Ö Harfi

 

FELSEFE SÖZLÜĞÜ

Ö

Ölüm korkusu: İnsan varlıklarının bu dünyadaki var oluşlarının son bulacağı gerçeği karşısın­da duydukları korku.

Buna göre, projelerimizin son bulacağı, sahip olduğumuz değer ve zenginlikleri yitire­ceğimiz, ontolojik bir güvensizlik yaşayıp, mutlak bir belirsizlik içine gireceğimiz gerek­çesiyle. ölümden korkmanın rasyonel bir korku olduğunu savunan filozoflara karşı, İlk­çağda Platon felsefe yapmanın ölmeyi öğren­mek, ölmeye hazırlık yapmak olduğunu söy­lemiştir. Hellenistik dönem düşünürlerinden Lukretius ve Epiküros ise, maddeci dünya gö­rüşüyle ölümden korkmanın anlamsızlığını ifade etmişlerdir. Nitekim, bu filozoflar, ölümden sonra, hiçbir şey olduğumuz, veya ölüm varken biz, biz varken de ölüm olmadığı için, ölümde korkulacak bir şey olmadığım söylemişlerdir.

Hellenistik dönemin diğer bir okulunu meydana getiren Stoacılık, ölüm korkusu­nun üstesinden ancak ve ancak ölümü sürek­li olarak düşünmek suretiyle gelinebileceğini öne sürmüştür. Ölümü gereği gibi ve sürekli düşünmek ise, örneğin Senecaya göre, bizim doğanın ayrılmaz bir parçası olduğumuzu ve bize verilen rolü içtenlikle oynamamız ge­rektiğini anımsamakla eşdeğerdir.

Ortaçağ düşüncesi, ölüm korkusunun üs­tesinden gelinebileceğini söyleyen Hellenis­tik dönem düşünürlerinin tersine, ölümün in­sanın işlediği günahın cezası olduğunu, insanın ölüm korkusundan yalnızca Tanrı’nın inayetiyle kurtulabileceğini söyler. Modern felsefe ise, ölüm korkusu söz konusu oldu­ğunda daha iyimser bir bakış ortaya çıkar. Özgür insanın bilgeliğinin, ölüm üzerine değil de, yaşam üzerine düşünmekte tezahür ettiğini söyleyen ve ölüm korkusundan, ölüm düşüncesini zihinden atmak suretiyle kolayca kurtulunabileceğini savunan Spinoza gibi, Leonardo da Vinci de, tıpkı iyi geçirilmiş bir günü keyifli bir uykunun izlemesi gibi iyi yaşanmış bir hayatın ardın­dan mutlu bir ölümün geldiğini söylerken, ölüm korkusunun sefalet ve mutsuzluğun eseri olduğunu iddia etmiştir. Aydınlanma düşünürleri. Bertrand Russell ve pragma­tistler tarafından da paylaşılan bu görüş, ölüm korkusunu ortadan kaldırmak için, in­sana mutluluk sağlayacak koşulların yaratıl­ması gerektiğini ifade eder.

Yüzyılımızda Epikürosçu görüşü yineleyen Wittgenstein’a göre de, ölüm, yaşamın bir parçası değil, fakat sınırıdır. Ölüm sırasında yaşamak diye bir şey söz konusu olmadığı, ölüm hayat içinde yaşanan bir tecrübe olmadı­ğı ve geri dönüp ölüme bakmaktan söz edile­meyeceği için, ona göre, ölüm korkusu rasyo­nel bir korku değildir. Wittgenstein’in bu görüşünün karşısında ise, bireyin ölümünün saçma ya da anlamsız olduğunu dile getiren varoluşçu ya da Schopenhauercı görüş yer almaktadır. Bunlardan Schopenhauer’a göre, ölüm korkusu karşısında yapılacak tek şey, bir iradesizlik veya mutlak bir kayıtsızlık haline ulaşmaktır. Varoluşçulara göre ise, ölüm korkusu, ancak yaşama anlam katmaya, bu yönde bir çaba içinde olmaya yarar. Daha­sı, Heidegger’e göre, ölüm gerçeğinin bilincinde olmak kişinin bireyselleşmesine, bireyselli­ğine anlam kalmasına yardımcı olur. O, her­kesin kendi başına ölmek durumunda olduğu­nu, kişinin ölümünün, bir başkası tarafından gerçekleştirilemeyecek yegane şey olduğunu söylerken, bu gerçeğe gözleri kapamanın bi­reyselliği inkar etmekle eşanlamlı olduğunu öne sürer.

Ön yargı: Bir kişi bir görüş yada bir şey hakkında, belirli birta­kım koşullara, olay, durum ve görüntülere dayanarak önceden edinilmiş ya da oluştu­rulmuş olumlu ya da olumsuz fikir.

Kişinin genellikle çevresinden, içinde bu­lunduğu ortamdan edindiği, düşünceyi engel­leyen öznel hüküm olarak önyargı incelenme gereği duyulmadan benimsenen ve kişinin zihnine çoğu kez aldığı formasyon, eğitim ve çevre tarafından yerleştirilen düşünce ve sanı­yı, belli bir şey, kişi, olay, düşünce, vb, hak­kında, yeterli bilgi ya da malumat sahibi ol­madan oluşturulan tavrın ürünü olan, olumlu ya da olumsuz kanaatı ifade eder.

Bu bağlamda, bir teze duygusal olarak bağlanmaktan, öncülleri, nesnel bir biçimde değil de, önyargılı olarak değerlendirmekten oluşan formel olmayan yanlışa önyargı yan­lışı adı verilir.

Ötenazi: Bir kişinin yaşamı belirli koşullar altında ağır ya da ölümcül bir hastalığın ya da rahat­sızlığın sonucu olarak, tüm değerini yitirdiği, yaşanır olmaktan çıktığı, yaşamak kişi için ağır bir yük olup, dayanılmaz acılar verdiği zaman, acı çeken hastanın, ya kendisi ya da hekimler tarafından, acı vermeden öldürülebileceğini söyleyen öğreti ya da teori.

Yunanca “iyi ölüm” anlamına gelen terim, günümüzde, ağır ve ölümcül bir hastalığa yakalanmış bir kimsenin dayanılmaz, tahammül edilemez bulduğu bir durumdan kaçış ya da kurtuluş yolu olarak ‘kolay ölüm’, ‘acı çek­meden ölüm’ anlamıyla sınırlanmıştır. Gü­nümüzde ötenazinin yasallaşması için çalışan­lar, ötenazinin temel insan haklarının ayrılmaz bir parçası olduğunu savunmakla birlikte, ötenazinin iradi olması, yani hastanın seçiminin sonucu olması gerektiğinde ısrar etmektedirler.

Öz: Bir şeyi her ne ise o yapan, kendisi olmadan, o şeyin var olamayacağı şey, bir şeyi, başka bir şey değil de, her ne ise o şey yapan şey. Bu çerçeve içinde, öz, bir varlık, nesne ya da şeyini a) özsel ve zorunlu, tanımlayıcı özelliğini, b) Bir şeyin temel, ilk ve nihai gücünü. ya da c) bir şeyin zorunlu iç bağıntısını ya da fonksiyonunu tanımlar.

Özerklik: Politik anlamda bağımsızlık; kendi kendini yönetme; öz yönetim.

Özgür düşünce: Dini inançlardan batıl itikatlardan bağımsız olan ve otorite ya da otoritelere güvenmeyip, yalnızca bireysel araştırmanın sonucu olan düşünce türü; dini ilkelerden bağımsız olup, dinin dogmalarıyla sınırlanmayan, mantık kuralları, bilimsel me­todoloji ve epistemolojiye uygun olarak geli­şirken, ilerlemesi için hiçbir sınır tanımayan bilim ve felsefe.

Özgürleşme etiği: Marx ve ardılları tarafından benimsenen önce insanın kapitalist toplum düzeninde maruz kaldığı yabancılaşmadan kurtarılmasını, sonra da kendisini tam bir özgürlük içinde gerçekleştirmesini nihai hedef yapan etik anlayışı.

Aristoteles, Kant, Stuart Mill gibi düşü­nürlerin ele aldıkları geleneksel ahlâk prob­lemleriyle, bu türden bireysel problemlerin insanların içinde yaşadıkları sosyal sistemin yarattığı problemlerin bir sonucu oldukları ve bu problemler karşısında ikincil sayılabi­lecek bir konumda bulundukları gerekçesiy­le, pek uğraşmamış; ahlâki problemlere ancak toplumsal sistemlerin doğası ve niteli­ğiyle ilgili açık seçik bir kavrayışa ulaşılması durumunda bir çözüm getirilebileceğini öne sürmüş olduğu için, kendisinde sistematik ve bağımsız bir etik teorisinden söz etmenin pek kolay olmadığı Marx’ın, yine de kendini gerçekleştirme veya belirleme ya da özgürlü­ğü en yüksek değer olarak konumlamış olan bir etik teoriye sahip olduğu söylenebilir. Nitekim, o felsefesi ve toplum teorisinde, hiç durmadan modern kapitalist toplumda özüne yabancılaşmış olan insanın bu en yüksek iyiye nasıl ulaşabileceğini araştırmıştır.

Bununla birlikte, söz konusu teorinin ma­hiyetini daha iyi anlayabilmek için, Marx’ın, Hegelci özgürlük konsepsiyonu­nun oluşturduğu gelenek içinde yer alan özgürlük anlayışının diğer özgürlük görüşle­rinden, özellikle de liberal özgürlük anlayışından farklı olduğunu görmek büyük önem taşır. Gerçekten de, özgürlük ya da kendini gerçekleştirme birçok etik teoride, örneğin Aristoteles’in kendini gerçekleştir­me etiğinde, Spinoza’nın determinist etik anlayışında, Kant’ın ödev etiğinde, yararcı etikte, ama özellikle de egzistansiyalist etik­te en temel değer olarak başat bir konum işgal eder. Bunlardan Anistoteles, Spinoza ve Kant’ın etiğiyle varoluşçu etik, temelde insanın kendisine ve dünyaya karşı olan tav­rıyla ilgili metafizik teorilerdir. Dahası, sö­zünü ettiğimiz etik anlayışlardan varoluşçu etik dışında kalan teoriler, entellektüalist ya da rasyonalist anlayışlar olup, özgürlüğü bilgiye bağlar, özgürlüğün insanın akıl bo­yutunun doğal yanını kontrol altında tutmasının sonucu olduğunu öne sürerler.

Oysa, yararcı etiğin cisimleştirdiği liberal özgürlük anlayışıyla Marx’ın özgürleşme etiği sadece felsefi değil, aynı zamanda siyasi teorilerdir. Nitekim, Stuart Mill’in for­müle ettiği liberal özgürlük anlayışına göre, özgür olmak, başkalarına zarar vermediği sürece, kişinin baskı altında ya da zor olmaksı­zın, bağımsız olarak istediği gibi davranabil­mesini ya da yaşayabilmesini gerektirir.

Nitekim, Mill’e göre, özgürlük “zevklerde ve meşgalelerde serbestlik; hayatımızın planını kendi karakterimize uyar şekilde dü­zenlemek; hemcinslerimizin fikrince bizim karakterimiz ters veya yanlış bile olsa, yaptı­ğımız şey kendilerine zarar vermediği müd­detçe, onlar tarafından bir engellemeye uğra­maksızın ve işin muhtemel akıbetlerine katlanmamız şartıyla beğendiğimiz tarzda davranmak” anlamına gelir.

Hobbes ve Hume’dan başlayıp, Bentham ve Mill tarafından savunulan ve günümüzde Batı dünyasında, ama özellikle de Anglo Sakson dünyada hakim olan liberal anlayışın tipik özelliği olan söz konusu özgürlük anla­yışı, oldukça dar, bireyci ve olumsuz bir öz­gürlük konsepsiyonudur. Bireycidir, çünkü bireylerin başkaları, toplum ya da devlet ta­rafından zora tabi tutulmadıkları veya engel­lenmedikleri ölçüde özgür olduklarını öne sürer. Olumsuzdur, çünkü özgürlüğü bireyle­rin içinde yaşadıkları toplum tarafından en­gellenmemeleriyle, muayyen bir şeyi yapma­ya ya da belirli biri olmaya mecbur bırakılmamayla ölçer. Hepsinden önemlisi, liberal gelenek içinde özgürlüğü engelleyen kısıtlamalar salt harici ve bireysel bir düz­lemde; bu kısıtlamaların sınırladığı ya da en­gellediği şeyler, önemlerine ve değerlerine hiç bakılmaksızın, sadece ihtiyaçlar ya da tercihler olarak; özgür fail veya bireyler de, yalın bir tarzda bu tür ihtiyaç ve tercihlerini merkezi olarak değerlendirilir. Bu anlayış, özgürleşme etiğinin veya Marx’ın özgürlük anlayışı açısından, eylemlerin ve toplumsal ilişkilerin anlamı ya da karşılanması gereken ihtiyaçların önemi üzerinde durmak yerine, sadece yararın toplamıyla, elde edilen hazzın miktarıyla ilgilendiği için eleştirilir. O, yine kendi “iyi” anlayışını seçmekte, kendi çıkar ve ihtiyaçlarını belirlemede serbest bırakıl­mış bireylerin hayat planları ya da iyi arıla­yışları konusunda tarafsız bir konumda bulu­nan toplumsal ve politik düzenlemelerin yanında olduğu için mahkum edilir.

Zira liberal gelenekte özgürlüğün gerçek­leştiği yer olarak görülen modern kapitalist toplum, özgürleşme etiği açısından insanla­rın özgürleşmelerine, insanların sadece top­lumsal zorlama ya da engellemenin olmama­sı değil, fakat aynı zamanda kişinin başka insanlarla rasyonel ve ahenkli ilişkiler içinde kendini gerçekleştirmesini sağlayan bir yaşam sürmesine engel olan güç olarak de­ğerlendirilir. Modern kapitalist düzenin, bireylerin iyi anlayışları karşısında tarafsız kal­mak bir yana onun istek ve eğilimlerini belir­lediği düşünülür. Farklı çıkarlar ve tercihler arasında, onların özgürlükle olan ilgilerine bakarak bir ayırım yapan Marksist özgürlük konsepsiyonu, failin kendi yolunu çizebilen, kendini ancak başkalarıyla bir topluluk halinde ve karşılıklı ilişkiler içinde gerçek­leştirebilmeyi başarabilen bir varlık olduğu görüşüne sıkı sıkıya bağlıdır.

Özgürlük: Kişinin kendisini belirlemesi, denetlemesi, yönlendirmesi ve düzenle­mesi durumu. Bireyin kendisini, dış baskı, etki ya da zorlamalardan bağımsız olarak, kendi arzu edilir ideallerine, motiflerine ve istekleri­ne göre yönlendirmesi. Kişinin, başkalarının buyruk ve isteklerine göre değil de, kendi is­teklerine göre davranabilmesi gücü.

Özgürlükçülük: Zorunlulukçuluğun karşısında yer alan ve insanın iradesine mutlak bir özgürlük tanıyan, bilinçli insan ey­leminin basit nedensel terimlerle açıklanama­yacağını öne süren öğreti. İradenin, kişinin içinde bulunduğu psikolojik ve fizyolojik ko­şullar tarafından belirlenmediğini, insanın ka­rakteriyle, onu eyleme yönelten güdüler ve in­sanın içinde bulunduğu koşullar arasında zorunlu bir ilişki bulunmadığını, insan iradesinin çeşitli eylem alternatifleri karşısın­da seçme şansına sahip bulunduğunu, dış baskı koşullar ve zorlamalardan bağımsız olup, kendi kendisini belirlediğini öne süren anlayış.

2- Liberalizmin ilkelerini en uç noktaya ta­şıyan devlet karşıtı siyasi-iktisadi öğreti. Kökleri, bireyin yaşam, özgürlük ve mülki­yet haklarının önemi ve önceliği üzerinde büyük bir güçle duran İngiliz filozofu John Locke’a kadar geri giden, ve devletin etki ve eylemine sınır getirirken, ihtiyaçların en iyi pazar mekanizmalarıyla karşılandığını ve çatışmaların en iyi pazarda çözümlendiğini öne süren aşırı liberal görüş. Görüş günü­müzde R. Nozick ve F. A. Hayek gibi filozoflar tarafından savunulmaktadır.

Öznel: Genel olarak, ben ve ben olmayan ayırımıyla birlikte, özne-nesne ikiliğinin bir sonucu olarak, öznenin dışındaki şeyler ve durumlarla değil de, özneyle ilgili olan şey, öznenin kendisine, kendi zihin hallerine ilişkin dolayımsız deneyimi için kullanılan sıfat.

 

 

 

 

 
 
Bugün 17 ziyaretçi (22 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol