FELSEFE SÖZLÜĞÜ
E
Egoizm: Ahlâk felsefesinde her insanın kendi iyiliğini gözetmesi ve kendi çıkarlarını hayata geçirmesi gerektiğini, yaşamdaki en yüksek iyinin, kişinin kendisi için mümkün tüm tatminleri (arzuları, istekleri, ihtiyaçları, hazları ve amaçları) karşılaması ya da gerçekleştirmesi olduğunu, kişinin kendi tatmin, başarı ve mutluluğunun ilk, en yüksek ve nihai değer olduğunu, kalan tüm değerlerin bundan çıktığını savunan anlayış.
Egzistans: Varoluşçu felsefede insani varoluş anlamında, salt özne ya da bireyin varoluşu.
Klasik felsefede varoluş ya da varolan birey, kavramlar alanının dışında kendinden kalın olan birey anlamına gelen existence, varoluşçu felsefece özel bir anlam kazanarak, soru sorabilen, kendi kendini tanımlayan, kendi imkanlarını gerçekleştirerek özünü belirleyebilen insani varoluşu tanımlamaya başlamıştır.
Eğitim: 1- Bir toplumun kültürünün, yani değer yargıları ile bilgi ve beceri birikiminin yeni kuşaklara aktarılması süreci; bu sürecin okul benzeri kurumlarda gerçekleştirilmesi faaliyeti. 2- Kişinin kendisini bir bütün olarak gerçekleştirmesine, insan varlığının bütün gizil güçlerini hayata geçirmesine imkan veren süreç. Kişinin, insanlığın özellikle tinsel mirasını özümsemesi yoluyla, toplum değerlerine ve kabul görmüş yaşam tarzlarına sağlıklı bir biçimde intibakını temin eden süreç.
3- Daha özel olarak da, kişinin belli bir alanda iyi yetişmesini veya onun belli bir yetisi ya da melekesinin birtakım araç ya da yöntemlerle gelişmesini sağlayan etkinlik.
Eğitim felsefesi: Felsefenin, eğitimin imkanı, doğası, amaçları ve yöntemleri ile ilgili problemleri, felsefeye özgü yöntemlerle konu alan dalı. Eğitimin olanaklı olup olmadığı, eğitimin bir ideoloji ya da öğreti aktarmaktan bağımsız olup olmadığı, eğitimde bir öğretmene gerek duyulup duyulmadığı, eğitimde temel amacın bilgi aktarmak mı, yoksa bilgilenme yeteneği kazandırmak mı olduğu, eğitimin olgularını konu alması gerektiği, bilgiyi amaçlayan eğitimin eyleme yönelen eğitimden farklılık gösterip göstermediği benzeri soruları yanıtlamaya çalışan felsefe dalı.
Felsefi yöntemlerin eğitim problemi ya da konusuna uygulanmasının sonucu olup, eğitim alanında geçen kavramların eleştirel analizinden meydana gelen eğitim felsefesi, eğitim tarihiyle yakından ilişkili olan bir disiplindir. Bu çerçeve içinde eğitim tarihinde ön plana çıkan belli başlı eğitim teorileri şöyle sıralanabilir:
1- Platon’un, siyaset ve toplum anlayışına temel yaptığı ve görünüşlerin bilgisine, öğretmen tarafından aktarılan malumatlar değil de, ezeli-ebedi İdeaların bilgisine dayanıp, duyusal dünyadan akılla anlaşılabilir gerçekliklerin dünyasına yükselişle belirlenen eğitim anlayışı. Hiyerarşik toplum yapısında yönetim görevini eğitim süreci içinde en başarılı olup, İdeaların bilgisine yükselenlere veren filozof, eğitim sürecinde en az başarılı olanların toplumdaki en düşük ve en aşağı işleri üstlenmesi gerektiğini savunurken, akılcılığı temele almış ve, toplumdaki değişik sınıf ya da grupları birbirlerinden ayırıp düzenleme işini eğitime yüklemiştir.
2- Ortaçağın, en iyi ifadesini 13. yüzyılda Aquinaslı Thomas’da bulan ve inanç ile aklı uzlaştıran eğitim anlayışı. Akıl ile inancı bağdaştıran, rasyonel düşüncenin ahlâki erdem ve yetkinlik arayışıyla disiplin altına alınması gerektiğini dile getiren bu eğitim anlayışı, zihinsel disiplinle kişinin bağımsızlığını koruyarak, öğrenmede kendi yolunu bulabilmesinin önemini vurgulamıştır.
3- 17. yüzyılda, İngiliz empirist düşünürü Locke tarafından ifade edilen modern eğitim anlayışı. Locke’un İngilizlerin geleneksel eğitilmiş insan ya da beyefendi idealine, yükselen burjuvazinin benimseyebileceği bir biçim kazandırmaktan oluşan bu eğitim anlayışı, eğitimde deneyim ve algıların ağırlığını vurgulayan bir anlayıştır. Bu tutum ise, açıktır ki, giderek güçlenen kuşkucu, pratiğe dönük, yeni burjuva sınıfı ile yeni bilimin eğilimlerini yansıtmaktadır.
4- Aydınlanmanın, 18. yüzyılda en iyi bir biçimde Ansiklopedistlerde ifadesini bulan akılcı, nesnel, bilimci ya da bilimsel aklı yaşamın tüm alanlarına uygulamaya hazır, yöntem bakımından dogmatist eğitim anlayışı oldukça etkili olmakla birlikte, yoğun da bir tepki toplamıştır.
5- Yine, 18. yüzyılda, romantik doğalcılığın, Aydınlanmanın akılcı ve nesnelci tavrına bir tepki olarak gelişen ve Rousseau tarafından ifade edilen eğitim anlayışı. Aydınlanmayla birlikte temel ve egemen değerler haline gelen akılcılık, bilinçli düşünme, kendini denetleme, karmaşıklık ve nesnelliğin karşısında romantizmin sezgisel kendiliğindenliğini ve bu arada özgürlük, yalınlık ve Öznelliği savunan Rousseau, söz konusu eğitim anlayışında, çocuğun uygarlığın getirdiği yozlaşmalardan korunması, onun hep sağlıklı olan doğal dürtülerinin beslenmesi gerektiğini söylemiştir.
6- Marx tarafından ifade edilen ve insanın gelişiminde esas olan öğenin gerçek toplumsallık olduğunu öne süren eğitim anlayışı. Bireysel özgürlüğün toplumsal otoriteyi gerektirdiğini savunan Marx’ın bu anlayışının eğitilmiş insan ideali, sorumsuz birey olmayıp, kapitalizmin yarattığı yabancılaşmayı aşarak toplumsal ilişkiler aracılığıyla özgürleşmiş insandır.
7- Yirminci yüzyılda daha çok Amerika’da gelişen ve William James’la John Dewey tarafından savunul an pragmatist eğitim anlayışı. Düşünen insanın inanç ve davranışlarının gelenek ve görenekler tarafından değil de, problemleri çözmenin tek yolu olan bilimsel yöntem tarafından belirlenmesi gerektiğini savunan bu eğitim anlayışına göre, eğitimde konular çocuğun toplumsal tecrübeleri üzerinde düşünmesine katkıda bulunacak faaliyetleri içeren konular olmalıdır.
8- 20. yüzyılda etkili olan başka bir eğitim anlayışı ise, davranışçılığın eğitim görüşüdür. Söz konusu eğitim anlayışı, insanı Özgür bir özne olarak gören, geleneksel eğitim anlayışlarına karşı çıkarak. önceden planlanmış, toplumsal hedeflere en küçük bir sapma göstermeden ulaşacak şekilde programlanmış bir insan yaratmak, amacıyla, insan davranışının bilimsel bilgi yoluyla yönlendirilmesi idealini ortaya atmıştır.
9- Davranışçılığın söz konusu bilimsel eğitim anlayışının karşısında ise, varoluşçu eğitim anlayışı yer almaktadır. İnsanı nesnel yöntemlerle incelenip sınıflandırılacak, belirli kategorilere yerleştirilecek bir nesne gibi gören yaklaşımlara karşı çıkan varoluşçu görüş, insana, yaşamını varoluşsal kararlarla şekillendirme, değerlerini somut bir biçimde yaratma ve sorumluluk alma olanağı verecek bir eğitim verilmesi gerektiğini savunur.
Eğitim psikolojisi: Genel olarak, uygulamalı psikolojinin öğrenmeye ilişkin çalışmalarla, problem çözme, ölçme gibi konularla ilgili olan dalı; çocukların eğitimi, gelişimi ve yetişmesinde rol oynayan öğrenme süreçlerini ve bu süreçte karşılaşılan psikolojik sorunları inceleyen disiplin.
Daha özel olarak da, öğrenme ve öğretme süreçlerini anlamayı amaçlayan akademik psikolojiyle, kişinin öğrenme yeteneğini tam olarak gerçekleştirmesini engelleyen handikapları teşhis edip ortadan kaldırmayı amaçlayan uygulamalı psikolojinin bir sentezini yapan psikoloji türü.
Eğitim sosyolojisi: Eğitim kurumlarını ve okullaşmayla modern endüstri toplumlarında okullaşma sistemlerini, ‘okul ile toplumsal yapı arasındaki ilişkileri konu alan, eğitim kurumunun toplumun diğer büyük kurumsal düzenleriyle, yani iktisat, politika, din, vb. ile olan ilişkilerini sosyolojinin yöntemleri ve bakış açısıyla araştıran sosyoloji dalı.
Eğitim sosyolojisinin günümüzdeki araştırmaları, eğitimin öncelikle, yeniden üretilecek bir kültürü, bir bilgi ve beceriyi aktarmak, sonra da ekonomik ve toplumsal kalkınmaya katkıda bulunmak gibi iki ayrı ve birbiriyle çelişen işlevi olduğunu ortaya koyar. Son zamanlarda, özellikle eğitimin söz konusu iki işlevi bağlamında yapılan eleştirel çalışmaların temel tezi, okul eğitiminin egemen sınıflar tarafından saptanmış olan toplumsal ve kültürel koşulların yeniden üretilmesine yardımcı olduğu, ve yine eğitimin hakim kültürün kurumsallaşmasına ve toplumsal tabakalaşmanın pekişmesinde önemli bir rol oynadığıdır.
Einstein, Albert: 1879-1955 yılları arasında yaşamış olan Alman asıllı ABD’li fizikçi.
Yirminci yüzyılın başlarında geliştirdiği teorileriyle ilk kez olarak kütle ile enerjinin eşdeğerliğini kanıtlamış olan Einstein, zaman, mekan ve kütleçekimi üzerine tümüyle yeni düşünme tarzları önermiştir. Einstein, özel ve genel rölativite teorileri yalnızca Newton fiziğinden değil, fakat Eukleides geometrisinden de kopuşu simgeleyen büyük bir bilim adamıdır.
Einstein sadece dev bir bilim adamı değil, fakat aynı zamanda önemli bir düşünür olarak değerlendirilir. Etik, toplum ve. kültür felsefesiyle ilgili genel düşünceleri yanında, bir bilim filozofu olarak da ün kazanan Einstein, Kant’tan, Hume ve Mach’tan etkilenmiş ve Cassirer, Reichenbach ve Schilick’le sürekli bir ilişki içinde olmuştur. O realizmi, zihinden bağımsız bir dış dünyanın varolduğu görüşünü, metafiziksel bir öğretiden ziyade, motive edici bir program olarak görmüş ve determinizmin, doğrudan doğruya dünyanın bir özelliği olmaktan ziyade, teorilerin ayrılmaz bir veçhesi olduğunu savunmuştur. Einstein mantıkçı pozitivizme karşı mesafeli bir tavır takınmış olmakla birlikte, bilimin birliği tezine bağlı kalmıştır. O yine aynı felsefi çerçeve içinde tümevarımcılığı reddetmiş, ama holizme ve inşacılığa ya da uzlaşımcılığa bağlanırken, anlam, kavram ve teorilerin mantıksal olarak deneyimden türetilmek yerine, anlaşılabilirlik, empirik uygunluk ve mantıksal basitlik ölçütlerine tabi olan özgür yaratılar olduklarını iddia etmiştir.
Ekonomizm: Toplum ve siyasi tarihe ilişkin açıklamada, diğer faktörleri büyük ölçüde göz ardı ederek, tümüyle ekonomik gelişmeleri vurgulama, ön plana çıkarma anlayışı. Her tür toplumsal, siyasi ve kültürel faaliyeti ekonomik temel yoluyla açıklayan, üstyapının kendisinin bağımsız bir anlamı olabilmesini kabul etmeyen indirgemeci görüş.
Genelde, Marx’ın tarihsel maddeciliğini ifade etmek için kullanılan ekonomizm terimi, ideolojik mücadelenin önemini vurgulayan Marx, Engels ve Gramsci tarafından, işçilerin, siyasi mücadeleyi siyasi partilere bırakarak, yalnızca doğrudan ekonomik çıkarları için mücadele etmeleri gerektiği şeklindeki sendika anlayışını, sosyalizmin yalnızca ekonomik eğilim ve yönelimlerin gelişimine bağlı olarak neredeyse kendiliğinden ortaya çıkan bir evrimin sonucu olacağını savunan hareketi ifade etmek için kullanılmıştır.
Eleştirel teori: Yirminci yüzyıl düşüncesinde, Frankfurt Okuluyla birleştirilen toplumsal analiz tarzı.
Tüm kapalı sistemleri eleştiri yoluyla çözmeyi ya da yıkmayı amaçlayan eleştirel teori, eleştirinin daha çok Hegel’deki versiyonundan yola çıkmış ve dolayısıyla da, eleştirinin öncelikle özeleştiri şeklinde gerçekleşmesi gerektiği inancını hayata geçirmeye çalışmıştır. Eleştirel teorinin Adorno, Horkheimer, Marcuse, Habermas gibi sahipleri, insanın toplumsal eleştiri yoluyla, baskılardan kurtulup özgürleşmesine katkıda bulunan her felsefi görüşe sıcak bakmakla birlikte, daha çok Marksist bir çerçeve içinde kalmışlardır. Söz konusu eleştirel düşünürler, öncelikle toplumsal çıkarların, çatışma ve çelişkilerin düşüncede nasıl ifade edildiği ve baskı sistemlerinde nasıl üretildiğiyle ilgilenmişlerdir.
Baskıcı sistemi ere ilişkin incelemenin tahakküm ve baskının kökleri konusunda uyanışa yol açacağını, ideolojileri geriletip bilinçlenmeyi hızlandıracağını öne süren eleştirel teorisyenler, kapitalizmin oldukça hızlı ve temelli bir biçimde değişmesinden dolayı, Marx’ın on dokuzuncu yüzyıl kapitalizmiyle ilgili eleştirisinin meydana getirdiği genel çerçeve içinde kalmanın imkansız olduğunu savunmuşlardır. Bundan dolayı, Marksizmin çağdaş koşulların ışığı altında yenilenmesinin ya da yeniden kurulmasının gerekliliğini savunan Frankfurt Okulu düşünürleri, felsefenin yeri-ne bilimi ve devrimci pratiği geçiren Ortodoks Marksizmden çok temelli bir biçimde ayrılarak, felsefeyi ön plana çıkartmışlar ve LukAcs’ın, Marx’ın kendi eleştirel yönteminin, onun Öğretisinin içeriğinden çok daha büyük bir önem taşıdığı görüşünü benimseyerek, K. Marx’ın eleştirel yöntemini ‘eleştirel teori’ şeklinde yorumlayıp uygulamışlardır.
Eleştirel teori, en iyi bir biçimde, Ortodoks Marksizmle olan söz konusu farklılığına ek olarak, zaman zaman negatif felsefe diye nitelendirilen pozitivizmin ilkeleriyle olan karşıtlık, ki bu karşıtlık birinci karşıtlığın da temelinde bulunmaktadır, aracılığıyla ifade edilebilir. Buna göre, pozitivizmin bilginin duyu-deneyinin sonucu olduğunu dile getiren tempirizminin tersine, eleştirel teori belli bir akılcılığın ifadesi olmak durumundadır. Eleştirel teorisyenler, bilgimizin ve ortak insanlığımızın kaynağında, her birimizin rasyonel varlıklar olmamız olgusunun bulunduğunu öne sürerler. Hegel gerçek olanın rasyonel olduğunu söylemişti. Eleştirel teoriyi benimseyen Frankfurt Okulu düşünüleri ise, gerçek olanın rasyonel olması gerektiğini öne sürer. Rasyonalite ise, eleştirel teorinin bakış açısından, formel mantıktan ziyade, tez ve antitezlerin özümlenip, çelişkilerin yeni sentezlere dönüştüğü diyalektik bir düşünme sürecini ifade eder.
Böyle bir rasyonalite anlayışını, savunucularının çok değerli buldukları bir ütopik düşünce tarzıyla bir araya getiren eleştirel teori, buradan rasyonel bir toplum idealine veya ütopyasına yönelmiştir. Madem ki bizler, insan varlıkları olmamız hasebiyle, rasyonel düşünme yeteneğine sahip bulunmaktayız, öyleyse rasyonel bir toplum, tüm üyelerinin çevrelerini yaratmak ve dönüşüme uğratmak için varoldukları, söz konusu yaratma ve dönüştürme sürecine fiilen ve bir bütün olarak katıldıkları bir toplum olmalıdır. İşte bu yaklaşım, eleştirel teoriyi benimseyenlere, varolan Batılı kapitalist toplumların eleştirisinde kullanılacak temel ölçütü sağlar: Batılı modern kapitalist toplum, kimi toplumsal kesimleri ekonomik ve politik katılımın dışında bırakan, veya birtakım toplumsal grupları sistematik bir tarzda tahakküm altına alıp güçsüzleştiren irrasyonel bir toplumdur. Söz konusu standart, eleştirel teorinin en önemli savunucularından biri olan Jürgen Habermas’ta farklı bir modelle dönüşüme uğrar. Rasyonel düşünme yetisine sahip varlıklar olmamız olgusundan değil de, hepimizin semboller veya bir dili kullanmamız olgusundan yola çıkan filozof un ütopyası ise, nitekim hiç kimsenin söylem dışına itilmediği, tüm bireylerin gerçek bilgiye erişip, kamusal tartışmaya etkin bir biçimde katılabildikleri bir ideal konuşma durumudur.
Eleştirel teorinin akılcılığı ile pozitivizmm empirizmi arasındaki karşıtlık, aynı zamanda bir eleştirel teori/geleneksel teori karşıtlığı olarak da ifade edilebilir. Geleneksel teoriyi, a) empirist bir bilim anlayışını uygun, yeterli ve doğru bir bilim görüşü olarak gören ve b) her tür bilginin doğa bilimleriyle, özde aynı bilişsel yapıya sahip olması, ve dolayısıyla da, doğa bilimlerinin yönteminin insan ve toplum bilimlerine de uygulanması gerektiğini savunan bir teori olarak tanımlayan eleştirel kuram, bu teoriye karşı toplumsal alanla insanın dünyasında, doğa alanında olduğu gibi, ezeli-ebedi ve değişmez hakikatler için verili bir temel olmadığını öne sürer. Rasyonel bir toplumun veya rasyonel bir toplumsal varoluşun henüz varolmadığını savunan eleştirel teorisyenler böyle bir toplumu eleştirel teorinin amacı yaparken, erişilmesi gereken hedefi gösterirler. Buna uygun olarak, geleneksel teorinin sözde çıkar gözetmediği, doğru bilgiye ulaşmak dışında bir amaç taşımadığı yerde, eleştirel teori önce geleneksel teorinin olumsuz sonucunu gösterir, yani doğa bilimlerinin yönteminin insana ve insanla doğrudan doğruya ilgili olan konulara uygulanmasının insanın potansiyel güçleriyle özgürlüğünün yadsınmasından başka bir şey olmadığını ortaya koyar ve sonra da, kendi en temel ilgisini dile getirir: İnsanın özgürleşimi.
Bundan dolayı, eleştirel teori, yüklendiği varolan yapıları eleştirme görevine ek olarak, insanın özgürleşimi için radikal bir toplumsal değişmeyi başlatma amacı güder. Buna göre, eleştirel teori, insanın, varolan toplumsal düzenin ihmal ettiği potansiyellerini ortaya çıkarmak durumundadır. Frankfurt Okulu düşünürlerine göre, eleştirel teori, Aydınlanma biliminin veya pozitivizim tek yanlı akılcılığının sınırlı kaynaklarından daha fazlasına ihtiyaç duyar; sanata, ütopik düşünceye, fantazi ve imgeleme işte bunun için, eşdeyişle inşanın bastırılmış güçlerinin, varolan toplumsal düzen tarafından ihmal edilmiş potansiyellerinin su yüzüne çıkarılması için ihtiyaç vardır.
Eleştirel teori, ütopik düşünce geleneğinden koparak, pozitivizmin olumsuz etkisi altında kalan Ortodoks Marksizmi de, yani Marx’ın düşüncelerinin pozitivist bir yaklaşımla fosilleştirilmesi veya dondurulması işlemini de şiddetle eleştirir. Buna göre, eleştirel teorisyenler, determinist bir toplum biliminin kapitalizmin temel yasalarını saptayacağı ve onun gelecekteki çöküşünü tahmin edebileceği anlayışının, Doğudaki Stalinizmin ve Batıda da Stalinizme sadık komünist partilerin büyük yanlışlarının en önemli kaynağı olduğu şeklindeki sert ve ağır eleştiriyi çekinmeden dile getirmişlerdir. Başka bir deyişle, Frankfurt Okulunun eleştirel kuramı benimseyen mensuplarına göre, tarihsel maddeciliğin bilimsel statüsü, ya da pozitivizm kaynaklı bilimsellik iddiası, parti liderleriyle entellektüellerini eleştiriden korumuştur. Teorinin sözde bilimselliği, ahlâki ya da siyasi konuları teorik ya da teknik uzmanlıkla ilgili konulara dönüştürmek suretiyle, Bolşevik partinin demokratik merkeziyetçiliğini haklı kılmıştır. Kararlar, sıradan işçiler ya da köylüler tarafından değil de, Marksist teori çok ayrıntılı olarak ve derinlemesine bilenler tarafından alınmalıdır. Şu halde, Sovyet Marksizmindeki bürokratik otoriteryanizmi doğuran şey, Frankfurt Okulu düşünürlerine göre, Marx’ın kendisinden ziyade, pozitivizmin kendisidir.
Ortodoks Marksizmin geleneksel ekonomik açıklama modellerinden veya ekonomik determinizminden uzaklaşan eleştirel teori, bir yandan bir ideoloji ve siyaset eleştirisi geliştirirken, bir yandan araçsal akılcılıkla modern Batı toplumlarında güçlenen totaliter hakimiyet tarzını analiz etmiştir. Aydınlanma ve pozitivizmle modernliğe ilişkin değerlendirme ve eleştirilerinde çok büyük ölçüde, ünlü sosyolog Weber’in toplumun rasyonalizasyonuyla ilgili görüşlerine dayanan eleştirel teorisyenler, bu bağlamda bürokrasi ve kapitalizmin tek yanlı bir akılcılığı, araçsal akılcılığı temsil ettiğini öne sürmüşlerdir. Eleştirel teorisyenlere göre, bürokrasi ve kapitalizm toplumu saptanmış olan belirli amaçlara en iyi ve sağlam bir biçimde ulaşma olanağı verecek araçların seçimiyle ilgilenen formel akılcılık açısından rasyonalize eder. Ve toplumun bu açıdan rasyonalizasyonu, eleştirel teorinin savunucularına göre, birtakım irrasyonel sonuçların ortaya çıkışını engelleyemez. Dahası araçsal akıl dünyayı ve başka insanları konu alır ve değerlendirirken, onları nasıl sömürebileceğimiz sorusunu temele koyar. Olgu değer ayrımını benimserken, değerlere bilgi ve yaşamda son derece önemsiz bir rol verir. Modern toplumlara özgü söz konusu düşünme tarzı, totaliter yönetim tarzı ve tahakküm arzusuyla yakından ilişkilidir. Bu açıdan ele alındığında, eleştirel teorinin esas hedefinin araçsal akılcılık, ve özellikle de doğa bilimlerinin gerçek bilginin tek geçerli türü olma iddiası olduğu söylenebilir. Bundan dolayı, eleştirel teori, son çözümlemede bilimin ve kapitalizmin temellerine ilişkin bir eleştiri ve analiz olmak durumundadır.
Elitizm: Bir toplumda, başta politik alan olmak üzere, tek tek hemen her alanda ön plana çıkan, doğuştan getirdiği yetenekleriyle veya sonradan kazandığı birikimlerle seçkinleşen insan ya da grupların varolduğunu veya olması gerektiğini savunan yaklaşım ya da tavır. Eşitlikçiliğe karşıt bir yaklaşım olan elitizmin bilinen ilk büyük savunucusu Platon, modern dönemde ise Nietzche’dir.
Empati: Kişinin başka bir kişinin istek ve duygularını anlayabilmesi, başka bir kimsenin halini kavrayabilmesi durumu. Kişinin kendisi başka bir bilincin yerine koyarak, söz konusu bilincin duygularını, isteklerini ve düşüncelerini, onun bu yaşantılarını o anda be etmeksizin. anlayabilmesi yeten kişinin, kendi zihninde ya da içinde, bir kişinin rolünü kabul edip, benimsemesi hali.
Emperyalizm: Gelişmiş ülkelerin zayıf ya da az gelişmiş ülkeleri ekonomik, politik ve kültürel bakımdan baskı altında tutması, onları hakimiyeti altına alması süreci ya da işlemi.
Napolyon’un siyasi ve askeri özlemlerini ifade etmek üzere kullanılmaya başlayan emperyalizm terimi, Avrupa’nın 1870’li yıllarda başlayan yayılmacılığıyla daha anlamlı hale gelmiştir. Emperyalizmi ya da emperyalist süreci açıklayan üç farklı teori vardır. Bunlardan birinci ve en eskisi, emperyalizmi iktisadi terimlerle açıklayan Marksist görüştür. Emperyalizmi kapitalizmin en yüksek aşaması olarak gören . ve onun temeline iktisadi sömürüyü koyan söz konusu Marksist görüşe göre, emperyalizmde, 1- Üretimin artması ve sermayenin yoğunlaşması, 2- Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşması ve bu mali sermaye temeli üzerinde mali bir oligarşinin meydana gelmesi, 3- Mal ihracatı yerine, sermaye ihracatının özel bir önem kazanması, 4- Dünyayı paylaşan kapitalist birliklerin önem kazanması ve 5- Dünya topraklarının büyük kapitalist devletler tarafından paylaşımı söz konusu olur.
Emperyalizmi liberal görüşten hareketle açıklayan yaklaşım ise, onu emperyalist toplumlardaki kapitalizm ve endüstrileşme öncesi bir sosyal tabakanın varoluşuyla açıklar. Toprağa bağlı ve askeri bir aristokrasiyle özdeşleştirebilecek olan bu tabakanın, atalara özgü idealleri ve toplumsal konumudur ki, toplumu modern kapitalist toplumun çıkarına olmayan bir şeye zorlar. Üçüncü görüş ise emperyalizmi, stratejik ya da politik nedenlerle analiz eder. Bu yaklaşıma göre, emperyalizm, politik bakımdan hakim devlet ya da devletlerin güçsüzleri, büyük çoğunluğu iktisadi olmayan nedenlerle ve farklı mekanizmalarla siyasi hakimiyeti altına almaya çalış- t tıkları tarihsel bir fenomendir.
Empirizm: Genel olarak, özellikle, deneysel bilimin on altıncı yüzyıldan itibaren kazandığı önem ve kaydettiği başarıların bir sonucu olarak, F. Bacon, T. Hobbes, J. Locke, G. Berkeley ve D. Hume gibi İngiliz düşünürleri tarafından savunulan, tüm bilgilerin deneyime, duyu algısına dayandığı görüşü.
Endüstri devrimi: Batı uygarlığında, kabaca 1780 ve 1820 yılları arasında kalan tarihsel döneme ve bir dizi teknik buluşun, buhar makinesi ve lokomotifin icadının üretim sürecinde, insan gücü ve emeğinin yerini mekanik enerjinin almasına olanak veren süreci başlattığı döneme verilen ad.
Endüstri toplumu: Endüstri toplumu sonrasında ortaya çıkan endüstrileşmenin yarattığı toplum modeli.
Böyle bir toplum türünün temel özellikleri şöyle sıralanabilir: 1- Ortak bir dil ve kültür birliğini yaşayan ulus devletlerinin doğuşu; 2- Geçim ekonomisinin ortadan kalkışıyla birlikte, üretimin ticarileşmesi; 3- Makine üretiminin hakim üretim şekli olması ve üretimin, küçük işletmelerde değil de, fabrikada gerçekleşmesi; 4- Tarımla uğraşan insan sayısının, nüfus içindeki oranının düşmesi; 5- Toplumun kentlileşmesi; 6- Kitle kültürünün yükselişi; 7- Siyasetin kitle partileri etrafında örgütlenişi ve nihayet, 8- Bilimin yaşamın tüm alanlarına ve özellikle de üretim sürecine uygulanması, toplumsal yaşamın aşamalı ve sürekli olarak rasyonalizasyonu.
Çoğunluk ya da her zaman kitle toplumuyla özdeşleştirilen ya da birleştirilen endüstri toplumuna Batıda kapitalizm, Doğuda ise sosyalizm örnek verilmiştir. Başka bir deyişle, toplum bilimciler hem kapitalizm ve hem de sosyalizmi endüstri toplumu olarak değerlendirirken, Marksistler, endüstri toplumunu kapitalizme özgü bir toplum modeli olarak görmüşlerdir. Öte yandan, endüstri toplumu, toplumdaki temel, merkezi ilkenin teorik bilgi olduğu, ekonomide hizmet sektörünün ağır bastığı, toplumsal yapıda ise, teknik işlerle uğraşan profesyonellerle entellektüellerin yeni bir sınıf meydana getirip, ön plana çıktığı postendüstriyel toplumla karşı karşıya getirilmiştir.
Endüstriyalizm: İnsanın bilgisinde ve doğa üzerinde egemenlik kurma sürecinde, makine üretim sanatlarının ya da tekniğinin kazanılması ve mekanik güç kullanımının öğrenilmesiyle belirlenen evre; maddi ilerlemedeki belli bir aşama; ekonomik gelişme ve toplumsal kalkınmanın endüstrileşme yoluyla olacağını savunacağını öne süren görüş.
Buna göre, cansız güç kaynaklarının, üretimi mekanikleştirmek amacıyla, üretim sürecine uygulanmasının ardından ortaya çıkan ekonomik büyümeye endüstrileşme adı verilir. Bu süreç, endüstrileşme öncesi toplum yapısına göre, iş bölümünü, kapitalistle işçi arasındaki yeni üretim ilişkilerini kentleşmeyle endüstrinin coğrafi olarak merkezileşmesini, vb, içerir. Başlangıçta kapitalist toplumlarda gözlenen bir gelişme olarak ortaya çıkan endüstrileşme süreci günümüzde tek bir ekonomik sistemin sınırlarını aşmış durumdadır.
Enformasyon toplumu: Bilginin en temel ürün, en değerli kaynak olduğu, işgücünün önemli bir bölümünün enformasyon endüstrisinde çalışanlardan meydana geldiği toplum modeli.
Yüzyılımızın son on yılında kendini iyice gösteren enformasyon toplumunun üç gelişme evresinden geçtiği söylenmektedir. Birinci evre on dokuzuncu yüzyılın ortalarında başlamış ve iletişimin elektrifikasyonuyla karakterize olmuştur. İkinci evre ise, yüzyılın ortalarında enformasyonun toplumun merkezinde bulunduğu kabulüyle ifade edilir. Üçüncü evre ise, enformasyon sistemlerinin birbirleriyle, ulusal sınırları aşan sistemlerle ve diğer toplumsal dizgelerle bütünleşmesini anlatır.
Engels, Friedrich: 1820-1895 yılları arasında yaşamış ve hayatı boyunca Karl Marx’ın çalışma arkadaşı olmuş olan düşünür. Marksist öğretiye önemli ölçüde katkı yapmış ve ortak öğretilerinde, doğa bilimi, milletler sorunu, askerlik ve uluslararası ilişkileri uzmanlık konuları olarak üstlenmiş olan Engels’in temel eserleri, Marx’la birlikte yazmış olduğu Die Heilige Familie [Kutsal Aile],Die Deutsche İdeal ogie [Alman İdeolojisi], Manifest der Kommunistischen Partel [Komünist Manifesto], ve kendi başına kaleme aldığı Anti -D ühring, Ludwig Feuerbach und der Ausgang der Klassischen Deutschen Philosophie [Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman felsefesinin sonuç ve Dialektik der Natur [Doğanın Diyalektiği]dur.
Engels, Ludwig Feuerbach adlı kitabında, filozofları idealistler ve materyalistler diye ikiye ayırmış, bunlardan idealistlerin madde karşısında zihnin, materyalistlerin ise zihin karşısında maddenin önceliğini savunduklarını belirtmiştir. Buna karşın, Doğanın Diyalektiği’nde, bilimsel düşüncenin diyalektik bir yapıda olduğunu, bilimin daha önce felsefenin kapsamı içinde kalan birçok konuyu kendi kapsamına dahil ettiğini savunan Engels, gerçekliğin doğasıyla ilgili spekülasyon anlamında felsefenin, Hegel’le birlikte sona erdiğini ve yalnızca düşünce ve düşüncenin yasalarıyla ilgili bir teori anlamında felsefeye yer kaldığını öne sürmüştür.
Marx’ın ölümünden sonra, ondan biraz ayrılarak, hukuk ve ideoloji gibi üstyapısal öğelerin ekonomik temel karşısında belli bir bağımsızlığı olduğunu ve zaman zaman temeli belirlediğini söyleyen Engels, diyalektik materyalizm olarak tanınan öğretiyi geliştirmiş olan kişidir. Marksizmi doğal bir bilimsel temel üzerinde geliştirmeye çalışmış olan Engels, Darwin’den çok etkilenmiş ve toplumsal gelişmenin evrim ilkelerini savunan bir tarzda geliştiğini savunmuştur.
Entelektüalizm: Genel olarak, zihni, bilginin ve eylemin gerçek ilkesi olarak gören öğreti, zihinsel fenomenlerin duygular ve irade karşısında önce ve üstün olduğunu öne süren felsefe anlayışı; insan zihninin daha soyut ve daha kavramsal bir düzeyde gerçekleşen bilişsel yeti ya da parçasını her alanda temele alan, ön plana çıkaran yaklaşım; varolan her şeyin, en azından ilke olarak fikirlere, yani zihinsel gerçeklere indirgenebileceğini savunan anlayış; tüm psikolojik olayları fikir, düşünce ve yargılara bağlayan felsefe görüşü.
Entelektüel: Geleneksel anlamı içinde, düşünsel veya zihinsel etkinliğe yönelmiş, bilgili, değerlendirme ve eleştiri gücü yüksek, topluma öncülük etme misyonu yüklenmiş aydın, çağdaş varoluşçu filozof Camus’nun deyimiyle ‘zihni kendi kendisini gözleyen kişi.
Rönesanstan itibaren, yaklaşık 19. yüzyıla kadar Avrupa’da entelektüeller, aralarında başta filozof ve bilim adamları olmak üzere, yüksek kültür ürünlerini ve değerlerini yaratan insanlar olarak görülmüştür. Bu dönem boyunca, göreli bir bağımsızlığa sahip olan ve toplum içinde çok önemli ve saygıdeğer bir konum işgal eden entelektüeller, geleneğe bağlı toplumlara yeni fikirler ve yeni bilgiler sokmak suretiyle, tarihin akışını değiştiren üstün insanlar olarak ele almıştır. Fakat özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, entelektüeller Batı’da itibar ve popülarite kaybına uğramışlardır Bu itibar ve popülarite kaybının en önemli nedeni de, hiç kuşku yok ki demokrasi, kitle kültürünün yükselişi ve bürokratizasyon süreçleridir.
Önce dünya tarihinin akışını değiştirme, sonra da yüksek kültür yaratma gücünü yitiren entelektüeller, 20. yüzyılla birlikte, yavaş yavaş hakim ideolojileri eleştirme yeteneklerini de yitirmeye başlayarak, ya önemli ölçüde marjinalleşmişler veya kaçınılmaz olarak, bağımsızlıklarını yitirip, kamusal alanın veya yönetim kurumlarının maaşlı dünyasına dahil olmak durumunda kalmışlardır.
Epiktetos: M. S. 55-135 yılları arasında yaşamış Stoalı filozof ve ahlâkçı.
Siyaset felsefesi alanında, Epiktetos, insanı, Tanrı’dan başka insanları da içeren büyük bir sistemin üyesi olarak görmüştür. Ona göre, her insan öncelikle, kendi toplumunun bir yurttaşıdır. Ama o, bir yandan da, tanrıların ve tüm insanların oluşturduğu daha büyük bir topluluğun üyesidir. Kent devleti bu topluluğun yalnızca kötü bir kopyasıdır. İnsanlar akıllı yanlarıyla, Tanrı’nın çocuklarıdırlar ve kendilerinde tanrısal öğeler taşırlar. Bu nedenle, insanlar, Epiktetos’a göre, kentlerini ve yaşamlarını Tanrı’nın iradesine göre yönetmeye çalışmalıdır.
Epistemoloji: Felsefenin, bilişsel süreçlerin oluşumlarından ziyade, bilgiyi genel olarak ele alan, bilgiyle ilgili problemleri araştıran, bilginin kaynağını, doğasını, doğruluğunu, sınırlarını inceleyen dalı.
Erastusçuluk: Laik otoritenin kilise karşısında her konuda üstünlüğü ve önceliği olduğu inancı. Vatandaşları aynı dine bağlı toplumlarda, dini ya da dünyevi tüm suçları cezalandırma hakkı ve görevinin devlette olması gerektiği tezi.
Erdem: Ahlâki bakımdan her zaman ve sürekli olarak iyi olma eğilimi, iyi ve doğru eylemlerde bulunmaya yatkın olma durumu. İnsan varlığına en zengin, en gerekli ve dolgun anlamını veren ahlâki niteliklerin toplamı İnsan iradesinin gerektiği takdirde büyük özverilerde bulunmak ve ciddi engelleri aşmak pahasına, ahlâki iyiliği amaçlama, iyilik uğruna hareket etme gücü.
Estetik: Sanat ya da güzellik alanında söz konusu olan değerleri konu alan felsefi disiplin; felsefenin güzeli ya da güzelliği konu alan, iyi, çirkin, hoş, yüce, trajik gibi güzellikle yakından ilişkili olan kavramları araştıran, doğal nesne ya da insan yaratısı olan ürünlerde sergilenen güzelliklerle ilgili yargı ve yaşantılarımızda söz konusu olan değerleri, tavırları, haz ve tatları analiz eden dalı; estetik nesnelere, estetik tecrübenin nesnelerine yönelen temaşada söz konusu olan problemlerin çözümü ve kavramları olan felsefi disiplin.
Eşitlik: Ahlâki ve toplumsal bir ideakolalak, insanların birbirleriyle, aynı insan doğasına sahip olmak bakımından, aynı konum ve değerde olmaları hali. İnsanların birbirleriyle eşdeğerde olduğunu, bundan dolayı insanlar arasında ayırım gözetilmemesi gerektiğini dile getiren ilke.
Eşitlik, İlkçağ Yunan felsefesinde, Yunanlı-barbar, özgür yurttaş-köle ayrımına karşın, bir akla sahip olmanın insanı dış dünyadan ayırdığı, bundan dolayı bir insanın akıl yürüten parçasının başka bir insanın akıl yürüten parçasıyla aynı olduğu ve insanların, hayvanlar olarak değil de, insanlar olarak bir ve aynı olduğu düşüncesini ifade eder. Ortaçağda ise, eşitlik dünyadaki eşitsizliğin Tanrı’nın varolan şeyler için tasarladığı düzenin bir parçası olduğu, kadın ya da erkek, köle ya da özgür, tüm insanların, maddi ya da fiziki bakımdan farklı olabilseler de, tinsel bakımdan eşit, yüce Tanrı karşısında bir ve aynı oldukları düşüncesiyle belirlenir.
Modern çağda, içeriği biraz daha zenginleşen bir kavram haline gelen eşitlik, sırasıyla, tüm insanların farklı yetenek ve kapasitelerle dünyaya geldiği, bundan dolayı her insana kendinde olanı tam olarak gün ışığına çıkartması, kendisini tam anlamıyla gerçekleştirmesi için imkan tanınması gerektiğini dile getiren fırsat eşitliği düşüncesini; temelinde, insan varlığının yüceliğine duyulan saygının, insan varlıklarının her zaman, bir araç olarak değil de, bir amaç olarak görülmeleri gerektiğini ifade eden ahlak ilke bulunan, tüm insanların yasa karşısında eşit olması gerektiği düşüncesini; ‘bir insan, bir oy’ ilkesiyle belirlenen, ve insanlar her ne kadar politik bilgi ya da bilgelik bakımından farklılık gösterebilseler bile, insan olma olgusunda, insana yönetimde sesinin olması hakkını veren mutlak bir şeyler bulunduğu, ya da kendisi için neyin iyi olduğunu en iyi insanın kendisi bilse de, bir seçimde çoğunluğun, seçilecek en bilgece politikayı tespit edebileceği düşüncesiyle şekillenen, siyasi eşitlik i/kesini; toplumu meydana getiren bireyler ve tabakalar arasında bir ayırım gözetilmemesi gerektiğini belirten ve ekonomik eşitlik düşüncesiyle desteklenen toplumsal eşitlik düşüncesini; tüm ırkların aynı değerde olduğunu, bir ırkın diğerinden üstün tutulmaması gerektiğini savunan, ırk eşitliği ilkesini; kadın ve erkeklerin, insana özgü tüm faaliyetleri gerçekleştirmek bakımından aynı düzeyde bulunduğunu ve dolayısıyla kadınlara da sanat, edebiyat, iş ve yönetim alanlarında erkeklerle aynı fırsatların tanınması gerektiğini öne süren kadın-erkek eşitliği düşüncesini ve nihayet, yoksulluğun en aza indirgenerek, tüm insanlara maddi refahtan, yetenek ve ihtiyaçlarına göre pay verilmesi gerektiğini dile getiren ekonomik eşitlik ilkesini ifade eder.
Eşitlik mantık alanında ise, iki kavram ya da sınıfın tam tamına aynı kaplama sahip olması durumunu gösterir.
Eşitlikçilik: Genel olarak, tüm insanların eşit oldukları ve özgürlükleri, hakları, değerleri ve elde edecekleri fırsatlar bakımından eşit muamele ve kabul görmeleri gerektiğini savunan görüş. Tüm insanların toplumsal ve siyasal (ve bazen ekonomik) olarak eşit oldukları inancı. Bütün insanlarda bulunan ortak bir özelliğin ya da yetinin, insanlar arasında bir ayırım gözetilmemesini, insanların aynı muameleye tabi tutulmalarını gerektirdiği görüşü.
Söz konusu özellik ya da yeti, ruh, akıl, acı çekme, ahlâk duygusu ya da aynı Tanrı tarafından yaratılmış olma özelliği olabilir. Hukukta ve siyasette, hakları ya da imkanları bakımından insanlar arasında ayırım gözetilmemesini, var olan ayırımların giderilmesini öngören ilke olarak eşitlikçilik, her bireyin içinde bulunduğu maddi koşullardan bağımsız olarak, aynı değeri taşıdığını varsayar, fakat doğuştan ya da sonradan kazanılmış farklı bireysel yetenek ve nitelikleri birbirleriyle eş tutmaz.
Etik: Ahlâk ve ahlâklılığın olgusal ve tarihsel olarak yaşanan bir şey olduğu, tek tek her bireyin şu ya da bu ölçüde şekillendirdiği somut bir ahlâki hayatı bulunduğu, bu hayat içinde cisimleşen ahlâki değerler, peşinden koşulan ideallerini söz konusu olduğu kabulleri üzerinde, ahlâk adını verilen söz konusu tarihsel olguya yönelen felsefe disiplini; ahlâkın eylemin pratiği olduğu yerde, eylemin teorisini oluşturan felsefe türü.
Evren: Varolmuş olan, varolan ve varolacak olan her şey. Bütün bir doğal dünya. Gözlemlenen ya da varolduğuna inanılan madde ve enerjinin tümünü birden içeren fiziki sistem. Yıldızları, gezegenleri, yeryüzünü, gaz ve bulutları, vb. kapsayan, maddeyle dolu mekanın bütünü. Tikellerden tümellerden meydana gelen bütün. Kendisine aşkın olar Tanrı dışında, varolan her şeyi kapsayan sistem.
Evrensel: Evrensel düzen, evrensel zorunluluk deyimlerinde olduğu gibi, evrenin bütününe yayılan, evrenin bütünü ve evrendeki her şey için geçerli olan. Hiçbir istisna kabul etmeyen.
Buna göre, bir düşünce, ilgili tüm insanların, onun doğruluğunu teslim etmesi anlamında evrenseldir.
Evrenselcilik: Genel olarak, geçerliliğin ve doğruluğun ölçütü olarak tüm insanların onayını temele alan, tüm insanların onayı dışında hiçbir otorite kabul etmeyen görüş.
Evrim: Bir şeyin, bir değişim ve gelişimler dizisi, derece derece gerçekleşen bir değişme süreci içinde, daha kompleks, daha farklı bir organizma ya da organizasyona doğru gelişmesi, dönüşmesi. Bir şeyin potansiyelinin belli bir sonuç, hedef ya da amaç yönünde gelişmesi. Değişme ya da oluş türlerinden biri olarak, ağır ağır, yavaş yavaş, farkına bile varılmadan gerçekleşen değişim.
Biyolojide, canlı varlıkların yeryüzünün tarihi boyunca geçirdikleri dönüşümlerin tümü. Canlı varlıklar ve doğal çevreleri söz konusu olduğunda, canlılara ve kalıntılarına ilişkin empirik gözlemden çıkan bir sonuç olarak, basitten karmaşığa, homojenlikten heterojenliğe geçiş süreci.
İşte bu bağlamda, biyolojide çeşitli hayvan ve bitki türlerinin daha önceki zamanlarda yaşamış hayvan ve bitki türlerinden türediklerini ve bu türler arasındaki farklılıkların kuşaklar boşunca ve uzun bir zaman dilimi içinde, aşama aşama geçirilen değişikliklerden kaynaklandığını öne süren teoriye, tüm hayvan ve bitki türlerinin birbirlerinden türediklerini ve bundan dolayı, canlılar dünyasında bir kesinti ya da kopukluk olmadığını savunan kurama evrim teorisi denmektedir.
Buna mukabil, yalnızca bir gelişme sürecinin ürünleri olarak görülen olgu sınıflarına ilişkin araştırmada kullanılan ve esas işlevi, 1- Gelişme sürecinin temel adım ya da evrelerini göstermek ve 2- Gelişme sürecinde yer alan evreleri meydana getiren çeşitli değişmelerin nedenlerini ortaya koymak olan yönteme evrim yöntemi adı verilmektedir.
Düzen, değişme ve ilerlemeyi içeren evrim kavramı canlı organizma için kullanıldığında, mutasyon ve doğal ayıklanma yoluyla gerçekleşen değişimi ifade eder. İşte buradan hareketle, bir organizmanın gelişimiyle insan toplumunun gelişimi arasında bir analoji kurulmuş ve başta, Sain Simon, Comte, Spencer ve Marx gibi düşünürler bir toplumsal evrimden söz etmişlerdir.
Evrimci etik: Evrim temeli üzerinde yükselen, ahlaki ve ahlâki kurumları evrim idesine tabi kılan, insan varlıklarının şeylere ve kişilere hayat mücadelesinde ayakta kalma kapasitelerine ya da bu mücadeleye yaptıkları katkıya göre değer biçtiklerini öne süren etik türü.
Evrim ilkesini toplumsal alan dışında, etiğe de uygulayan, sosyolojinin toplumla, etiğin de insan ve insan davranışıyla, evrim biyolojinin organik doğanın fenomenleriyle olan ilişkisine tekabül eden aynı ilişki tarzı içinde olduğunu öne süren evrimci etik, örneğin dostluk ve diğerkamlığa, bu değerler insan türünü şiddetten koruyup, türün bekasına katkıda bulundukları için, değer verildiğini belirtir.
Evrimci etik, evrimci biyolojinin verilerine dayanırken, bireyi, evrim içinde olan doğal bir varlık olarak alır, onun gerek bireysel, gerekse toplumsal hayatını, çatışmanın hakim olduğu bir süreç olarak değerlendirir. Çatışmayı öne çıkarır, ve hayatın özde bir çatışma olduğunu söylerken, bir yandan da hem bireyin hayatının akıldışı güçler ta-rafından belirlendiğini, hem de insanın bu güçlerin bilgisi kazanmak suretiyle geleceği şekillendirebileceğini öne sürer. Evrimci görüşe göre, bu çatışmadan son çözümlemede, ilerleme idesinde tezahür eden, temel bir ahenk çıkacaktır. Görüş, ahlâklılığı işte bu ahengin bir türevi veya bir koşulu olarak görür. Örneğin, insanın ahlâki karakteri ve davranışını da evrim geçirmiş olmaya bağlayan Darwin, ahlâklılığın temelinde yer alan vicdanı da doğal ayıklanmayla açıklar.
Evrimci etik, ahlâklılığın ve ahlâki değerlerin temeline insanla ilgili doğal olguları yerleştirdiği için, doğalcı bir etik görüşüdür. Antropolojik bir temellendirmeyi benimseyen evrimci etik anlayışı, toplumsal ve dolayısıyla ahlâki hayatını doğadaki aynı evrim yasalarına uyduğunu, söz konusu evrim sürecinin mutluluk oranında büyük bir artışa yol açtığına ve açacağına inandığı, ve egoizmin yerini özgecil iğe bırakacağına, “savaş halinden barış durumuna, doğadan akla, içgüdüden fazilete geçileceğine inandığı için, iyimser bir etik anlayışıdır. Bununla birlikte, evrimci etik birçok doğalcı bilimci etik görüşü gibi, olguyla değerin iki ayrı alan meydana getirdiğini göremediği, gerçekle ideal olan arasındaki farkı unuttuğu» olandan olması gerekene veya olgudan değere geçtiği için, doğalcı yanlışa düşen bir etik görüşüdür.
Evrimci filozlar: Sistemlerinde Darwin tarafından geliştirilmiş olan evrim teorisine merkezi bir yer veren filozofların meydana getirdiği hiçbir şekilde homojen olduğu söylenemeyen birlik.
Evrimi apaçık bir olgu olarak kabul eden filozoflar arasında, C. Darwin ve E. Haeckel örneklerinde olduğu gibi, bir bölüm baştan sona doğalcı, bilimci ve maddeci olmuştur. Diğer bazıları ise, H. Spencer örneğinde olduğu gibi, en azından agnostik bir tavır takınmışlardır. Fakat evrimci filozofların azımsanmayacak bir bölümü, H. Bergson ve 5. Alexander örneklerinde olduğu gibi, Darwin’in evrim teorisini dine çok daha sempatik bakan metafiziksel veya değer biçici bir çerçeve içine yerleştirmişlerdir. Yine, C. Lloyd Morgan evrim düşüncesini, teizme açık kapı bırakacak şekilde, indirgemeci ve mekanistik olmayan bir tarzda yorumlamıştır. Teilhard de Chardin gibi bazıları da, evrimi panteistik bir sistem içinde ifade etmiştir.
Evrimcilik: Çoğu zaman ilerlemeye duyulan inançla birlikte ortaya çıkan ve evrimin, evrendeki en temel değişme tarzı olduğunu savunan görüş. Evrim düşüncesi, yani tüm tezahürleri ve görünüşleri içinde evrenin ve yaşamın, tüm boyutlarıyla doğanın, bir gelişme sürecinin ürünü olduğu düşüncesi üzerine kurulan sistem; tanrısal düzen ve yaratılış düşüncesinden farklı olarak, türlerin çeşitliliğini, evrende hüküm süren değişim, dönüşüm, çevre koşullarına uyum sağlama ve gelişmenin sonucu olarak gören öğreti, çeşitli hayvan türlerinin evrim yoluyla dönüşüme uğradıklarını öne süren teori.
Evrimcilik düşüncesi, sanıldığının aksine, İlkçağ felsefesine dek geri gider. Dünyanın gelişmesini canlı bir varlığın gelişmesine benzeten Yunanlılar, yaşamın ve varlığın kökünü suda bulan Thales örneğinde olduğu gibi, bütün varlık türlerinin ya tek bir varlıktan, ya da su, hava veya Empedokles’in dört öğesi gibi, sayıca sınırlı varlıklardan türemiş olduğunu düşünmüşlerdir. Evrende türlerin sürekliliği ilkesini benimseyen Yunan düşüncesinde, Aristotelesin sistemi de, varlıklarda salt maddeden düşünce yetkinliğine geçişi ifade etmek isteyen bir tür evrimcilik ortaya çıkar.
Evrimci Pozitivizm: Pozitivizmin, bilginin deneyime dayandığı, olguları konu aldığı ve özel bilimler tarafından tüketildiği tezlerini korumakla birlikte, sosyal pozitivizmde olduğu gibi, topluma ya da tarihe değil de, fizik ve biyolojiye yönelen ya da dayanan pozitivist anlayış.
Herbert Spencer tarafından savunulan bu tür bir pozitivizm, bir ilk nebuladan başlayıp, uygarlığın en yüksek ürünlerine dek uzanan sürekli ve doğrusal bir ilerleme olarak evrensel bir evrim düşüncesine dayanır. Spencer bu tür bir evrim sürecinin gerçekliğin tüm alanlarında hüküm sürdüğünü ve bu farklı evrimlerin temel özelliklerini ortaya çıkaracak ayrı bilimler bulunduğunu savunmuştur. Bu bakış açısından felsefe, evrim sürecine ilişkin en genel bilgiyi sağlayan disiplindir. Evrimci pozitivizm, tinselcilikten olduğu kadar, maddecilikten de uzak olan bir felsefedir. Buna göre, Spencer, evrim sürecinin hem madde ve hareket, hem de tinsellik ve bilinç açısından yorumlanabileceğini öne sürmüştür.
Eylem: Bir şey yapma bir işlemi gerçekleştirme bir etkinlikte bulunma, bir işlevi yerine getirme bir şey üzerine etkide bulunma bir iş, davranış ya da olayla sonuçlanan, güç ya da enerji uygulama durumu
Ezeli-ebedi: Zamanın bitimsiz olması, sonunun gelmemesi durumu. Bütünüyle zamandışı olma hali. Zamanı içerme, fakat zamanı, bir anlamda aşma durumu. Ezeli-ebedilik zamanın karşısında olup, ezeli-ebedi olan, zaman içinde olmayanı, zaman içinde başlangıcı ve sonu olmayanı gösterir. Varlığa gelen her şeyin, her türlü sonlu varlığın zaman içinde varolduğu yerde, ezeli-ebedi varlık, varlığa gelmeyen, yaratılmamış ve yok edilemez olan, önce ve sonra kabul etmeyen, bir bütün olarak zamanın dışında olan varlıktır.
Ezeli-ebedi kavramı ilk kez olarak Yunan felsefesinde ortaya çıkmıştır. Bu felsefeye göre, Kranos ya da zaman yaratılmış değildir, zamanın başlangıcı ve sonu yoktur. Varolan her şey zaman içinde, ezelden ebede doğru akıp gider. Ezeli ve ebedi olana yabancı olan insan varlığı, ancak bu ezel ile ebed arasında kalan zaman süresinin anlarını bilebilir.
Ezoterik: Kamuya açık olmayan, herkesin anlaması için yazılmamış, yalnızca bir Kurum ya da bir okulda, bir mezhepte veya belli bir alanda, oldukça ileri bir düzeye ulaşmış kişiler için saklanmış, yalnızca onlar tarafından anlaşılabilir olan gizli inanç, ideoloji ya da öğretiler için kullanılan terim. |