FELSEFE SÖZLÜĞÜ
M
Machiavelli, Niccolo: Siyasi amaçlara ulaşmada araçların ahlâki olup olmaması konusuna bütünüyle kayıtsız kalma tavrı, ve amacın bütün araçları meşrulaştırdığı inancıyla ün kazanmış olan İtalyan düşünürü. Temel eserleri: Il Principe [Hükümdar], Deli ‘arte deha guerra [Savaş Sanatı Üzerine Konuşma].
Yeniçağın milli devlet düşüncesinin ilk ve en önemli temsilcisidir. Karışıklıklar içinde olan yurdunun kurtuluşunu onun güçlü ve birlikli bir ulusal devlet olarak ortaya çıkışında gören Machiavelliye göre, bir devlet bir ulusa dayanıyorsa eğer, onun yeter bir gücü var demektir. Devlet bütün gücünü bu kökten almalı, Kilise onun karşısında ve üstünde olmamalıdır.
Machiavelli, hukukun da kiliseye bağlı olmaktan kurtarılıp, doğrudan doğruya devletin özünden türetilmesi gerektiğini söyler. O, devleti yöneten kişinin tek amacının, devleti yaşatmak ve gücünü, iktidarını arttırmak olduğunu; devlet adamının daha yüksek bir ödevi veya görevi bulunamayacağını öne sürer. Devlet adamının bu amaca ulaşmak için kullanacağı her araç meşrudur. Machiavelli’ye göre, din, ahlâk ve hukuk, devlete bağlı olup, gerektiğinde prens tarafından birer araç olarak kullanılabilir.
Mağara benzetmesi: Platon’un Devlet adlı diyaloğunda ortaya koyduğu genel bilgi ve eğitim anlayışını mecazi bir dille ifade edip, somutlaştırmak için kullandığı istiare; onun kendi bilgi ve eğitim anlayışını ifade ederken, zamanının eğitim anlayışını eleştirmek, İnsanlık halini ifade etmek üzere kullandığı ünlü eğretileme; onun felsefi bakımdan aydınlanmamış İnsanları bir yeraltı mağarasında ellerinden, ayaklarından “ve boyunlarından zincire vurulmuş olarak resmettiği ünlü analoji.
Benzetmeye göre, ışığa açılan uzun bir girişi olan bir yeraltı mağarasının en dibinde, insanlar çocukluklarından beri, ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş olarak hareketsiz bir şekilde oturmakta ve yalnızca önlerini görebilmektedirler. Onların arkasında, yüksekte bir yerde bir ateş yanmakta ve ateşle bu İnsanlar ya da mahkumlar arasındaki yolda, küçük bir duvar ya da perde bulunmaktadır. Duvar ya da perdenin arkasında ise, konuşarak ya da sessizce, ellerinde türlü türlü araçlar, taştan ya da tahtadan yapılmış İnsana, hayvana ve daha başka şeylere benzer kuklalar taşıyan İnsanlar geçmektedir.
Mağaranın, Platon’un anlatımına göre, en dibinde oturan mahkumlar, yalnızca, ateşin aydınlığıyla perdeden duvara vuran gölgeleri görebilmektedirler. Ellerinden, ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş, hiçbir şekilde kımıldamayan bu mahkumlar mağaranın duvarındaki gölgeleri, duvara gölgesi vuran nesnelerle karıştırmakta, perdenin arkasından yankılanan seslerin duvardaki doğrudan doğruya gölgelerden geldiğine inanmaktadırlar. Bu mahkumların sahip oldukları bilgi, onların gözleriyle ve kulaklarıyla kazandıkları duyusal bilgidir ve bu görsel bilgi duvardaki gölgelerin, yani görünüşlerin bilgisidir.
Mağaranın en dibinde, her yerlerinden zincirlere vurulmuş olarak yaşayan bu mahkumlardan biri, zincirlerinden bir şekilde kurtarılıp ayağa kaldırılsa ve önce, yüzü duvarda gölgelerini gördüğü nesnelerin kendilerine ve ışık kaynağına çevrilse ve o nihayet mağaranın dışına çıkartılsa, onun bu dönüşümü hiç kuşku yok ki çok sancılı olacaktır. İnsan için yanılgılardan kurtulmak, eski alışkanlıkları terk etmek çok güç olduğundan, o muhtemelen yeni duruma alışamayacak ve daha önce görmüş olduğu şeyler, ona daha gerçek görünmeye devam edebilecektir.
Benzetme bilgi açısından yorumlanacak olursa, mağaranın içinin ve burada söz konusu olan bilgi tarzının, Platon’un gerçek bilgi olarak görmeyip küçümsediği duyusal bilgiye karşılık geldiği söylenebilir. Buna göre, duyusal dünyanın değişen nesnelerini konu alan, çokça televizyon seyredip ikinci elden malümatlarla yetinen ve görünüşlerin gerisindeki gerçekliğe hiçbir zaman nüfuz edemeyen ortalama İnsanın hali, mağaranın dibinde zincirlere vurulmuş olarak yaşayan mahkumların haline benzemektedir. Başka bir deyişle, aynı durum az ya da çok İnsanların Çoğu için söz konusu olduğundan, İnsanlar kendi mağaraların içinde mahkum durumda, görünüşler arasında, gerçekliğin epeyce uzağında yaşamaktadırlar.
Makyavelizm: 1469-1527 yılları arasında yaşamış olan İtalyan düşünürü Machıevellinin, devletin ya da devlet adamının, özellikle dış ilişkiler söz konusu olduğunda, ülkesinin yararına olabilecek her eylem ve hareket tarzının meşru olduğunu, amacın aracı meşrulaştırdığını dile getiren politik ilkesi ya da her türlü ahlâk ilkesini hiçe sayan siyasi görüşü.
Ulusal devlet düşüncesinin ilk büyük temsilcisi olan Machiavelli, devleti dini temellerinden koparmış ve devletin herhangi bir amaç ya da idealin aracı olmadığını söylemiştir. Devletin kendi içinde bir amaç olduğunu, devletin egemenlik için varolduğunu öne süren filozof, her şeyin, egemenlik amacını gerçekleştirmek için bir araç olduğunu, İnsanların değerli bulduğu her şeyin, bu amaca hizmet ettiği ölçüde iyi ve değerli olup çıktığını, yöneticinin, devletin egemenliğini tesis edebilmek için her yola başvurabileceğini belirtmiştir.
Malthusçuluk: 1766-1834 yılları arasında yaşamış olan İngiliz iktisatçısı T. R. Malthus tarafından savun ulan, doğumların kısıtlanması gerektiği öğretisi.
Dünyadaki nüfusun gıda kaynaklarına kıyasla çok daha hızlı arttığını, dünyada, gıdanın yalnızca aritmetik bir tarzda arttığı yerde, nüfusun geometrik olarak arttığını, dünyadaki nüfus artışının büyük boyutlara ulaşacağını, kaynakların herkes için yeterli olmayacağını, nüfus artışının yoksulluk, açlık gibi toplumsal problemlerin en büyük nedeni olduğunu savunan Malthusçuluğa göre, hızlı nüfus artışı yoksul toplumlarda gerçekleşir. Bu problemle baş edebilmek için, doğum kontrol programına ihtiyaç vardır.
Manişeizm: M.S. 3. yüzyılda İran’da Mani tarafından kurulmuş olan ikici dinsel hareket.
Zerdüşt inançlarıyla eski Mezapotamya dinlerinin bir sentezinden meydana gelen ikici bir din olarak Manişeizm, hem evrenin kendisini ve hem de İnsan varlığını, iyilikle kötülüğün, hayırla şerrin savaş alanı olarak görür. Bu iki temel ve karşıt güçten iyilik ışık, aydınlık ve ruh, kötülük ise karanlık, beden ve madde olarak ortaya çıkar. Bir beden ve bir de ruhtan mürekkep olan İnsan varlığının mutluluğu, söz konusu iki karşıt güç arasındaki dengeye bağlıdır. Buna göre, İnsan, iyilikle kötülüğün kaynaşması ve son çözümlemede iyiliğin zaferi olarak görülen mutluluk haline, bir yandan bilgi ve sezgi yoluyla, bir yandan da ahlâki erdemlerle yani bir tür çilecilik ve başka insanları sevmek suretiyle ulaşabilir. Maddenin ve bedenin kötülüklerine karşı din yardımıyla ayakta kalabilen ruh, ölünce Adil Yargıç tarafından yargılandıktan sonra ya cennete gider ya da maddeye dönüşerek sürekli bir mutsuzlukla belirlenir.
Maoizm: Çin’in eski komünist diktatörü Mao Zedung’un düşünce ve uygulamalarından meydana gelen siyasi öğreti.
Maoizm, temelde Marx’ın, Lenin ve Trotsky‘nin düşüncelerinden derlenmiş fikirlerin Çin’e özgü koşullara uygulanmasının sonucu olan Marksist bir görüştür. Bu öğretinin bağımsız felsefi bir değeri olmadıktan başka, Marksist öğretiye yaptığı ciddi bir katkı da yoktur. Günümüzde artık Çin’in resmi siyasi ideolojisi olmaktan çıkan Maoizm, Fransa’da, kimi Latin Amerika ülkeleri ve Kamboçya’da bazı azınlık goşist grupların bağlandığı bir ideoloji olarak varlığını sürdürmektedir.
Marcuse, Herbert: 1898-1970 yılları arasında yaşamış olan Alman asıllı ünlü Amerikan düşünür.
Frankfurt Okulu mensuplarından biri olan Marcuse, Marksist teoriyi 1920’den itibaren değişen tarihsel koşullarla uyumlu hale getirmenin mücadelesini vermiştir. Bu amaçla, eleştirel Marksizmin kendi versiyonunu öne süren ve 1960’lı yıllardan başlayarak uluslararası bir ün kazanan Marcuse, Amerika Birleşik Devletleriyle Avrupa’daki yeni sol hareketin destekçisi ve savunucusu olmuştur.
O, 1928 yılında yayımlanan ilk makalesinde, fenomenoloji, varoluşçuluk ve Marksizmin bir sentezini yapmıştır. 1933 yılında, Marx‘in Okonomischephilosophische Manuskriple [Ekonomi ve Felsefe Yazıları] adlı kitabını tanıtan Marcuse, böylelikle Marksizmm genç Marx’ın düşünceleri ve eserlerinin bakış açısıyla yeniden yorumlanması yolunu açmıştır.
1934 yılında, Nazi zulmünden kaçarak, Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden Marcuse, burada ilk büyük eseri olan Reason and Revolution [Akıl ve Devrim]’i yazmış ve modern toplum teorisinin doğuşunu incelemiştir. 1955’yılında yayınlanan Eros and Civilisation [Eros ve Uygarlık] adlı eserinde, o, Marx ve Freud’un bir sentezini yapmış ve baskıcı olmayan bir toplumun anahatlarını çizmeye çalışmıştır. 1958 yılında yayınlanan Soviet Marxism [Sovyet Marksizmi] adli eseriyle, 1964 yılında yayınlanan Öne Dimensional Man [Tek Boyutlu İnsan] adlı eserinde, hem Batı kapitalizmini ya da ileri kapitalist toplumları ve hem de komunist toplumları yoğun bir biçimde eleştirmiştir. Başka bir deyişle, yoksullaşmanın giderek artacağını ve sömürülen sınıfın bilinçlenmesinin devrime yol açacağını savunan Marx’ı eleştiren Marcuse, sanayileşmiş refah toplumlarının işçi sınıfını kendi içinde erittiğini, bu sürecin tüketim özlemi, yüksek ücretler ve medya yoluyla sağlandığını söylemiştir. O, geleneksel toplumlardaki fonksiyonel baskının, üretimin büyük bir hızla arttığı günümüz refah toplumunda fonksiyonel olmaktan çıktığını ve bir üst baskıya dönüştüğünü öne sürmüştür. Üretimin tek amaç olduğu, günümüzün totaliter, sanayi toplumunda, çok boyutlu bir varlık olan İnsanoğlu Marcuse’e göre, tek boyutluluğa indirgenmiş ve kendisine yabancılaşmıştır.
O, söz konusu eleştirinin ardından, estetik ve biyolojik değerlerin yüceltildiği bir toplum düzeni arayışına girmiştir. Geleceğin toplumuna ilişkin görüşleriyle özgürlükçü bir anarşist olarak nitelenen Marcuse, özgür, güzel, aydınlık, cinsel içgüdülerin bastırılmadığı, herkesin yeteneğine göre özgürce çalıştığı, çalışmanın bir oyun haline getirildiği, devletin baskıcı görevine gerek duyulmayan bir toplum düzenini özlemiştir.
Marx, Karl: 1818-1883 yılları arasında yaşamış ve düşünceleriyle oldukça etkili olmuş olan Alman düşünürü.
La Misere de la Philosophie [Felsefenin Sefaleti], Das Kapital [Kapital], Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilasophie [Hegel ‘in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı], Die Heilige Familie [Kutsal Aile], DIe Deutsch İdeoİogie [Alman İdeolojisi], Manifest der Kommunjstischen Partei [Komünist Parti Manifestosu], Die Klassenkampfe in Frankreich [Fransa’da Sınıf Mücadeleleri] ve Grundrisse gibi eserlerin yazarı olan Marx, bir toplum teorisyeni ve düşünürü, fakat aynı zamanda bir filozof olarak, kariyerinin özellikle ilk döneminde yabancılaşma kavramı üzerinde yoğunlaşmıştır.
Marx yabancılaşma konusunda Hegel ve Feuerbach’tan etkilenmiş olmakla birlikte, daha sonra da onlardan ayrılmış ve örneğin dini yabancılaşmanın gerçekte yabancılaşmanın yalnızca bir türü veya daha doğru bir deyişle, emaresi olduğunu öne sürmüştür. Yine, o böyle bir yabancılaşma konsepsiyonunun, İnsan hayatının hem boş, değersiz ve yabancılaşmış olduğunu ve hem de doğru kavrayış ve sağlam bir yoruma erişilmesi durumunda, gerçekte yabancılaşmış olmadığını savunmak bakımından olduğunu söyler. Hegel ve Feuerbach, İnsanların sadece kendilerini ve İnsanın yanlış anlayıp yorumladıkları için yabancılaştıklarını söyler; buna göre, yabancılaşma bir yanılsamanın sonucu ya da kendisi olup, gerekli felsefi bilgeliğe sahip olunduğu zaman, doğallıkla son bulur.
Yabancılaşmanın toplum düzeniyle olan ilişkisini vurgulayan Marx, Hegel ve Feuerbach’tan yabancılaşmanın nasıl sona ereceği konusunda da ayrılır: Ona göre, İnsanların modern kapitalist toplumda maruz kaldıkları sistematik yabancılaşma, İnsanın özüne veya gerçekliğe dair bilgelik yoksunluğunun bir sonucu veya bir yanılsama değil, fakat bütünüyle gerçek bir durumdur. Burjuva toplum düzeninde yaşayan modern İnsan hayatının boş ve anlamsız olduğunu, onun hayatı gerçekten de boş ve anlamsız olduğu, o değerli ve anlamlı bir hayat tarzını kendisi için imkansız hale getiren koşullarda yaşadığı için, hissetmektedir. Yabancılaşma bağlamında temel problem öyleyse, yabancılaşmış bireylerin, özgürleşme yolunda, Feuerbach’ta olduğu gibi, düşsel birtakım engeller değil de, zihindışı, gerçek engeller bulunmasından dolayı, anlamlı, eylemde bulunacak, değerli birtakım idealleri hayata geçirecek güçten yoksun olmalarıdır. öyleyse, yapılması gereken şey, öncelikle yabancılaşmayı ayrıntılı bir biçimde tanımlayıp ortaya koymak, ve modern toplumda, yabancılaşmaya yol açan ve İnsanın kendisini gerçekleştirmesine ya da özgürleşmesine engel olan koşulların ortadan kalkması için mücadele etmektir. Filozofların şimdiye kadar yalnızca dünyayı çeşitli şekillerde yorumladıklarını, oysa artık önemli olanın dünyayı değiştirmek olduğunu söyleyen Marx’ın aklında işte bu mücadele, İnsanın yabancılaşmayı aşıp, özgürleşebilmesi için mücadele etmek vardır.
Yabancılaşmış bir İnsanın hayatını “İnsanın özüne” aykırı bir hayat tarzı veya İnsan doğasına uygun düşmeyen bir yaşam şekli olarak tanımlayan Marx, eserinin çeşitli yerlerinde, işçilerin ürünlerinden uzaklaşıp, onlara yabancılaştıklarını; onların içinde çalıştıkları çevreyle yabancı ya da düşmanca bir ilişki içinde bulunduklarını; icra ettikleri işi, o doğal İnsani arzu ve özlemlerine en azından ilgisiz olduğu için, kendilerine yabancı bir şey olarak deneyimlediklerini; işbölümünün, İnsanları katı kategorilere ayırması ve İnsanların faaliyetlerini birbirleriyle yabancı bir ilişki içine sokmasından dolayı, yabancılaştırıcı bir sürece tekabül ettiğini; iktisadi sistemin, İnsanları başka insanların ihtiyaçlarına karşı kayıtsız hale getirerek, birbirlerine yabancılaştırdığını söyler.
Marx’ın yabancılaşma anlayışı, şu halde, onun İnsan doğasına veya İnsanın özüne dair görüşlerine bağlıdır. Ona göre, İnsanın özünü belirleyen birinci unsur, onun her şeyden önce bir türün, yani İnsan türünün üyesi olan ve bu durumun bilincinde olan bir varlık olmasıdır. İkincisi, İnsan yine özü gereği, başka İnsanlarla karşılıklı ilişki içinde bulunan bir sürü hayvanı ya da sosyal varlıktır. Üçüncüsü, İnsan nesnel bir varlıktır; dolayısıyla, o, içine kapanmak yerine, dış dünyaya yönelir ve kendisini üretim yoluyla ya da emeği sayesinde gerçekleştirir; yani, İnsan alet yapan, üreten bir varlıktır. Bununla birlikte, onda üretim kavramı İnsanın diğer özsel güçlerini dışta bırakmaz; nitekim, İnsanın kendisini rasyonel olarak belirlemesi, bilim ve sanatsal faaliyet, Marx’ta Özgür İnsanın üretiminin özsel bir bileşeni olmak durumundadır. 1- Evrensel, 2- Özgür, 3- Bilinçli (ya da rasyonel olarak kontrol edilen), 4- Toplumsal açıdan üretici faaliyete, sadece insan yetilidir. Beşinci bir kapasite ya da üst kapasite ise, 5- Çok sayıda beceri ve meziyetin, biri ya da ikisinin etkin gelişimini ihmal etmeden, geliştirilme, yani bütünsel gelişme kapasitesidir.
İnsan, Marx’a göre, kapitalist düzende söz konusu özsel niteliklerinden uzaklaşır, özüne yabancılaşır. Yabancılaşmanın bütün boyutlarıyla vuku bulduğu yer, paradoksal olarak, dinamik üretkenliğiyle, herkesin ihtiyaç duyduğu her şeye sahip olabileceği bir toplum düzeni yaratmaya fazlasıyla elverişli durumda olan burjuva kapitalist düzenidir. İşçi bu düzende her şeyden önce emeği-ne yabancılaşır. İşçi kapitalist düzende, yoğun işbölümünden dolayı, üretim eylemine de yabancılaşır. Marx’a göre, kapitalist düzende, üretim, eylemleri mühendislik hesaplarına göre dikkatlice ayarlanan veya belirlenen bir kollektif işçi tipi sayesinde arttırılır. Üretim süreci büyük bir titizlikle planlanır, çok çeşitli işlemler birbirlerinden ayrılıp bağımsız hale getirilirken, işçiler de başat özelliklerine göre sınıflanır ya da gruplanırlar. İşçi artık üzerinde en küçük bir etkisinin bulunmadığı üretim faaliyetinde basit bir vida sıkıcısıdır. Çok daha önemlisi işçi kapitalist düzende emeğinin ürününe yabancılaşır. Çünkü o kendi ürettiği ürünün şöyle ya da böyle, en sonunda tahakkümü altına girer. Bu üç düzeyde yabancılaşma, Marx’ta yabancılaşmanın birinci boyutunu ortaya koyar: Tinsel yabancılaşma, yani bireylerin kendilerini olumlayamamaları, doğrulayamamaları ve fiilen gerçekleştirememeleri durumu. Böyle bir yabancılaşma hali içinde, hakiki bir hayatın, dolu dolu bir yaşamın bütün içeriği boşalır, İnsanlar sadece hayatlarının değil, fakat kendilerinin de boş ve değersiz olduğu hissine kapılırlar.
Yabancılaşmanın İnsanın türsel varlığına veya başka İnsanlara yabancılaşmasıyla ilgili olan dördüncü düzeyi, bize yabancılaşmanın ikinci boyutunu, özgürleşmenin önündeki, kişisel olmayan veya anonim bir nitelik arzeden engelleri gözler önüne serer: Toplumsal yabancılaşma. İnsanın özünü ya da türsel varlığını ancak başkalarıyla ahenkli ilişkiler içinde, bireylerin özgürce gelişme ve hareket etme koşullarını hazırlamış bir cemaat hayatında veya komünal bir yaşamda gerçekleştirebileceği dikkate alınırsa, toplumsal yabancılaşma bireyin, kendi varlığının gerçek hayattaki görünümüne uygun düşen bir toplumsal toplumsal zeminden yoksun kalması anlamına gelir. Nitekim, İnsanlar arasındaki şeyleşmiş ilişkilere, der Marx, ancak bu maddi güçleri kendilerine bağımlı kılan ve işbölümünü kaldıran bireyler son verebilir. Bu da cemaat veya hakiki toplum olmadan mümkün değildir. Her birey kendi yeteneklerini her yönde geliştirme araçlarına yalnızca topluluk içinde sahiptir; dolayısıyla, kişisel özgürlük yalnızca cemaat içinde mümkün hale gelir.”
Toplumsal yabancılaşma, Marx’a göre, kapitalizmde farklı şekillerde ortaya çıkar. Bunlardan biri, sadece işçiler arasında değil, fakat aynı zamanda kapitalistler arasında da söz konusu olan rekabet olgusudur. Marx, kapitalizmde üretim araçlarını elinde bulunduran kapitalistleri harekete geçiren ya da güdüleyen en önemli şeyin, onların olabildiğince çok kazanç elde etme arzuları olduğunu söyler. Kapitalistler, bu amaca ulaşabilmek için, ya yeni teknikler icat etmek ya da elde olanları geliştirmek suretiyle üretim araç ve teknolojilerini sürekli olarak geliştirmek durumunda kalırlar. Bu gelişmenin toplum üzerinde 1 eskiye oranla çok daha fazla mal üretilmesi ve böylelikle de, üretim miktarının mütemadiyen artması ve 2 teknolojik gelişmenin benzeri meslek ya da işleri icra eden İnsan sayısının sürekli olarak azalmasına neden olması yoluyla yoğun bir etkisi olur; buna göre, maliyet azalırken, kapitalistin karı artar. Söz konusu üretim artışı sonucunda ortaya çıkan bu iki karşıt eğilim, rekabetle daha da belirginleşir. Daha fazla mal satmak ve böylelikle daha çok kar etmek isteyen iş adamı rakiplerini aşmak, alt etmek durumundadır. O bunun için fiyat kıran. Aynı üretim teknolojisinden rakipleri de yararlanacağı için, kapitalistin maliyeti biraz daha düşürebilmesinin tek yolu, Marx’a göre, emeğin payının, işçiye ödenen ücretin düşürülmesidir. Makineleşmeden dolayı zaten artan bir işsizlik söz konusuyken, işçiler bu yeni durum karşısında, varolan işler için kendi aralarında kıyasıya bir rekabete girer ve daha az ücretle çalışmayı kabul ederler. Başka bir deyişle, Marx’a göre, kapitalist sistemde İnsanlar sadece zengin olmak için değil, fakat karınları doyurabilmek için de, birbirlerini ezer ve adeta yerler.
Toplumsal yabancılaşmanın başka bir görünümü ise, Marx’a göre, her türden fetişizmdir. O modern kapitalist toplumun yalnızca teknolojiye değer vermekle kalmayıp, teknoloji tarafından üretilen nesnelere taptığını da söyler. Bu düzende İnsanlara gösterilen saygı, verilmesi gereken değer, teknolojiye ve teknoloji tarafından üretilen nesnelere verilir. Böylesine gerçek bir fetişizm içinde, İnsanlar birbirlerini değeri olmayan makine ya da araçlar olarak görürlerken, makineler de tanrılaştırılır. Kapitalist toplum düzeni, şu halde, İnsanları birbirlerinden tümden uzaklaştıran, toplumun İnsan için dayanılmaz hale geldiği, ahlâksız bir düzendir.
Marx kapitalizm eleştirisinden veya kapitalist toplum düzeninde yabancılaşmanın boyutlarına dair analizinden üç sonuca ya da teze ulaşır: 1- Kapitalist toplum düzeninde yaşayan İnsanların çok büyük bir çoğunluğu yabancılaşmıştır. 2- Bu yabancılaşmanın temel nedenleri, kapitalist üretim tarzı hakim olduğu veya varlığını devam ettirdiği sürece ortadan kaldırılamaz; dolayısıyla, yabancılaşmış insanların, bu düzende özgürleşebilmeleri ya da kendilerini gerçekleştirebilmeleri mümkün değildir. 3- Dolayısıyla, yabancılaşma ancak post-kapitalist bir düzen veya üretim tarzında ortadan kalkabilir; İnsan yalnızca burada özgürleşebilir.
Marx, kendisinde İnsanın her şeye yabancılaştığı bir sosyal düzen olarak tanımladığı kapitalizmin yıkılması gerektiğini ve kapitalizmin yıkılışının yalnızca devrim, yani şiddet yoluyla olacağını söylemiştir. Kapitalizmden sosyalizme geçişin barış yoluyla gerçekleşememesinin nedenini Marx, devletin, toplumun zenginliğini kontrol altında bulunduran egemen sınıf tarafından kullanılan bir araç olduğu görüşüyle açıklar. Egemen sınıf bu araç ya da aygıtı, kitleleri sömürmek amacıyla kullanır. Devletin tüm öğe ve birimleri, Marx’a göre, statükoyu korumak için düzenlenmiş, yani egemen sınıfın iktidarını sürdürebilmesi için ayarlanmıştır. Mahkemeler, polis ve hatta hükümet, Marx’a göre, yönetici sınıfın çıkarlarını korumak için vardır. Bunlar, bir başkaldırıyla karşılaşıldığı takdirde, hemen bastırırlar. Bundan dolayı, proletaryanın devrim dışında bir yolla egemen olabilmesi mümkün değildir.
Marksist sosyoloji: Marx’ın ölümünden sonra, 20. yüzyılda ortaya çıkan ve Marx’ın toplum teorisini koruyarak onu günümüz koşullarına uyarlayan sosyoloji anlayışı.
Buna göre, Marksist toplum teorisyenleri, kapitalizmin çöküşü veya sınıf savaşının keskinleşmesiyle ilgili hiçbir gösterge bulunmadığı için, bir yandan Marx’ın şemasının ya da temel tezlerinin gözden geçirilmesi gerektiğini savunurken, bir yandan da sermaye ile emek arasındaki çatışma düşüncesini çağdaş kapitalizmin koşullarına uyarlamaya çalışmışlardır. Politik analizlerinde, devletin egemen sınıfın aracı olduğu görüşünden belli Ölçüler içinde vazgeçen Marksist sosyologlar, ekonomi alanında. Marx’ın kendisinden farklı olarak, kapitalizmin tekelci evresi üzerinde yoğunlaşmışlardır.
İşte bu genel çerçeve içinde, Marksist felsefeyle Marksizmin yönteminden yararlanmayı sürdüren Marksist sosyoloji, ideoloji terimini analiz etme işine çok büyük bir zaman ve enerji ayırmış ve kapitalizmin varlığını sürdürmesinin, büyük ölçüde egemen sınıfın ideolojik kontrolünün sonucu olduğunu öne sürmüştür.
Marksizm: Alman düşünürü Karl Marx ve onun Friedrich Engels, Karl Kaustky, Vladimir İlyiç Lenin, Rosa Luxemburg, György LukAcz, Karl Kosch, Antonio Gramsci ve Louis Althusser gibi 20. yüzyıldaki sadık izleyicileri tarafından geliştirilmiş olan ekonomik, siyasi teoriyle toplum teorisi.
Marksizm her şeyden önce, varolan ve geçmişte varolmuş olan toplumlara ilişkin bir analiz ve açıklamadan, özellikle de kapitalist topluma yönelik bir eleştiriden meydana gelir; Marksizmin söz konusu analiz ve açıklaması, toplumsal değişme ve gelişmeyi açıklarken, varolan tüm etkenler arasında, ekonomi etkenine özel bir önem ve ağırlık verir. Determinist bir Öğreti olan Marksizm, sömürüye dayanan ve sınıflara ayrılmış bir toplum düzenine alternatif olarak sınıfsız bir toplum modeli önerisinde bulunur. Marksizm bu çerçeve içinde, nihayet toplumlara ilişkin bir analizden oluşup, sınıfsız bir toplum düzenine geçişin yollarını gösteren bir öğreti olarak ortaya çıkar.
Marksizmin eleştirisi: Karl Marx’ın tarihsel materyalizmine, kapitalizmle ilgili görüşlerine ve bir bütün olarak Marksizmin kendisine yöneltilen eleştiriler bütünü için kullanılan genel deyim.
Buna göre, Marksizme yönelik eleştiriler iki başlık altında toplanabilir. Bunlardan birincisi, aynı Marksist gelenek içinde yer alan Frankfurt Okulu mensupları benzeri düşünürlerin eleştirileridir. Bu düşünürler, Marksizmi özde doğru bir öğreti ya da yaklaşım olarak görürken, onun Marx’tan sonra özellikle Engels eliyle popülerleştirilip, Komünist Partilerin resmi ideolojisi haline getirilmesine karşı çıkarlar. Teorinin bu şekilde pozitivist bir bakış açısıyla bilimselleştirilmesi, Frankfurt Okulu düşünürlerine göre, onu tümden dogmatikleştirerek bir inanç parçası haline getirmiş ve parti entellektüellerini eleştiriden koruyan bir kalkana dönüştürmüştür. Buna göre, teorinin gelişimi ortaya çıkış amacına tümüyle ters bir yönde olmuş ve teori özgürleştirme amacına hizmet etmek yerine, baskının alternatif adı olmuştur.
Marksizmi eleştirenlerin esas büyük bölümü, ona bir bölümüyle değil de, tümden karşı çıkanlardan oluşur. İşte bu bağlamda, Marksizmi eleştirenler, öncelikle Marx’ın kapitalizmden sosyalizme geçiş için öngördüğü yönteme karşı çıkmışlardır. Şiddet ve devrime karşı yöneltilen bu itiraz, söz konusu yöntemin yasanın yönetimine ve demokrasiye karşı olduğunu, şiddetin bir kez başladı mı, sonunun hiç gelmeyeceğini belirtir. En azından, kapitalizmden sosyalizme geçiş, şiddet. ve devrim yerine, barışçı yöntemlerle, aşama aşama olmalıdır. Bu itiraza karşı Marx, barışçı yöntemlerden yararlanmanın, devletin mahiyetinden dolayı imkansız olduğunu belirtmiştir. Dahası, Marx’a göre, demokrasiyi savunanlar bile, mutlak bir otorite sergileyen baskıcı yönetimlerin iş başından başka yöntemlerle uzaklaştırılamadıkları zaman, başkaldırının haklı kılınabilir olduğunu düşünürler. Marx bu çerçeve içinde, kapitalistlerin bu türden zorbalar olduklarını öne sürer. Başkaldırı yalnızca zorunlu değil, fakat haklı kılınabilir bir şeydir. Gerçek bir demokrasi, ancak ekonomik bir eşitliğe dayanabilir.
Marx’ın söz konusu öğretisi, ayrıca diyalektiğe dayandığı gerekçesiyle eleştirilmiştir. Bu eleştiriye göre, diyalektik, metafizik ve a priori bir kavram olduğu için, deneysel olarak doğrulanamaz. Eleştiri sahiplerine göre, tarih gerçekte bu tür bir diyalektik modele göre gelişmemektedir. Yine, Marx’ın diyalektik üzerindeki ısrarının, sınıfların yok olacağı inancıyla tutarlılık içinde olmadığına işaret edilmiştir. öte yandan, Karl Marx’ın kapitalizmin ahlâkına ilişkin görüşlerine, yalnızca kapitalizmin gelişimindeki başlangıç evrelerini betimlediği gerekçesiyle itiraz edilmiştir.
Yine, ciddi bir eleştiri olarak, kapitalizm, aldığı birtakım önlem ve gerçekleştirdiği birtakım gelişmelerle, çalışanlara belli bir refah ve mutluluk sağladığı için, onun kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, yabancılaşmanın artacağı öndeyişinin gerçekleşmediği belirtilmiştir. Marx’ı eleştirenlere göre, kapitalizm yüzyıllardan beri hakim ekonomik ;model olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Bundan dolayı, Marx’ın kapitalizmin yıkılacağı ve devrimin Avrupa’nın sanayileşmiş toplumlarında olacağı kehaneti de gerçekleşmemiştir. İşçiler. sosyo-ekonomik bakımdan daha da gerilemek yerine, giderek daha iyi duruma gelmektedirler. Çalışma saatleri azalmakta ve sosyal güvenlik sistemleri gelişmektedir. Bu nedenle, Karl Marx’ın kapitalizme ilişkin analizi yeterli ve doyurucu olmaktan uzaktır.
Kapitalizmde işsizlik ve enflasyon söz konusu olsa bile bunlar kısa sürelidir. Marx’ı eleştirenlere göre, kapitalist sistem kendi güçlüklerini kendisi çözebilmektedir. Kapitalizm modern finans tekniklerinin kullanılması, faiz oranlarına müdahale edilmesi yoluyla, tekelleri engelleyen yasalarıyla, sendikaları, emeklilik ve sosyal güvenlik planlarıyla, kendi güçlüklerini aşabilmekte ve işçinin sistemden yarar sağlayabilmesine olanak vermektedir.
Materyalizm: Yalnızca maddenin gerçek olduğunu, madde ve maddenin değişimleri dışında hiçbir şeyin varolmadığını, varlığın madde cinsinden olduğunu öne süren görüş; yer kaplayan, girilmez, yaratılmamış ve yok edilemez, kendinden kaim olan, harekete yetili maddenin, evrenin biricik ya da temel bileşeni olduğunu savunan varlık anlayışı.
Evrendeki tek tözün madde olduğunu, varlığın fiziki bir nitelik taşıdığını ve evrende tinsel bir tözün bulunmadığını öne süren görüş, ve indirgemeci bir öğreti olarak materyalizm yalnızca maddeye varlık yükler, zihin ya da ruba bağımlı bir gerçeklik ya da ikinci dereceden bir varlık verir veya ruhun hiçbir şekilde varolmadığını öne sürer. Gerçek dünyanın, halleri ve ilişkileri itibariyle değişen maddi şeylerden meydana geldiğini savunan maddecilik, maddi bir şey ya da nesneyi ise, sadece mekan ve zaman içinde olma, şekil, büyüklük, kütle, katılık, sıcaklık türünden fiziki özellikler sergileyen bir şey olarak tanımlar.
Materyalizm, buna göre, fiziki bilimlerin belli fenomen öbeklerini yalnızca fiziki koşullara yönelerek açıklama çabasında olan materyalist metodolojisinden de yararlanarak, realist bir bakış açısıyla, İnsan varlıklarına duyu deneyinde sunulan dünyanın, rasyonel bir biliş tarzının kendilerine erişemediği şeyleri gizleyen fenomenal bir fantezi olmayıp, temel gerçeklik olduğunu savunan, doğadan ayrı bir kendinde şeyler dünyasının, doğanın ötesinde, dinin, önsezilerimize ve duygularımıza müracaat eden, ama akıldan destek bulmayan geleneksel batıl inançlara başvurmak suretiyle varlığını bildirdiği türden doğaüstü bir dünyanın varolmadığını öne süren görüşe karşılık gelir.
Vahye ve vahye dayanan dine, geleneksel olarak kutsanan batıl inançlara, ciddi araştırma ve argümanlardan çok arzuların sonucu olan kanaatlere karşı olumsuz bir tavır takınan ve tinsel bir gerçeklik olarak Tanrı’nın hiçbir şekilde varolmadığını savunan bakış açısını ifade eden materyalizm, daha özel olarak da, 2- Değerler alanında maddi zenginlik ve refahın, bedensel tatminlerin ve duyumsal hazların İnsanın elde etmesi ya da ulaşması gereken en temel değerler olduğunu savunur. Söz konusu popüler anlamı içinde materyalizm, İnsan varlığında, kendisini hazcı bir kişisel çıkar ve madde duygusuyla harekete geçiren doğuştan bir psikolojik mekanizmanın bulunduğunu ifade eder.
3- Materyalizm, zihin-beden ilişkisi konusunda ise, genel olarak zihinsel ya da tinsel olan her şeyin, geçerli bir felsefi analizle maddeye indirgenebileceği görüşüne karşılık gelir. Bu çerçeve içinde, üç tür materyalizmden söz edilebilir: Bunlardan birincisi 3-a) zihni maddenin bir sıfatı, niteliği yapan sıfatsal materyalizm; 3-b) ikincisi, zihni ve zihinsel olanı maddenin ve maddi olanın bir etkisi ya da sonucu ,olarak yorumlayan nedensel materyalizm ve üçüncüsü de, 3-c) zihinsel süreçlerle olayları, özü itibariyle maddi süreç ve olaylar olarak gören eşitleyici materyalizmdir.
4- Kültürel alanda ise materyalizm, kültürün tarih içindeki üretim ve alımlanma koşullarından ayrılmaz olduğunu; politik anlamı bulunmayan hiçbir kültürel pratik bulunmadığını ve dolayısıyla kültürün bütünüyle politik olduğunu savunan görüşü tanımlar.
Felsefe tarihindeki farklı materyalist felsefelere öncelikle atomculuk örnek verilebilir. Buna göre İlkçağ felsefesinde sırasıyla Leukippos, Demokritos, Epiküros ve Lukretius tarafından savunulmuş olan atomculuk, evrenin bileşik cisimlerden, bu bileşik cisimlerin ise, maddenin en küçük bölünemez parçasına karşılık gelen atomlardan oluştuğunu, her şeyin atomların boşluk içindeki hareketleri sonucunda ortaya çıktığını öne süren, evrende mutlak bir nedenselliğin hüküm sürdüğünü kabul eden, İnsan ruhunun ince atomlardan meydana geldiğini, tanrıların bile cisimsel olduklarını söyleyen materyalist bir görüştür. Atomculuğu 17. yüzyılda yeniden canlandıran ve bilimsel bir teori olarak öne süren Gassendi, atomların, Demokritos gibi, büyüklük ve şekilleri, Epiküros gibi de, ağırlıkları olduklarını savunmuş ve buna ek olarak atomların katılık özelliğine sahip bulunduklarını söylemiştir. Gerçekliğin maddi bir yapıda olduğunu öne süren Gassendi, bir yandan da, atomların ezeli olmayıp, Tanrı tarafından yaratılmış olduklarını iddia etmiştir. Atomlar bir kez yaratıldıktan sonra, dünyayı meydana getirecek şekilde hareket içinde olmuşlardır.
Yalnızca mekanik değil, fakat aynı zamanda determinist bir materyalizmin savunucusu olan İngiliz filozofu Hobbes’un maddeciliğinin temel kategorileri zaman, mekan, hareket, nedensellik, cisim, nicelik, güç ve eylemdir. Maddenin atomlardan oluştuğunu öne süren Hobbes, 1- Yeryüzü ve yıldızlar türünden gözle görülebilir cisimler, 2- Yeryüzü ile yıldızlar arasındaki bütün mekana yayılan küçük atomlar türünden gözle görülemez cisimler ve 3- Evrenin geri kalanını dolduran ve hiç boş mekan bırakmayan akışkan eter türünden cisim olmak üzere, üç tür cisim olduğunu belirtmiştir.
Söz konusu İngiliz materyalizmine karşı Fransız maddeciliğinin en önemli temsilcisi olan P. B. Henri d’Holbach’ın materyalist sisteminin temel kategorileri ise, 1- madde, 2- hareket ve 3- nedenselliktir. Varolan her şeyin hareket halindeki maddeden meydana geldiğini belirten Holbach, maddenin özünün hareket ve eylem olduğunu öne sürmüş-tür. Maddenin sürekli hareketini açıklayabilmek için de, filozof, Yunanlıların eski dört öğe görüşünü canlandırmıştır. Cisimsel olmayan bir varlık düşüncesi Holbach’a göre anlamsız olduğundan, ruhun ve Tanrı’nın varoluşundan söz edilemez.
Alman materyalistlerine gelince... Diyalektik materyalizmi çok yoğun bir biçimde etkilemiş ve epistemolojik idealizme mutlak bir biçimde karşı çıkarak materyalist bir gerçeklik anlayışı benimsemiş olan L. A. Feuerbach ‘in mekanik materyalizminin temel tezleri şunlardır: 1 Bilginin nesneleri, bilen İnsan varlığından bağımsız bir varoluşa sahiptir. 2 Gerçekten varolan, buna göre, yalnızca hareket halindeki maddedir. 3 Bilgi duyularla başlar ve duyuların sonucudur. 4 Tinsel varlıkların ya da maddi olmayan varlıkların varoluşundan söz edilemez. 5 İdea ya da ideallerin varoluşundan söz edilemeyeceği gibi, bunların İnsanlık tarihinde belirleyici bir rolleri de yoktur.
Diğer bir materyalist Alman filozofu. olan L. Büchner, maddesiz güç, ve güçten yoksun madde olamayacağını iddia etmiştir. Enerjinin maddenin ayrılmaz, özsel bir özelliği olduğunu öne süren ve böylelikle elektromanyetik madde teorisinin doğuşuna katkı yapan Büchner, maddenin yaratılamaz ve yok edilemez olduğunu savunmuştur. Madde, geçirdiği tüm değişimlere karşın, Büchner’e göre, aynı kalır. Madde, zamanı ve mekan bakımından sınırsızdır; onun başı ve sonu yoktur. Öte yandan, bir biyolog filozof olan E. Haeckel’in birci ya da doğalcı maddeciliğinin temel kategorileri de töz, madde ve güç ya da enerjidir. Bunlardan töz ilk, madde de ikincil kategoridir. Buna göre, yer kaplayan madde ile hareket ettirici güç olan enerji, bir ve aynı tözün iki ayrı sıfatıdır.
Mauetike: Ünlü Yunan filozofu Sokrates’in ilk bakışta olumsuz bir öğretim yöntemiymiş gibi görünen doğurtma ya da öğretim yöntemi.
Gerçek öğretim faaliyetinin, sanki bilgi temas yoluyla dolu bir kaptan boş bir kaba damla damla akıtılabilen bir şeymiş gibi, bilginin öğretmenin çabasıyla bir başkasının ruhuna damla damla akıtmak, öğrencinin zihninde yoktan varetmek olmadığını savunan Sokrates, felsefi tartışmalarında, tıpkı bir ebe gibi, öğrenciye kendinden bir bilgi aktarmamış, yalnızca öğrencide zaten varolanı gün ışığına çıkarmaya çalışmış, öğrencilerin kendilerine gebe kaldığı düşünceleri doğurması için yardım etmiştir.
Öğretmenin bilgiyi veren kimse, ya da bilginin nedeni olmadığına, yalnızca bilginin doğuşu için bir araç olduğuna, eğitim ve öğretimin, öğretmen tarafından birtakım malumat ve bilgilerin öğrenciye aktarılması olmadığına inanan Sokrates, doğurtma yöntemiyle, önce öğrencinin bilgiye duyduğu ihtiyacın farkına varmasını sağlamış onu araştırmaya sevk etmiş; öğrenciye, kendisine ait bir bilgiye ulaşması için, uygun sorularla yardım etmiş ve ortaya çıkan bilgiyi öğrencinin kendisine mal edebilmesi için de, yine sorularıyla, öğrencinin bilgisinin hesabını vermesine, onu argümanla savunabilir hale gelmesine yardımcı olmuştur.
Mazoşizm: Kişinin cinsel doyuma, salt ıstırap çekerek, kendisine eziyet ederek veya kendisini onur kırıcı bir kırıcı duruma düşürmek suretiyle ulaşabilmesinden oluşan sapkınlık.
Mazoşizm biraz daha genel olarak, kişinin kendisini üzmekten, hırpalamaktan veya hırpalanmasına izin vermekten haz alma durumunu ifade etmek için kullanılır.
Medinetü’l cahile: Devlet anlayışında veya siyaset felsefesinde, etikten yola çıkan, ve dolayısıyla İnsanın, tecrit edilmiş bir halde değil, fakat iyi yönetilen bir toplumda başkalarıyla iyi ilişkiler içinde yaşadığı ve doğru yönlendirildiği zaman ancak, erdemli olabileceğini; erdemli olabilmek için, İnsanın iyi düzenlenmiş ve doğru yönlendirilen erdemli toplumlarda yaşama Zorunluluğu bulunduğunu söyleyen Farabi’de, ideal devletin tanı zıddı olan erdemsiz toplum.
Böyle bir toplum, başındaki hükümdarın, kötü bir yönetici olduğu, istibdat, sefahat ve tutkunun hüküm sürdüğü, erdemi hiç tanımayan bir toplumdur. Farabi, bu kötü sosyal düzeni şu terimlerle anlatır: Cahil şehir, halkı mutluluğu bilmeyen, mutluluktan habersiz olan şehirdir. Onlar mutluluk konusunda aydınlatılsalar bile, onu ne anlayacak, ne de [ona] inanacaklardır. Onların bildiği tek iyi şeyler, görünüşte iyi oldukları zannedilen bazı şeylerdir ki bunlar beden sağlığı, zenginlik, şehevi zevkler, İnsanın kendi arzularının peşinden koşma serbestliği, saygı ve itibar görme gibi hayatta gaye oldukları düşünülen şeylerdir. Cahil şehrin halkına göre, bunların her biri mutluluk çeşididir ve en büyük, en tam mutluluk da onların hepsinin toplamıdır. Onların zıddı olan şeyler. yani hastalık, yoksulluk, zevklerden mahrum olma, arzularının peşinden koşmada serbest olmama, saygı ve itibar görmeme de kötülüklerdir.»
Farabi’de medinetü’l cahilenin zıddı olan erdemli topluma, yöneticisi bilge ve iyi ya da daha doğrusu peygamber, yurttaşları erdemli olan topluma medinetül fazila adı verilir. Onun siyaset felsefesinde, gerçek mutluluk, bir tür aydınlar aristokrasisi tarafından yönetilen söz konusu ideal toplumda gerçekleşmek durumundadır.
Mensiyüs: M.Ö. 371-289 yılları arasında yaşamış, ve insan doğası ve siyaset üzerine olan görüşleriyle Konfüsyusçuluğu temellendirmeye ve güçlendirmeye çalışmış olan Çinli düşünür.
Meng Tse ya da Mensiyüs, İnsanın doğuştan iyi olduğunu, İnsanın eğiliminin iyiliğe doğru olduğunu, doğru yolu bulmak için, vicdanımızın sesine, bizde doğuştan varolan doğal bilgiye dayanmamız gerektiğini, uyum içinde yaşamamızın anahtarının kendi içimizde olduğunu ve bizim uyumlu yaşadığımız takdirde, toplum düzenin de, kendiliğinden en iyi bir biçimde kurulacağını söylemiştir. İnsanların, içlerindeki doğal eğilime uygun düşmeyen kötülükler yapmaları durumunda, Mensiyüs’e göre, bunun nedeninin dışarıda, yanlış uygulamalarda, haksızlıklarda. düzen bozukluğunun kişiyi ittiği bataklıkta ve yöneticilerin yetersizliğinde aramak gerekir.
Siyaset alanında, savaşa, gösteriş ve savurganlığa karşı çıkan, yönetim biçimi olarak monarşiyi demokrasiye yeğ tutan Mensiyüs’a göre, bir demokraside herkesin iyi eğitilmiş olması gerekir, fakat monarşide bir hükümdarın doğru yola sokulmasıyla belli bir toplum düzeni kurulabilir. Bununla birlikte, Mensiyüs’a göre, önemli olan halktır, halkın iyiliği için çalışmaktır. Nitekim, o, bu çerçeve içinde, halkın iyiliği için çalışmayan. görevini yapmayan bir hükümdarı tahttan indirmenin halkın hakkı, hatta görevi olduğunu söylemiştir.
Merkezicilik: Belli bir değerler sistemini temsil eden merkezin, toplumsal sistemde refahın, ödül ve rollerin dağılımını meşrulaştıran bir otorite kaynağı olduğunu, periferi ya da çevrede başka toplumsal grupların bulunduğu yerde, merkezde elitlerin olduğunu savunan görüş; ya da aynı bağlamda. veya genel emperyalizm öğretisinin oluşturduğu çerçeve içinde, merkezin gelişmiş ve endüstrileşmiş olduğu yerde, ona bağımlı periferinin gelişmemiş ve endüstrileşmemiş olduğunu iddia eden öğreti de merkezicilik olarak tanımlanır.
Meşruiyet: Siyaset biliminde, politik bir sisteme, devlete veya hükümete itaat edilip edilmemek, bir teoriyi benimseyip benimsememek gerektiğini belirleyen durum. Siyasi iktidarın sadece kurumsallaşmasına değil, fakat aynı zamanda ahlâki bakımdan temellendirilmesine imkan veren süreç.
Politik sistemlerle ilgili sınıflamaların çeşitli siyasi meşruiyet türlerine bağlı tipolojilere dayandığı dikkate alınırsa, tek tek her politik sistemi kurumsallaştıran ve temellendiren birtakım ilke veya süreçlerin olması anlaşılır bir şeydir. Ya da başka türlü ifade edildiğinde, bir teori ya da politik sistemin meşruiyetinden söz etmek, ona- otorite kazandıran, şeyden konuşmak anlamına gelir. Örneğin Marksizm, toplumun bir parçasının diğer parçası üzerinde hakimiyet kurmasına göz yuman ideolojilerin tam tersine, kendisini bilimsel ilkelere dayanan bilimsel bir teori olarak görür. Aynı şekilde, Batı liberal demokrasisi gücünü belirli devredilemez temel hakların sahibi olarak münferit bir bireysel İnsan varlığı anlayışından alır; Batı toplumunun politik sistemi onun bu hakları korumasıyla meşrulaştırılır.
Bu bağlamda, politik otoritenin desteğini yitirmesi, kendisini ahlâken temellendirememesi, haklı kılamaması ve birtakım sorunları çözmek isterken bir bunalıma yol açması durumuna meşruiyet bunalımı adı verilir. Meşruiyet krizi üzerinde çokça çalışmış olan Frankfurt Okulu teorisyeni Habernas, kapitalist toplumda meşruiyet bunalımına esas ekonomik bunalımın yol açtığını iddia etmiştir. Buna göre, kapitalist toplum ekonomik problemlerle başa çıkmak amacıyla, istikrarsız ve değişken bir pazar ekonomisi üzerine istikrarlı bir sosyal düzen inşa etmenin imkansızlığının sonucu olan bir şey olarak, rasyonalite bunalımına yol açar. Rasyonalite krizi ise, devletin çatışan talepleri ve karşıtlaşan çıkarları uzlaştıramadığı için meşruiyetini yitirmesini ifade eden bir meşruiyet krizine neden olur. Bununla birlikte, devlet farklı çıkarları uzlaştırmada başarıya ulaşırsa, bu kez iş ahlâki ve rekabet dürtüsü, toplumsal bütünlüğü tehlikeye sokan bir güdülenme bunalımına yol açacak şekilde zayıflar.
Milet Okulu: İlkçağ Yunan felsefesinin, aynı zamanda İyonya Okulu olarak bilinen, M. Ö. 6. yüzyılda Thales tarafından kurulmuş ilk okulu.
Milliyetçilik: Dil, tarih ve kültür birliğine dayalı ulusun ve devletin mutlak ve temel bir değer olduğunu kabul eden anlayış.
Bireylerin devletin büyüklüğünü sağlayacak ve koruyacak şekilde, devletin ihtiyaçlarına uygun olarak davranmaları gerektiğini, davranışlarını bu amaca göre ayarlaması gerektiğini öne süren akım olarak milliyetçilik, ulus olgusunu, o ulusu meydana getiren bireylere, hukuki bir yapı olan devlete dönüştürme imkanı sağlamıştır.
Modern: Düşüncedeki açıklık, özgürlük, otoritelerden bağımsızlık ve en yeni ve en son dile getirilmiş düşünceler üzerine bilgi anlamına gelen sıfat.
Modern felsefe: Avrupa’da, on beşinci yüzyıldan başlayıp, 20. yüzyıla dek olan felsefe. Modernlik, bir çağın temel özelliklerini, kendisinden önceki çağ ile karşı karşıya getirerek, ortaya koymayı ifade ettiğinden. modern felsefenin temel özellikleri, Ortaçağ felsefesinin özellikleriyle karşı karşıya getirilerek şöyle ortaya konabilir:
1- Modern felsefe, her şeyden önce oldukça farklı bir siyasi ve toplumsal yapının felsefesidir. Çünkü, Ortaçağın birlikli feodal toplum yapısı, yerini çok uluslu bir yapıya, bağımsız devletler topluluğuna, ümmetçilikle, mutlakiyetçilik ve kollektivizm de yavaş yavaş yerlerini ulusçuluk, bireycilik ve düşünce, duygu ve eylemde özgürlüğe bırakır. 2- Ortaçağ felsefesinin eser verme tarzı, belli düşünürlerin, özellikle de t Aristoteles’in belli eserleri üzerine standart şerhler yazmaktan oluşurken, modern felsefede, filozoflar hiçbir şekilde şerh yazmayıp, özgün denemeler kaleme almışlardır.
3- Ortaçağ felsefesi kurumsallaşmış bir felsefe olup, tüm önemli filozoflar, üniversitede ders verme işiyle meşgul olmuşlardır. Oysa, modern dönemde, önemli filozoflardan hemen hiçbiri, en azından on dokuzuncu yüzyıla kadar, üniversitede çalışmamıştır.
4- Yine, Ortaçağda felsefe, dar bir çerçevede, kilise etrafında ve üniversite içinde gerçekleştirilen akademik bir uğraş iken olup, teknik bir felsefedir. Halk kitleleri bu bakımdan cahil addedilmiştir. Buna karşın, modern dönemde, felsefe, matbaanın da etkisiyle, geniş kitlelere ulaştırılmaya çalışılmış bir felsefedir. Filozofların hemen tümünde, halkı aydınlatma, bilinçlendirme gibi bir çaba söz konusu olmuştur. 5- Ortaçağda felsefenin geleneksel bir yapısı varken, modern felsefe, geleneği tümüyle yıkan bir felsefedir.
6- Ortaçağ felsefesinin dogmaya, kiliseye tabi olduğu yerde, modern felsefe, salt aklın ürünü olmak anlamında, özerk olan bir felsefedir. Başka bir deyişle, Ortaçağ felsefesi, teolojiye bağlı, teolojinin hizmetinde olan bir felsefe iken, modern felsefe teolojiden tümüyle bağımsız olmuştur. 7- Ortaçağ felsefesinin Tanrı merkezli olduğu yerde, modern felsefe İnsan merkezlidir. Nitekim, özellikle Rönesans ve Aydınlanma felsefesine damgasını vuran akım hümanizmdir. 8- Yine, Ortaçağ felsefesinde, doğa hiçbir zaman ayrı bir araştırma konusu olmamışken, modern felsefede, doğa, özellikle gelişen bilimin etkisiyle, felsefenin en önemli araştırma konusu haline gelir. Başka bir deyişle, Ortaçağ felsefesinde, doğa temel gerçekliğin uzak bir gölgesi olarak görülürken, modern felsefe doğanın, dünyanın niceliksel olarak belirlenebilir olan içkin yapısıyla ve dinamik süreciyle ilgilenir.
9- Ortaçağ felsefesinde, doğa tanrısal varlık alanının bir uzantısı ya da tezahürü olarak görüldüğü için, teleolojik bir doğa anlayışı hakim olmuştur. Oysa, modern felsefede, mekanik bir doğa anlayışı ön plana çıkar. Buna göre, modern felsefede, doğa, mekanik nedenlerin etkisiyle gelişen, toplam enerji ya da hareket miktarının sabit olduğu, kendi içine kapalı bir sistem haline gelir. Başka bir deyişle, Ortaçağın doğaüstücü varlık anlayışı, modern felsefede yerini doğalcılcılığa bırakır.
10- Bu durum, modern felsefede, ahlâk felsefesi açısından da bir değişime yol açmıştır. Ortaçağın etik anlayışı, Tanrı aşkıyla, ebedi bir saadetle belirlenen bir ahlâk anlayışıyken, modern felsefede, kendi içine kapalı bir sistemde, İnsanın özgürlüğünü kurtarma ve yeni bir etik anlayışı, dini ya da teleolojik ahlâktan bağımsız, özerk bir etik geliştirme söz konusu olur. 11- Modern felsefede, felsefenin, Ortaçağ felsefesinin tersine, İnsan merkezli olmasına koşut olarak, İnsan psikolojisi de gelişir. Bu durum hemen tüm modern filozoflar, ama özellikle de Ada Avrupa’sı empirist filozofları için geçerlidir. Locke, Berkeley ve Hume gibi empirist düşünürler, yurttaşları Newton’un fiziki alem için yaptığını, ruhsal veya zihinsel alem için yapmaya çalışmışlardır.
12- Modern felsefe için, herhalde en belirleyici özellik, biraz da bilimsel devrimin etkisiyle, epistemolojinin düşünce tarihinde ilk kez ontolojinin önüne geçmesi, ve dolayısıyla varlık merkezli bir düşünce tarzından ben merkezli bir düşünce tarzına geçiştir. Buna göre, Ortaçağ felsefesinde, tıpkı ilkçağ felsefesinde olduğu gibi, ontoloji önce gelir ve düşünürler, hiçbir istisna olmadan, realist bir tavırla, zihinden bağımsız bir gerçekliğin varolduğunu öne sürerken, nesneden özneye geçişte, dış gerçekliğin zihin tarafından bilinmesi sürecinde problematik bir şey olmadığını düşünürler. Oysa, modern felsefede, filozoflar, zihinden ya da özneden hareket ederler, ve zihinden maddeye geçişte, öznenin varlığın bilgisine ulaşmasında birtakım güçlükler bulunduğunu teslim ederler. Bu tavrın doruk noktası, eleştirel felsefesi ve İnsan bilgisinin sınırlılığına ilişkin görüşleriyle Kant’tır.
13- Ortaçağda, tek geçerli varlık görüşü olan birciliğin yanında, ikicilik meşru olmayan, yasak bir öğretiyken, modern felsefede, ön plana çıkan anlayış düalizmdir. Başka bir deyişle, madde-form, beden-ruh analizine tabi tutulabilmekle birlikte, gerek İlkçağ ve gerekse Ortaçağ felsefesinde, birlikli, bütünlüklü ve düzenli tek bir töz olan İnsandan, modern felsefede iki ayrı töz ortaya çıkarılmıştır. Bu ise, bütün bir modern kültüre damgasını vuran ikiciliği gündeme getirirken, zihin felsefesinin, ayrı bir felsefe dalı olarak doğuşuna işaret eder.
14- Ortaçağ felsefesinin göksel devlet yeryüzü devleti arasında kurduğu karşıtlıktan, ve kiliseyle devlet ilişkisinde, kiliseyi temele alan, siyasete en küçük bir değer vermeyen yaklaşımından sonra, modern felsefede, değişen siyasi ve toplumsal yapıyla birlikte, siyaset felsefesi de önem kazanmıştır. 15- Ortaçağ felsefesinde, düşünürler tarafından geliştirilen öğretiler bağlamında da, tam bir monizm söz konusu olup, resmi görüşe uygun olmayan öğretilere hiçbir şekilde izin verilmezken, modern felsefede bir sistemler çokluğu söz konusudur.
16- Modern felsefe, yöntem açısından da temelli bir değişime tanık olmuştur. Buna göre, Ortaçağından tümdengelimsel tasım mantığından, Skolastik yönteminden sonra, modern felsefenin, yalnız tümdengelimden değil, fakat aynı zamanda tümevarımdan meydana gelen yeni yöntemi bir senteze işaret eder. Modern felsefede yöntemin tümevarımsal öğesi Ada Avrupa’sı düşünürleri tarafından savunulurken, tümdengelimsel öğesi daha çok, Kıta Avrupa’sı rasyonalistler tarafından temsil edilmiştir.
Modernizm: Genel olarak, geleneksel olanı yeni olana tabi kılma tavrı, yerleşik ve alışılmış olanı yeni ortaya çıkana uydurma eğilimi veya düşünce tarzı.
Modernizm terimi aynı zamanda ve daha geniş bir felsefi çerçeve içinde, çoğunluk Aydınlanmayla irtibatlandırılan ideal ve kabuller için kullanılır. Başka bir deyişle, modernizm Aydınlanmayla birlikte gerçekleşen entelektüel dönüşümün ortaya çıkardığı dünya görüşünü, hümanizm, dünyevileşme ve demokrasi temeli üzerine yükselen bilimci, akılcı, ilerlemeci ve insan merkezci ideolojiyi ifade eder.
Modernleşme: Eski ve geleneksel toplumların modern olmalarına, moderniteye ulaşmalarına imkan veren süreçler için kullanılan genel terim. Sınırları genişleyen kapitalist dünya pazarının hızlandırdığı bilimsel ve teknolojik keşiflerle yeniliklerin, sanayideki ilerlemelerin, nüfus hareketlerinin, ulus devletleri ve kitlesel hareketlerin doğuşuyla birlikte ortaya çıkan sosyo-ekonomik değişimlerin birliği.
Buna göre, 1- Siyasi bakımdan modernleşme, katılımcı karar verme sürecini destekleyip güçlendiren anahtar kurumların, örneğin siyasi partilerin, parlamentoların, vb. gelişimini içerir. Buna karşın, 2- Kültürel açıdan modernleşme, laikleşme ve ulusçu ideolojilere bağlılıkla belirlenir. 3- Ekonomik açıdan modernleşme ise, işbölümü ve uzmanlaşmanın artışını, yönetim teknikleriyle ileri teknolojinin kullanımı ve ayrıca ticaret kolaylığıyla belirlenen temel ekonomik değişimleri ifade etmektedir. Öte yandan, 4- Toplumsal açıdan modernleşme, geleneksel otoritenin gerilemesiyle okuryazarlığın ve kentleşmenin artışına karşılık gelmektedir.
Modernleşme fikri, Batıdaki gelişmeye dayandığı, dolayısıyla ırkçı bir gelişme modeli olduğu ve özellikle de, Batılı olmayan boy ya da toplumlarda azgelişmişlik ve bağımlılığa yol açtığı için eleştirilmiştir.
Modernlik: Şimdiki zamanın ya da halihazırda olanın temel özelliklerini, kendine özgülük ya da yeniliğini, onu kendisinden önceki çağ ile karşıtlaştırmak suretiyle kavrama fikrini ifade eden, modern toplumların temel ve olmazsa olmaz özelliklerini betimleme tavrı için kullanılan terim.
Modern toplum: Batı uygarlığında endüstri devrimi ya da kapitalizmin doğuşu ve teknolojinin gelişimiyle birlikte ortaya çıkıp, bir akılcılık ve bireycilik felsefesine dayanan: ve özü itibariyle durağan ve muhafazakar olup, kapitalizm öncesi üretim tarzlarına bağlı olan geleneksel toplumun karşısında yer alan toplum türü.
Modern toplum öncelikle bireyci olup, bireyler arası bağımlılığın en yüksek düzeyde olduğu toplumdur. Bu toplum modelinde bireylerin çok sayıda özgürlüğü ve meslek, değer, eşya ve etkinlik bakımından gerçek bir seçme şansı vardır; yine, modern toplumda, ihtiyaçlarının karşılanması bağlamında başka bireylerin mal ve hizmetlerine en yüksek ölçüde bağımlıdırlar.
Modern toplumda, ikinci olarak yeni teknolojik keşiflerin ve yenilik arzusunun bir sonucu olarak, değişmenin sürekli ve giderek artan ölçülerde hızlı olduğu bir toplumdur. Modern toplum nihayet, kendi çıkarlarının peşinden koşmaya ve kazanımlarını en yüksek düzeyde tutmaya özendirildikleri, teşvik edildikleri toplum türünü tanımlar. İşte bu durum, modern toplumda bireyleri uzmanlaşmaya ve kendilerinin en fazla çıkarma olan değişim ya da mübadelelerinde bulunmaya sevk eder. Bu bağlamda, ihtiyaçların ve çıkarların karşılıklı bağımlılığı arttıkça, modern toplum, gayri kişisel bir toplum olmuştur.
Monarşi: En yüksek güç ya da iktidarın tek bir kişide toplandığı yönetim tarzı, devlet modeli.
İktidarın, tüm yönetim yetkilerinin kendisinde toplandığı bu kişi, yani monark iktidarı fetih, seçim, hile yoluyla ya da babadan miras almış olabilir. Monarkın iktidarı, Avrupa feodalizminde olduğu gibi, yerel soyluların gücüyle sınırlanmış ya da dengelenmiş olabilirken, 15, ve 18. yüzyıllar İngiltere ve Fransa’sında olduğu gibi, mutlak da olabilir.
Montesquieu, Charles Louis de Secondat: 1689-1755 yılları arasında yaşamış ünlü Fransız filozofu.
Bir siyaset sosyolojisi geliştiren Montesquieu, esas ününü toplum, hukuk ve yönetim tarzı konusunda gerçekleştirdiği karşılaştırmalı araştırmadan almıştır. Siyaset ve hukuk konusunda tümevarımsal ve deneysel bir yaklaşımı benimseyen filozofun olguları kaydetmek yerine anlamayı seçmesi, onu fenomenleri konu alan karşılaştırmalı bir soruşturmayı, tarihsel gelişmenin ilkelerine ilişkin sistematik bir araştırmanın temeli yapmayı itmiştir. Siyaset konusuna, şu halde bir tarih filozofu olarak yaklaşan Montesquieu, farklı politik toplumlardaki farklı pozitif hukuk sistemlerinin çok çeşitli faktörlere, örneğin, halkın karakterine, ekonomik koşullarla iklime, vb. göreli olduğunu söylemiştir. O, işte bütün bu temel koşullara, ‘yasaların ruhu’ adını vermiştir.
Montesquieu bu bağlamda, üç tür yönetim tarzını birbirinden ayırmış ve bu devletlere uygun düşen yönetici ilke, iklim ve topraktan söz etmiştir. Buna göre, despotizm büyük devletlere, sıcak iklimlere uygun düşer ve korkuya dayanır. Britanya örneğinde olduğu gibi, ne soğuk ve ne de sıcak olan bir iklimin hüküm sürdüğü, orta büyüklükteki devletlere uygun düşen yönetim biçimi, monarşidir; söz konusu yönetim biçimi, şan ve şerefe dayanır. Buna karşın, soğuk iklimlere ve küçük devletlere uygun düşen rejim, demokrasidir; demokrasinin yönetici ilkesinin erdem olduğunu öne süren Montesquieu, tüm İnsanlar için geçerli olan tek bir doğa yasası ve evrensel bir İnsan doğası olduğunu kabul eden akılcılığa şiddetle karşı çıkmış ve kuvvetler ayrılığı prensibini ortaya atmıştır
Muhafazakarlık: Reformcuların olanca iyi niyetlerine rağmen beklenmedik sonuçlara yol açabilen reformlara iyi gözle bakmayan, hele büyük ölçekli toplumsal dönüşümlere şiddetle karşı çıkarken, bir toplumun geleneklerine büyük bir değer atfeden toplum ve siyaset görüşü; geleneğe bağlı tarihsel tecrübe birikimine değer veren, yavaş ve tedrici değişmeye inanan ideoloji; kapitalizmi, özel teşebbüs ve serbest girişimciliği coşkuyla savunan, seçime dayalı bir toplumsal düzenin ve ahlâki disiplinin önemini vurgulayan statükoyu, var olan düzeni koruma yönünde bir eğilim mutasavvıf. Tasavvuf inancını benimseyerek, Tasavvuf inancını yaymaya çalışan, dünyadan bir şekilde el etek çekerek kendisini bütünüyle Tanrı’ya adayan kişi. İslam dünyasında mutasavvıflar, Kur’an, hadis ve fıkıha dayanan sünni mutasavvıflar ve doğrudan doğruya şia inançlarına bağlanan şii mutasavvıflar olarak ikiye ayrılır.
Mutasavvıf: Tasavvuf inancını benimseyerek, tasavvuf inancını yaymaya çalışan, dünyadan bir şekilde el etek çekerek, kendisini bütünüyle tanrıya adayan kişi. İslam dünyasında mutasavvıflar Kur’an, hadis ve fıkıha dayanan sünni mutasavvıflar ve doğrudan doğruya şia inançlarına bağlanan şii mutasavvıflar olarak ikiye ayrılır.
Mutlakçılık: 1- Genelde, doğruluğun, değerin, güzelliğin ya da gerçekliğin nesnel olarak gerçek, değişmez ve ezeli-ebedi olduğu görüşü. 2- Gerçekliğin değişmez ve doğru tek bir açıklaması olduğu inancı..
Mutlakçılık siyaset felsefesinde mutlakıyetçilik anlamında, yönetene mutlak ve sırsız bir güç ve yetki veren, yöneticinin ne doğa yasalarıyla, ne de ahlâki ya da hukuki hiçbir şeyle sınırlanmaması gerektiğini savunan anlayışı; 15. ve 18. yüzyıllar arasında, Avrupa ülkelerinde ve özellikle de Fransa ve İngiltere’de ortaya çıkan, merkezi gücün bir monark ya da hükümdarın elinde toplandığı yönetim modelini; feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, iktidarın, merkezi bir yönetim aygıtına sahip bulunan bir monarkın kişiliğinde toplandığı yönetim biçimini tanımlar
Feodal dönemin çok büyük bir bölümünde, monark ya da hükümdarın gücü veya iktidarı soyluların yerel gücüyle büyük ölçüde sınırlanmışken, feodalizmin son dönemlerine doğru yükselen burjuvazi mutlak monarşiyi, soy1 ulan n ekonomi üzerindeki egemenliğini zayıflatmak amacıyla desteklemiştir. Tarihçiler bundan dolayı mutlakiyetçi yönetim tarzına, kapitalizmle olan ilişkisi bağlamında olumlu bir değer biçerler. Mutlakiyetçiliğe bu nedenle, zaman zaman aydınlanmış despotizmde denir
Müdahalecilik: Devletin, ekonominin yasalarını kendi işleyişine bırakmayıp, iktisadi hayata belli Ölçüler içinde müdahale etmesi gerektiğini savunan, varolan iktisadi ve toplumsal yapıda köklü bir değişiklik yapmayı amaçlamadığı için, liberalizme olduğu kadar, devletçiliğe da karşı olan ekonomik görüşe verilen ad.
Münih çevresi: Yirminci yüzyılın ilk yarısında fenomenolojinin gelişiminde önemli bir uğrak oluşturmuş olan fenomenoloji okulu.
Mürcie: İslamiyet’te, eyleme pek önem vermeyen, inancın her bakımdan yeterli olduğunu savunan görüş. |