yalnızca mantıksal bir anlamı bulunan; 2- Maddeyi ya da somut gerçekliği soyutlayarak, gerçekliğin yalnızca formunu ya da yapısını göz önüne alan yaklaşım; 3- Salt formla ilgili olan; 4- Olguları, maddi gerçekleri dikkate almayan tavır; 5- Amaçlarla, nihai hedeflerle değil de, salt araçlarla ve süreçlerle ilgili olan yaklaşım için kullanılan sıfat.
Frankfurt Okulu: 1923 yılında, Frankfurt’ta kurulan; 1933 yılında Almanya’dan sürgün edildikten sonra, Amerika’ya yerleşen, fakat daha sonra, 1950’li yılların başında, Frankfurt’ta yeniden kurulan Sosyal Araştırma Enstitüsü çevresinde toplanan kimi önemli düşünürlerin meydana getirdiği çağdaş akım ya da hareket.
Okulun önemli üyeleri arasında, ünlü bir filozof, sosyolog ve sosyal psikolog olan Max Horkheimer, ünlü bir filozof, sosyolog ve müzikolog olan Theodor Adorno, bir psikanalist ve sosyal psikolog olan Erich Fromm, büyük bir düşünür olan Herbert Marcuse, tanınmış bir siyaset bilimcisi olan Franz Neuman, bir denemeci ve edebiyat eleştirmeni olan Walter Benjamin ve nihayet önemli bir sosyolog ve filozof olan Jürgen Habermas bulunmaktadır. Çağdaş Marksist hareketlerin en önemlilerinin başında gelen Frankfurt Okulunun görüşleri, Eleştirel Teori başlığıyla ifade edilir.
Frankfurt Okulu’nun ortaya çıkışında, Batı Avrupa’daki sol işçi sınıfı hareketlerinin, Birinci Dünya Savaşını takip eden yıllardaki ağır yenilgisi, Avrupa’daki sol hareketlerin Moskova’nın denetimi altına giren hareketler şeklinde gelişmesi, Rus Devriminin Stalinizme dönüşmesi, ve nihayet faşizm ve nazizmin yükselişi oldukça etkili olmuştur. Bu çerçeve içinde değerlendirildiğinde, Marksizmden etkilenen, Marx’ın idealist yanıyla, Hegelci diyalektiği ön plana çıkartmaya çalışan Frankfurt Okulu, sosyalizmin, tarihin planının ya da gelişme seyrinin zorunlu ve kaçınılmaz bir parçası olduğu görüşüyle, doğru toplumsal eylemin, yalnızca doğru parti çizgisinde olması gerektiği görüşünün yanlışlığının sosyolojik ve felsefi düzlemdeki ifadesi olarak değerlendirilebilir.
Buna göre, Frankfurt Okuluna mensup olan düşünürler, her şeyden önce klasik Marksizmdeki ekonomik determinizmi, ekonomizm ve kaba materyalizmi şiddetle eleştirmişlerdir. Başka bir deyişle, Frankfurt Okulu düşünürleri, Marx’ın ekonomi politiğe yaptığı katkıyı önemsemekle birlikte, söz konusu görüş ve katkının günümüz toplumunu anlamak bakımından yetersiz kaldığını savunmuşlardır.
Yine, günümüzün ileri kapitalizmini analiz edip eleştiri süzgecinden geçiren Frankfurt Okulu düşünürleri, genel görüşlerine uygun bir epistemoloji geliştirerek, bir yandan bilginin tarihsel olarak koşullandığı ya da belirlendiği görüşünü korurken, diğer yandan da bu bilgiye ilişkin doğruluk iddialarının toplumsal veya sınıfsal çıkarlardan bağımsız olarak rasyonel bir biçimde değerlendirilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Frankfurt Okulu düşünürleri, bundan başka, Marksistlerin karşı karşıya kaldıkları problemlerin çözümünde, Weber ve Freud gibi düşünürlerin düşünce ve teorilerinin çok önemli ipuçları sağladığını düşünmüş ve Marksist toplum teorisini varoluşçuluk ve psikanalizle tamamlama yoluna gitmişlerdir.
Frankfurt Okulu mensupları ayrıca, kültür ve modernizmle ilgili problemler üzerinde yoğunlaşmışlar ve bu bağlamda, kapitalist toplumun temel ilkesi olan araçsal akılcılığa karşı tavır almışlardır. Modern toplumda, bürokrasinin ve örgütlülüğün yayılması sonucu, araçsal aklın, eşdeyişle toplumsal yaşamın, araçları, önceden belirlenmiş hedefler doğrultusunda verimli olarak kullanmaya yönelik ilginin yayılması suretiyle daha çok rasyonelleştiğini dile getiren Eleştirel Teori savunucuları, ekonominin değil de, kültürün önemini vurgulamış ve müzik, edebiyat, ve estetik alanında önemli çalışmalar yapmışlardır.
Frankfurt Okulu, tüm bu düşünceleri nedeniyle, yani klasik Marksizmi, ekonomik determinizmini eleştirmek suretiyle dönüşüme uğrattığı, Marksist teorideki kimi boşlukları, sosyoloji ve psikolojiden ödünç aldığı birtakım öğelerle kapattığı ve nihayet kapitalist toplumda, işçi sınıfının mücadelesi yoluyla gerçekleşecek devrimsel bir değişim imkanını yadsıdığı için, revizyonist bir.hareket olarak görülür.
Freud, Sigmund: 1856-1939 yılları arasında yaşamış ve ünlü psikanaliz öğretisini geliştirmiş olan tanınmış Avusturyalı hekim ve psikolog. Temel eserleri: Zur Psychopathologie des Alltagslebens [Gündelik Yaşamın Psikopatolojisi], Die Traumdeutung [Rüyalar ve Yorumları], Uber Psychoanalyse [Psikanaliz Üzerine Beş Ders], Totem und Tabu [Totem ve Tabu], Zur Einführung des Narzissmus [Narsisizmin İncelenmesine Giriş], Unbehagen in der Kültür [Uygarlığın Huzursuzluğu], Jenseits des Lustprinzips [Haz İlkesinin Ötesinde], Der Man Moses und die monotheistische Religion [Musa ve Tektanrıcılık].
Öncelikle hipnoz üzerinde çalışmış olan Freud, daha sonra hastayı uygun yollarla tedavi etmenin yollarını aramış ve böylelikle de, serbest çağrışım yöntemiyle hastanın aklından geçen her şeyi eksiksizce anlatması ilkesine dayanan psikanalizi geliştirmiştir. Başka bir deyişle, psikoloji teorileri daha önce kafasında bulunan düşüncelerden ziyade, nörolojist ve pskiyatr olarak yaşadığı deneyimlere dayanan Freud’un çığır açıcı katkısı, insan zihnindeki bilinçaltının yapısını, süreçlerini ve mekanizmasını keşfetmesinden meydana gelir. Nitekim, bilinçaltının gözler önüne serilmesine dayanan bir teknik ve genel bir psikoloji teorisi olarak gelişen psikanaliz, bilincimizden uzaklaşmış olan, bilinç yüzeyinde olmayan içeriklerin birtakım yollarla, örneğin rüyalarla, günlük yaşantıdaki önemsiz eylemlere ortaya çıkabileceği varsayımına dayanmaktadır.
Freud, klinik çalışmalarında nevrozluların baskı ve çatışmalarını incelerken, bu çatışmaların nevrotiklere özgü olmadığını, bunların aynı zamanda normal, sağlıklı ve iyi uyumlu kişilerin de bir karakteristiği olduğunu ve nevrozların sözcüğün geleneksel anlamıyla patolojik değil, fakat psikolojik stres ve gerginliklerin etkisiz ve çarpıtılmış alternatif yolları olduğunu keşfetmiştir. O, dil kaymalarının, bildik isim ve olayları unutmanın, günlük yaşamda normal insanların başkaca alışılmadık davranışlarının bir hata eseri olmadığını gözler önüne sermiştir. Bütün bunlar, Freud’a göre, bireyin onları gizleme ve bastırma çabalarına karşın yüzeye çıkan düşüncelerin emareleridir.
Bilinçaltının ve bu arada cinsel dürtülerin etkisini saptayan Freud, inandığı psikolojik nedensellik ilkesi uyarınca, yetişkinlerdeki nevrotik çatışmaların kaynağını çocukluk deneyimlerinde aramıştır. O bu çalışmaların ışığında, nevrotiklerle çocukların ve bu arada ilkel insanların zihinsel süreçlerinde birtakım benzerlikler saptamış ve buradan hareketle kimi genellemelere ve modern uygarlıkla ilgili birtakım sonuçlara ulaşmıştır.
Freud modern uygarlığı insanın içgüdüsel hayatındaki iki temel tipi temele alarak analiz eder. İnsan varlığı, ona göre, bir yandan sevmek ve işbirliği yapmak, yardımlaşmak diğer yandan da saldırmak ve yıkmak itkisine sahiptir. O bunlardan birincisine Eros adını verirken, bunun dışavurumunun sevgi yoluyla olduğunu söyler. Erotik dürtünün amacı bir şeyi bir şeye bağlamak, daha büyük bütünlere ulaşmaktır. Oysa ikinci dürtü, yani ölüm içgüdüsü saldırmak, çözmek, yıkmak ister ve ölüm arzusuyla doludur. Freud, işte bu bağlamda, uygarlığın kendi varlığını bir kimsenin ailesi için beslediği sevgiyi başkaları, toplum ve son çözümlemede de devlet için duyduğu daha geniş dostluk ve sadakate yöneltmesine borçlu olduğunu gösterir. Demek ki, uygarlığın gelişimi ve ilerlemesi, insanın içindeki yardımlaşma ve saldırgan dürtülerin sürekli çatışmasının bir sonucudur. İnsanın tatminsizlik ve çatışmalarının ise, kendine ve başkalarına yönelik saldırgan tavırlara dönüştüğünü unutmamak gerekir.
Freud’a göre, buradan çıkan sonuç açıktır: Uygarlık özü itibariyle insanın içgüdülerini uysallaştırma ve evcilleştirme süreci olup, bu sürecin gelecekteki evresinin nasıl olacağı bilinmemektedir. Çağının akılcılığının ve iyimserliğinin son derece zayıf temellere dayandığını gösteren Freud’a göre rasyonalizm, insanın bilinçaltında pusuya yatmış bir irrasyonalizmin mahiyeti yeterince bilinmeyen kudreti tarafından tehdit edilmektedir. Nitekim, o bir yandan uygar toplum insanın insana olan düşmanlığından doğan çözülme tarafından sürekli olarak tehdit edilmektedir derken, bir yandan da kişisel ve toplu saldırganlığın, özel mülkiyetin kaldırılmasıyla birlikte, yok olup gideceği şeklindeki komünist teze şiddetle karşı çıkmıştır. O, daha 1930 yılında, Sovyetler Birliği’nde özel mülkiyetin ilgasıyla birlikte bir sevgi ve yardımlaşma çağının açılmayacağını; tam tersine, burjuva sınıfının ortadan kaldırılmasının ardından zulmün sona ermeyeceğini, Rusların saldırgan eğilimlerini dış dünyaya yönelteceklerini söylemiştir. Yine, Freud’a göre, insan varlıkları doğa güçlerine öylesine boyun eğdirmişlerdir ki, bütün insan ırkının yok oluşu başlı başına bir ihtimal haline gelmiştir.
Freudçu Marksizm: Batı marksizmi geleneği içinde, psikanaliz ile Marksizminde bir sentezini yapan, ya da ziyade Marksist toplum teorisini Freudçu düşünceye dayandıran görüş.
Söz konusu görüş ya da yaklaşımı temsil eden en önemli iki düşünür Wilhelm Reich ve Herbert Marcuse’tür. Bunlardan Oedipus kompleksinin evrenselliğini reddeden Reich, nevrozların doğuşunda kapitalizmin rolünü araştırmış ve psikanalizin kapitalist toplumun baskıcı ideolojisinin bir eleştirisi olduğunu göstermeye çalışmıştır. Söz konusu görüşleri nedeniyle sadece Komünist Partisi’nden değil, Uluslararası Psikanaliz Derneği’nden de atıl an Reichl’a kıyaslandığında, Marcuse hiç kuşku yok ki biraz daha şanslıdır. Görüşleri 1960’lı yılların öğrenci olaylarında, gerek Almanya’da ve gerekse Amerika Birleşik Devletlerinde sempatiyle karşılanmış olan Marcuse, dürtülerin bastırılmasının uygarlığın zorunlu bir koşulu olduğunu, fakat günümüzde bu bastırmanın kendine özgü tekniklerinden dolayı daha mahiyet kazandığını söylemiştir. |