FELSEFE SÖZLÜĞÜ
H
Hadis: Hz. Muhammed’in değişik olaylar ve problemler karşısında inananları aydınlatmak, Kuranın bazı ayetlerini daha açık bir dille ifade etmek için söylediği sözler bütünü.
Dini bir bilim olarak hadis, bu çerçeve içinde, Peygamberin sözleri ile davranışlarını, eylemlerini aktaran bilgileri derleyen, bu bilgileri yazılı bir biçimde düzenleyip sınıflandırarak inceleyen bilim dalına karşılık gelir. Zira, Kuran’da Hz. Muhammed’in kişiliği Müslümanlara örnek olarak gösterildiği için, onun yolunu izlemek, Allah’ın sevgi ve bağışını kazanmanın önkoşulu sayılmış ve bu durum Müslümanlar arasında inanç, ahlâk, ibadet gibi konularda Kuran’dan sonra hadisleri ikinci kaynak olarak benimsemelerine yol açmıştır. Buna göre, hadis Hz. Muhammed’in sözlerini toplar, sınıflandırır ve Peygambere atfedildiği halde, gerçekte ona ait olmayan hadisleri belirlemenin yöntemini geliştirir.
Hak: İnsan varlığına, bir kimseye var olan yasalarla, evrensel beyannameler ya da en azından sözlü bir gelenekle tanınan belli şekillerde hareket etme özgürlüğü, yetkisi ya da imkanı. İnsana Tanrı, kral, yasa, toplumsal bilinç ya da gelenek gibi bir otorite kaynağı tarafından verilen, desteklenen, kutsanan yetki, özgürlük ya da ayrıcalık. Bireylere toplumsal ilişkiler ve ahlâki bakımından tanınan davranış özgürlüğü.
Hak biraz daha özel olarak da, toplumsal bir çerçeve içinde, hukuki düzenin, insan açısından korunmaya değer çıkarları koruyabilmek amacıyla insanlara tanıdığı yetki şeklinde tanımlanabilir.
Hak kavramını açıklayan üç ayrı öğretiden söz edilebilir. Bunlardan birincisi olan irade teorisine göre, hak, hukuki düzenin insana tanıdığı irade gücüdür. İkincisi olan çıkar teorisi ne göre ise, hak hukuki düzenin koruduğu çıkardan başka bir şey değildir. Bu iki teorinin eksiklerini gidererek bir sentezini yapmış olan karma teori açısından ise hak, hukuki düzenin kişiye, sahip olduğu çıkarı koruması için tanıdığı irade gücüdür.
Haklar çeşitli şekillerde sınıflanabilir. Her tür sınıflamanın başında gelecek hak türü, doğal halda belirlenir. Buna göre, doğrudan doğruya insan doğasından çıkan ve bir insan varlığı olma olgusu tarafından öngörülen hak ve özgürlüklere doğal haklar adı verilir. Bunlar, her zaman ve her yerde geçerli olan haklardır. Doğal haklar, bir başkasına devredilemeyecek ve hiçbir şekilde vazgeçilemeyecek hak ve özgürlükler olarak anlaşılır. Bu hakların en belli başlıları, yaşam, özgürlük, eşitlik, mutlu olma, çalışma gibi haklardır.
Öte yandan, kabul edilmiş standartlara uyduğu, Tanrı’nın isteklerine uygun düştüğü, ideallerimizi somutlaştırdığı; başkalarının çıkarlarına zarar vermediği; ve nihayet kendilerinin ahlâki değerleriyle ilgili sağlam kanıtlar bulunduğu için belli eylem ya da faaliyetleri gerçekleştirme hakkına, ahlâki hak adı verilir.
Üçüncü olarak kişinin siyasi iktidarın kullanımına katılma amacına yönelik seçme, seçilme, siyasi parti kurma, ve partilere girme, siyasi iktidarı eleştirme, sansüre ya da kovuşturmaya uğramama gibi haklarına, siyasi haklar adı verilir. Buna karşın, bir toplumun yurttaşlarına, o toplumun hukuki ya da yasak oyucu güçleriyle verilen haklara. vatandaşlık haklan adı verilmektedir. Öte yandan, iyi bir eğitim, sağlık, meslek sahibi olma uygun bir yaşam standardına ulaşma, baskı altında tutulmama, fırsat eşitliği gibi bireylere toplum tarafından sağlanan temel hak ya da ideallere insan hakları adı verilmek durumundadır.
Yine, hukuki sistemi, ithamlara karşı savunma, başkalarını suçlama, başkaları karşısında korunma, yasaları değiştirme gibi işlerde kullanma, bütün bu konularda yasa karşısında eşit muameleye tabi olma türünden haklara ise hukuki haklar adını vermemiz gerekir.
Haklara, son olarak, kişinin belirli yaşam alanlarının gizli tutulması amacına hizmet eden ve onun maddi ve manevi varlığıyla ilgili olup, bu varlığın geliştirilmesini hedefleyen kişisel haklan örnek verebiliriz. Bu hakların belli başlıları arasında konut dokunulmazlığı, haberleşme özgürlüğü, özel yaşamın gizliliği. yerleşme ve seyahat Özgürlüğü din ve vicdan düşünce ve ifade, bilim ve sanat özgürlüğü verilebilir.
Hakikat Rejimi: Fransız düşünürü Foucault’un her toplumun hakikatle ilgili bir genel politikası, yani doğru diye kabul edip fonksiyonel hale getirdiği söylem tipleri, in sana doğruyla yanlış önermeleri birbirinden ayırma olanağı sağlayan mekanizmaları ve örnekleri, değerleri hakikate ulaşma hedefine göre ayarlanmış teknik ve prosedürleri olduğu, her toplumda doğru sayılan şeyi söylemekle yükümlü olanlara belli bir statü verildiği görüşünü ifade ederken kullandığı terim.
Bilginin bu hakikat rejimi açısından ele alınmak durumunda olduğunu, hakikatin iktidarın hiçbir şekilde dışında olmadığını öne süren Michel Foucault’ya göre, hakikatin bir ekonomi politiği vardır. Söz konusu ekonomi politiği belirleyen beş temel özellik bulunmaktadır. Bu özelliklerin başında, hakikatin bilimsel söylem formunda ifade edilip, onu üreten kurumlarda merkezleştiği gerçeği gelmektedir. Yine hakikat, sürekli bir ekonomik ve politik teşvike konu olduktan başka, sınırsız bir yayılma eğilimi sergiler ve tüketim objesi olur. Ve yine hakikat, Poucault’ya göre, egemen birkaç büyük ekonomik ve politik aygıtın, örneğin üniversite, ordu ve medyanın politik tartışma ve toplumsal planda karşı karşıya gelmeleriyle ilgili bir sorun ya da konudur.
Bu bağlamda, bilginin üretildiği toplumun bir güç ilişkileri evreni olduğunu öne süren ve dolayısıyla, gücü epistemik strateji olarak tanımlayan Poucault, gücün söylenmesi, yapılması gereken şeyi engellediğini ve söylenebilecek şeyi seçtiğini öne sürmüştür. Başka bir deyişle, bilgi güç ilişkisi düzenleyici türden bir ilişki olup, pratikte görülebilir. Ona göre, bilgi, güç kullanımı olmadan, tanımlanmamış, belirsiz ve formsuz bir şeydir. Bilgi, politik ekonomi, söylem formasyonu ve politik teknoloji olup, bilmek de yargıda bulunma ve egemenlik altına alma gücünü kullanmaktır. Bundan dolayı, Foucauw’ya göre, güç olmadan bilgi, bilgi olmadan da güç olamaz. Bilgi güç, güçte bilgidir.
Hareket: Hareket, sosyal bilimlerde, belli bir alanda belli bir değişikliğin yapılmasını isteyen bireylerin ya kendi başlarına ya da belli kişilerin önerliğine gerçekleştirdikleri toplu gösteriye belli bir sonuca erişmek isteyenlerin örgütlü topluluğuna karşılık gelir.
Hayek, Friedrich August von: 1899-1992 yılları arasında yaşamış Avusturya doğumlu İngiliz iktisatçısı ve filozofu. Temelde ya da öncelikle, bir iktisatçı olarak tanınan Hayek’in temel eserleri Road ta Serfdam [Köleliğe Giden Yol], The Pure Theory of Capital [Saf Sermaye Teorisi], The Constitution of Liberty [Özgürlüğün Anayasası], Law, Legislation and Liberty [Yasa, Yasama ve Özgürlük]’dir.
İktisat alanındaki veriminden ötürü Nobel Ödülüne layık görülen Hayek’in iktisatçılığının ardalanında önemli felsefi vukufların olduğu söylenir. Söz konusu vukufların temelinde ise epistemolojik birtakım kavrayışlar yer almaktadır. Ona göre, insan bilgisi sınırlı olup, akıl her zaman birtakım engellerle karşı karşıya kalır. Bu sınırlamalar, büyük bir toplumun yapısı araştırılıp işleyişi incelenmeye ve doğru tahmin edilmeye kalkışıldığı zaman, sadece toplumun karmaşıklığından dolayı değil, fakat insanın toplumsal ve iktisadi davranışı bilmede söz konusu olan genel güçlükler dolayısıyla da, belirgin ve hayli keskin bir hal olur. Bununla birlikte, milyonlarca bireysel faile dağılan bilgi, kendiliğinden gelişen gelenek ve alışkanlıklarda yoğunlaştığı için, özetlenip serbest pazarın işleyişinden çıkartılabilir. Hayek’in epistemolojisi işte bu durumun bir sonucu olarak onu akılcı reformistler karşısında kurumsal ve etik muhafazakarlığın, müdahale ekonomisinin karşısında da serbest pazarın savunucusu olmaya sevk etmiştir. Onun muhafazakar görüşüne göre, devletin serbest piyasadaki kontrolü veya serbest piyasadaki müdahalesi enflasyon, işsizlik, durgunluk ve çöküntü gibi iktisadi hastalıkların yalnızca daha da artmasına yol açar. Nitekim, o parça parça gerçekleştirilen ılımlı reformların ve devlet müdahalelerinin kaçınılmaz olarak Hitler gibi diktatörlere kapı açan ulusal yıkımlarla sonuçlanacağını tekrar tekrar ifade etmiştir.
Haz: Genel olarak, hoşa giden bir şeyin yarattığı, uyandırdığı duygu. Acının karşısında yer alan ve psikolojik bir olgu olarak, hoşumuza giden ve bizi çeken bir şeye sahip olmaktan doğan tatlı ve keyif verici duyum. Bir arzunun, isteğin tatmin edilmesinin ya da ihtiyacın karşılanmasının sonucu olan duygu. İradi bir tercihin hayata geçirilmesinden kaynaklanan hoşnutluk duygusu.
Hegel, George Wilhelm Friedrich: Büyük bir sistem kurarak, Kant’ın imkansız olduğunu söylediği şeyi gerçekleştirmiş, yani rasyonel bir metafizik kurmuş olan ünlü Alman filozofu. 1770-183 1 yılları arasında yaşamış olan Hegel’in temel eserleri: Phanomenologie des Geistes [Tinin Fenomenolojisi], Wissenschaft der Logik [Mantık Bilimi], Enzyklopadie der Philosophischen Wissenschaften im Grundrisse [Felsefi Bilimler Ansiklopedisi], Grundlinien der PhilIosophie des Rechts [Hukuk Felsefesinin İlkeleri].
Metafiziği: Alman idealizminin kurucusu olan Kant, aklın kendisinin apriori kategorileri ve bilginin formlarını, kalıplarını sağladığı için, bilginin mümkün olduğunu söylemişti. O bilginin, bu apriori kalıplarının insandan, içeriğinin ise dış dünyadan, insanın dışındaki gerçeklikten geldiğini savunmuştu. Buna göre, insan zihni, bilgiye apriori, deneyden bağımsız olan formları, kategorileri sağlar, bu formların malzemesi, içeriği ise insandan bağımsızdır, dışarıdan gelir. Hegel, işte bu noktada bilginin formları kadar içeriğinin de zihnin eseri, ürünü olması gerektiğini savunur. Nitekim o, bilginin tüm öğelerinin zihnin eseri olduğunu kabul etmiştir.
Hegel’e göre insan, bilgide kendisinin dışında olan, kendisinin yaratmadığı ve insandan bağımsız olan bir dünyayı tecrübe etmektedir. Bu doğal dünya bütünüyle zihnin eseridir, fakat biz insanların zihinlerinin eseri değildir; bilgimizin nesneleri bizim zihinlerimiz tarafından yaratılmamıştır. Bundan Hegel’e göre, şu sonuç çıkar: Bu dünya, bu dünyayı meydana getiren ve bilgimizin konusu olan nesneler, sonlu bireyin, insanın zihninden başka bir zihnin eseri olmalıdır. Bilginin nesneleri ve dolayısıyla bütün bir evren mutlak bir öznenin, mutlak bir Zihin, Akıl ya da Tinin ürünüdür. Hegel’in Tin, Geist, İde, Mutlak, Mutlak Zihin adını verdiği bu tinsel varlık, tüm bireysel, sonlu insan ruhlarının dışındaki nesnel bir varlıktır. Hegel, Mutlak Zihnin, Geist’in özüne, insan aklı tarafından nüfuz edildiğine inanır, çünkü Mutlak Zihin, insan akımın işleyişinde olduğu kadar, doğada da açığa çıkar. Yani, Geist kendisini Hegel’e göre, doğada ve insan aklında ifade eder. Ona göre, gerçekliğin tümü yalnızca bir İde, Mutlak ya da Nesnel Akıl, bir Mutlak Tin aracılığıyla anlaşılabilir. Bu Mutlak Akıl dünya tarihi boyunca bir evrim süreci içinde olmuştur. Mutlak Akıl aşkın, kendi kendisine yeten, kendi kendisinin mutlak olarak bilincinde olan, tam olarak bağımsız bir varlık olmaya çalışmaktadır. Söz konusu evrim süreci, mutlak Aklın tam olarak rasyonel ve anlaşılır bir varlık haline gelme çabasıdır. Düşünce ile varlığın, mantık ile metafiziğin bir ve aynı gerçekliğin iki farklı yüzü olduğunu söyleyen Hegel’de Mutlak Zihin statik bir varlık değil, fakat dinamik bir süreçtir. Bu Mutlak Zihin, dünyadan ayrı bir varlık değil, fakat özel bir bakış açısından görüldüğünde, dünyadır. Hegel‘in dinamik bir süreç olarak betimlediği bu mutlak varlık, onun diyalektik adını verdiği üçlü adımlardan oluşan hareketlerle değişir ve gelişir. İşte dünya, varlık, tarih, kültür ve uygarlık dediğimiz her şey Mutlak Zihnin üçlü adımlardan oluşan diyalektik hareketlerinden meydana gelir. Evren, kendisinde mutlak Aklın amaçları ya da hedeflerinin gerçekleştiği bir evrim sürecidir.
Hegel’in bu anlayışı, teleolojik ya da organik bir anlayıştır. Evrimde en önemli şey, başlangıçta varolandan ziyade, sonuçta ortaya çıkandır. Hakikat bütündedir, ama bütün yalnızca evrim süreci tamamlandığında gerçekleşir. Mutlak olan özü itibariyle bir sonuç, bir tamamlanmadır. Felsefe, buna göre, sonuçlarla ilgilenir; o, bir evrenin başka bir evreden nasıl zorunlu olarak çıktığını göstermek durumundadır. Bu hareket doğada ve hatta tarihte bilinçsiz olarak gerçekleşir. Hegel’e göre, düşünür bu sürecin bilincinde olabilir; o bu süreci betimleyebilir. Düşünür evrenin anlamını bildiği, evrensel dinamik aklın kategorilerini, işlemlerini yakaladığı zaman, en yüksek bilgi düzeyine yükselir. Filozofun zihnindeki kavramların diyalektik evrimi, dünyanın nesnel evrimiyle çakışır; öznel düşüncenin evrimi ve kategorileri, evrenin kategorileriyle bir ve aynıdır. Düşünce ve varlık özdeştir.
Yöntem: Mutlak varlığın bilgi ya da düşünce süreciyle doğal süreci kapsayan gelişme süreci, Hegel’e göre, diyalektik yoluyla gerçekleşir. Diyalektik, hem düşünmenin hem de bütün varlığın gelişme biçimidir. Düşünme de varlık da hep karşıtların içinden geçerek, karşıtları uzlaştırarak gelişir. Felsefenin görevi şeylerin doğasını anlamak, şeylerin doğasının, varoluşunun, özünün ve amacının ne olduğunu bildirmek ise eğer, felsefenin yöntemi bu amaca uygun bir yöntem olmak durumundadır. Yöntem, evrendeki rasyonel süreci yeniden yaratıp ifade etmelidir. Bu amaca ise, Hegel’e göre, gizemli bir biçimde, dahinin sezgileriyle veya daha özel bir yolla ulaşılamaz.
Hegel felsefenin, Kant’ın da belirtmiş olduğu gibi, kavramsal bilgi olduğunu öne sürer. Fakat biz gerçekliği soyut kavramlarla tüketemeyiz; zira gerçeklik, soyut kavramların gereği gibi yansıtamayacağı, hareket halindeki dinamik bir süreçtir. Çünkü gerçeklik olumsuzlamalarla, çelişkilerle ve karşıtlıklarla doludur. Bir şeyi gerçekte olduğu şekliyle anlatabilmek için, Hegel’e göre onun hakkındaki tüm doğruları ifade etmemiz, onun tüm çelişkilerini belirtmemiz ve bu çelişkilerin nasıl uzlaştırıldığını göstermemiz gerekir. Bu ise, diyalektik yöntemle olur.
Buna göre, düşünce diyalektik olarak ilerlediğinde, en basit, en soyut ve içerik bakımından en boş olan kavramlardan daha kompleks, daha somut ve daha zengin kavramlara doğru ilerler. Hegel’in diyalektik yöntem adını verdiği bu yönteme göre, biz işe soyut ve tümel bir kavramla başlarız (tez); bu kavram bir çelişkiye yol açar (antitez); birbirlerine çelişik olan bu iki fikir, ilk iki kavramın bir birliğini ifade eden üçüncü bir kavramda uzlaştırılır (sentez). Yeni kavram da yeni birtakım problem ve çelişkilere yol açar, öyle ki bunların da başka kavramlarda çözümlenmesi gerekir. Diyalektik süreç, bundan dolayı kendisinde tüm karşıtlıkların hem barındığı ve hem de çözüldüğü, nihai ve en yüksek kavrama ulaşılıncaya kadar sürer.
Bununla birlikte, tek bir kavram, en yüksek kavram bile olsa, bütün bir gerçekliği göstermez. Tüm kavramlar yalnızca kısmi doğrulardır. Bilgi bütün bir kavramlar sisteminden meydana gelir. Doğruluk ve bilgi, tıpkı rasyonel gerçekliğin kendisi gibi, canlı bir mantıksal süreçtir. Buna göre, bir düşünce zorunlu olarak başka bir düşünceden çıkar; bir düşünce, başka bir düşünce meydana getirmek üzere kendisiyle birleşeceği düşüncede, bir çelişkiye yol açar. Diyalektik hareket düşüncenin mantıksal olarak kendi kendisi açmasıdır.
Hegel’e göre, filozof un yapması gereken şey, düşüncenin tanımlanan şekilde kendi mantıksal akışını izlemesine izin vermektir. Bu süreç tam olarak ve gereği gibi gerçekleştirildiğinde, dünyadaki süreçle bir ve aynı olan bir süreçtir. Hegele göre, Mutlak’ın, Geist’ın diyalektik hareketinin birinci adımında O, kendisindedir. Burada Geist, henüz bir imkanlar ülkesidir. O, kuvve halinde olan gücünü henüz gerçekleştirmemiştir (Tez). Bununla birlikte onun kendisini bilmesi, tanıması için, Geist’ın kendisine bir gerçeklik kazandırması gerekir.
Geist, Mutlak Zihin bu amaçla kendisini ilk olarak doğada gerçekleştirir (Antitez). Doğa dünya dediğimiz şey, Hegel’e göre, karşıtlaşmış, farklılaşmış hale gelen mutlak varlıktır. Soyut ve farklılaşmamış halde bulunan İde’nin tek tek varlıklar haline gelerek kendi dışında bir varlık haline dönüşmesidir. O, şimdi kendisinden başka bir şey olmuş, özüne aykırı düşmüştür. Geist, Mutlak Zihin. Tin doğada kendisine yabancılaşmış, kendi özü ile çelişik bir duruma düşmüştür. Bu çelişki, diyalektik sürecin üçüncü basamağında, kültür dünyasında ortadan kalkar (Sentez). Bununla da, Geist yeniden kendini bulur, kendine döner, ancak o, bu kez bilincine tam olarak varmış, özgürlüğe kavuşmuş durumdadır. Zira, Geist’in yasası, doğal dünyada zorunluluk, buna karşın kültür dünyasında özgürlüktür.
Kültür felsefesi: Geist, kendisini kültür dünyasında diyalektiği n üçlü hareketi gereğince, Sübjektif Geist (Öznel Ruh), Objektif Geist (Nesnel ruh) ve Mutlak Geist (Mutlak Ruh) olarak açar. Buna göre, subjektif Geist en alt düzeyinden en üst düzeyine kadar insan ruhunu meydana getirin. Geist, kendisine yönelmiş Özgür bir varlık, kendisini bilip tanıyan bağımsız bir gerçeklik haline gelmek için, doğadan yavaş yavaş sıyrılır. O, henüz gelişmemiş bir ruh halindedir ve bu haliyle antropoloji biliminin araştırma ve inceleme konusu olur. Ruhun henüz doğadan tümüyle sıyrılamadığı bu aşamada, ona karşılık gelen kavrayış biçimi duyumdur. Ruh, daha sonraki aşamada ‘duygu haline’ ya da hissetmeye geçer. Hissetmenin en gelişmiş ve tamamlanmış şekli ‘kendini hissetme’dir ve bu, bilince giden bir ara basamaktır. Bilinç, böylelikle duyum, algı ve anlayış aşamalarından geçerek kendini özgür bir Ben (Ruh, Zihin) olarak tanır.
O, bundan sonra başka benlikleri de tanır ve kabul eden. Böylelikle, Geist kendisini Nesnel Tin olarak gerçekleştirir ve ortaya ahlâklılık ve Devlet çıkar. Bu durum benin kendi içinde kalmaktan kurtularak genel kurallara ve öznellikten nesnelliğe yükselmesi demektir. Böylece, herkes için geçerli olan, herkesi kavrayan nesnel Ruh ya da Tin ortaya çıkmış olur. Tarih dediğimiz şey, Hegel’in gözünde, halklarda beliren Ruhun gelişmesinden başka bir şey değildir. Tarihin belli bir anında, belli bir halk, Tinin gelişmesini üzerine alır. Ruhun hukuk, devlet, ahlâk ve tarih alanındaki bu nesnelleşmesi boyunca kendine dönmesi, kendini tanıması, mutlak Ruhun bilincine varması söz konusudur. Özel isteklerin, tutkuların ve eğilimlerin alanında, herkes için geçerli nesnel ilkeleri ortaya koyarak, onları hukuk, ahlâk devlet şeklinde kabul eden Tin, bütün koşullardan sıyrılarak kendini tanımaya, kendi özünü farketmeye başlar. Böylelikle, Mutlak Ruh haline gelir.
Tarih Felsefesi: Hegel, şu halde tarihin kaba olguların toplamından meydana gelen gelişigüzel bir bütün, olayların anlamdan yoksun bir ormanı değil de, Tinin kendi kendisini diyalektik olarak açımladığı anlamlı bir süreç, özgürlük bilincinin bir ilerlemesi olduğunu düşünmüştür. Tarihin teleolojik bir tarzda anlaşılması gerektiğini öne süren, tarih felsefesinin tinin ve özgürlüğün “gelişme basamaklarını bir bütüne doğru gitmek üzere birbirine bağlanan ‘halkalar’ olarak, halkların kültürel gelişiminde onların geliştirdikleri devlet tiplerinde izlediklerini” söyleyen Hegel, dünya tarihine mal olmuş dört dünya devletini, sırasıyla 1- Doğulu, 2- Grek, 3- Roma, 4- Hıristiyan Cermen olarak, özgürlük bilinci açısından şöyle değerlendirmiştir.
Çin, Hint ve İran’ı kapsayan Doğu dünyasında zorba hükümdar dışında hiç kimsenin özgürlüğü yoktur. Modern anlamı içinde kendine ait bir iradeden yoksun bulunan öznelerden meydana gelen Doğu uygarlığında sadece hukuk değil, fakat ahlâklılık da dış baskı ve zorlamanın ürünü olmak durumundadır. Özgürlük bilincinin ilk kez olarak zuhur ettiği, özgür bireysellik idesi tarafından şekillenen Grek dünyasında da bireyin özgürlüğü yeterince gelişmiş değildir. Yunan’da özgürlük bilincinin yeterince gelişmemesinin iki nedeni vardır: Bunlardan birincisi, Yunan özgürlük düşüncesinin köleliğe izin vermesidir. Dolayısıyla, Doğuda en iyi durumda yalnızca tek bir kişinin Özgür olduğu yerde, Grek dünyasında, sadece bazı, köle olmayan insanlar özgürdür. İkincisi, kendi kent devletleriyle ayrılmazcasına birleşmiş, hatta özdeşleşmiş olan Yunanlılar da, özgürlük için gerekli olan eleştirel düşünce ve refleksiyondan yoksundurlar. Doğunun despotik yönetim modeline bir anlamda yeniden dönüşü ifade eden Roma dünyasında bireyin özgürlüğü tanınır. Bununla birlikte, Hegel’in “bireyin soyut özgürlüğü” adını verdiği bu özgürlük, gerçek özgürlük veya somut bireysellik olmayıp, Roma’nın mutlak iktidarı karşısında sallantılı bir durumda bulunan, yalnızca hukuki veya formel bir özgürlüktür. Nitekim bu dönemde bireyler, ona göre, gerçek özgürlüğe, Stoacılık, Epikürosçuluk veya Şüphecilik gibi felsefelere sığınarak ulaşabilmişlerdir.
Hegel‘in özgürlük bilincinin gelişmesi olarak gördüğü dünya tarihinde pozitif çözümü Hıristiyanlık sağlar. Zira, Hıristiyanlık içinde, insanın insan olarak özgür olduğu bilincine varılmış ve böylece tin, özgürce kendi özgül doğasını yapmaya geçmiştir. Bu bilinç, önce dinde, yani tinin en derin köşesinde ortaya çıkmıştır; ama bu ilke dünyasal özünü de kurmuştur. Örneğin, Hıristiyan dininin kabulüyle birlikte kölelik ortadan kalkmış ve böylece, devletlerde özgürlük yavaş yavaş egemen olmuştur.
Modern dünyada özgürlük yolundaki en önemli adım ise, hiç kuşku yok ki Reformasyondur. Bu bağlamda anahtar tenimler olarak “basitlik” ve “yürek”i kullanan Hegel’e göre, Reformasyonla birlikte, tek tek her insan varlığının Tanrı’ya doğrudan tinsel bir temas içinde olabildiği, birey vicdanının hakikat ve iyiliğin nihai yargıcı olduğu ortaya çıkmıştır. Ama esas Aydınlanmayla birlikte, kendilerinin gerçekliğin efendileri olduklarını düşünen insanlar kendi kimliklerini akıl olarak belirleyip. evrensel düşünce özgürlüğüne sahip olduklarını görmüşlerdir. Kendi akıl yürütme güçlerini hakikat ve iyiliği yargılamada özgürce kullanabileceğini gören Aydınlanma insanı, bütün eşya ve kurumlarıyla dünyanın ancak aklın genel ilkelerine uyduğu zaman, onaylanıp temellendirilebileceğine inanır. Aydınlanmanın başka ülkelere aktardığı evrensel ilkelerin değerini tanıyan Hegel, bununla birlikte, onun bir bütün yapısı hakkında eleştirel bir tavır takınır.
Aydınlanma Eleştirisi: Aydınlanmanın Verstand düzeyinde kaldığını, Vernunft düzeyine hiçbir zaman erişemediğini, dolayısıyla onun insanları açıkça bireyler olarak ayırt ederken, birbirlerinden bağımsız bireyler olarak gördüğünü, fakat onların içinde yer aldıkları cemaati unuttuğunu söyleyen Hegel’e göre, Aydınlanmanın siyaset teorisi de atomistiktir. İşte bundan dolayı da, Aydınlanma sadece bizi çevreleyen dünyadaki dışsal, bireysel nesneleri görür; fakat dünyayı Tanrı, Geist, ya da akıl tarafından konmuş bir düzen olarak görmez. Aydınlanmanın gördükleri doğru olmakla birlikte, iflah olmazcasına kısmidir. O her şeyin kutsiyetini elinden alır, çünkü dünyayı insanın inceleme ve kullanımına açık bir nesneler yığını olarak görür; onu aklın tezahürü, sudüru olarak görmez. Aydınlanmanın değer teorisinin yararcı bir teori olmasının nedeni, Hegel’e göre, budur. Bütün nesneler kullanılmaya hazır şeyler olarak görülür. Onların bir saygı tavrı talep eden daha yüksek bir şeyin tezahürü olarak görüldükleri boyut ortadan kalkmıştır. Nesnelerin değeri kendilerinin dışında, özneler, insanlar tarafından kullanılmaları olgusunda bulunmalıdır.
Aydınlanma ve Aydınlanmanın sonucu olan Fransız Devriminin aynı temel üzerinde bir diğer yanlışı da, onun soyut felsefe ilkeleri halkın eğilim ve yönelimlerini hiç dikkate almadan uygulamaya kalkışmasından oluşur. Ki bu teşebbüste, varolan cemaatle onu meydana getiren bireylerden tecrit edilmiş bir tarzda değerlendirilmemesi gereken akla dair yanlış bir kavrayıştan kaynaklanmaktadır. Hegel‘e göre, böyle bir teşebbüste hukuk ve ahlâk düzeni halka bir dayatma olup çıkacağı için, o bireyin özgürlüğü bakımından bir kısıtlama oluşturur. Bu nedenle, ihtiyaç duyulan biricik şey, bireyin çıkarlarıyla bütünün çıkarlarının ahenk içinde olacağı, rasyonel bir tarzda düzenlenip örgütlenmiş, organik bir cemaattir.
Özgürlük ve Etik Anlayışı: Nasıl ki soyut felsefe ilkeleri bireylerin taleplerini, cemaatin ihtiyaçlarını hiç dikkate almadan uygulamaya kalkışmak Hegel için kabul edilmezse, aynı şekilde bireylerin kendilerini vicdan ve kanaatlerine göre yönetmeleri de asla yeterli olmaz. Bu, sadece öznel özgürlük olur. Nesnel dünyanın, yani bütün toplumsal ve politik kurumlarıyla gerçek dünyanın da rasyonel bir biçimde düzenlenmiş olması gerekmektedir. Çünkü nesnel dünya rasyonel olarak düzenlenmezse, kendi vicdanlarına göre eylemde bulunan bireylerin hukuk ve ahlâkla çatışmaya düşmeleri kaçınılmaz olur. Bu durumda, mevcut hukuk ve ahlâk düzeni bireylere düşman hale gelir, onların özgürlüklerine getirilmiş bir sınırlama olup çıkar. Oysa nesnel dünya rasyonel bir biçimde düzenlendiği zaman kendi vicdanlarına göre hareket eden bireyler özgürce nesnel dünyanın hukuk ve ahlâkına göre eylemeyi seçeceklerdir. Şu halde, ahlâkın hem öznel ve hem de nesnel bir boyutu olduğunu söyleyen Hegel‘e göre, bu takdirde bireylerin özgür seçimleriyle bir bütün olarak toplumun ihtiyaçları arasında tam bir ahenk olacağı için, özgürlüğe getirilecek bir sınırlamadan söz etmek mümkün olmaz.
Hegel bireyin organik cemaatte sahip olacağı hakiki özgürlüğü ortaya koymazdan önce, büyük bir güçle karşı çıktığı liberal özgürlük anlayışını tartışmaya açar. Söz konusu özgürlük anlayışına göre, birey müdahaleye maruz kalmadığı, istediğini yapabildiği ve yapmak istemediği şeyleri yapmaya zorlanmadığı sürece özgürdür. Bu özgürlük anlayışı, liberal iktisatçıların, tüketicilerin serbest pazarda satın almayı seçebilecekleri mal ve hizmetler üzerinde hiçbir sınırlama olmadığı, onlar tüketici tercihlerinde serbest bırakıldıkları zaman, Özgür olduklarını öne süren hürriyet anlayışıdır. Hegel, formu olması, fakat içerikten yoksun bulunması anlamında formel veya soyut özgürlük adını verdiği bu özgürlük anlayışının keyfi olduğunu iddia eder. Hegel bu öznel özgürlük anlayışının yüzeyin gerisine nüfuz edemediği ve bireylerin güya kendi kendilerini belirleme görüntüsü altında, tercihlerinin gerçek nedenlerini araştıramadığı için, bir yandan da yapay ve yüzeysel olduğunu düşünür. Oysa Hegel’in kendisi bu tercihlerin, bireylerin kendi kendilerini belirlemelerinin sonucu olmak bir yana, çoğunluk insanları etkin bir biçimde denetleyen dış faktörler tarafından belirlendiğine inanır. Hatta ve hatta, o tüketim toplumunu, daha sonra karşılamak üzere, çoğunluk gerçek olmayan birtakım ihtiyaçlar yarattığı için, yüzyıl öncesinden eleştirip mahkum eder. Ona göre, daha büyük konfor, daha fazla lüks ihtiyacı, insan varlıklarında kendiliğinden doğmaz, fakat onun yaratılmasında menfaati olanlar tarafından telkin ve teşvik edilir.
Hegel’e göre, ihtiyaçlarımız ve dolayısıyla isteklerle arzularımız içinde yaşadığımız toplum tarafından şekillenir; dahası, toplumun kendisi de tarihsel süreç içinde bir evre olmak durumundadır. Bundan dolayı, bireyin her istediğini yapabilmesi anlamında soyut özgürlük asla gerçek özgürlük olamaz; hiçbir müdahale ya da sınırlama olmadan her istediğini yapmak Özgür olmak değildir; bu, özgürlüğe değil, fakat sadece bireyin kendi yaşadığı zamanın tarihsel güçlerine tabi olduğuna işaret eder.
Buna karşın, gerçek özgürlük bu güçlerin bizi denetlemesine izin vermek yerine, bizim bu güçleri kontrol edebileceğimizi görmekle ilgili bir şeydir. Fakat bu nasıl mümkün olur? Hegel kendimizi başkalarının iradeleriyle çatışan bir iradeye sahip bağımsız insan varlıkları olarak gördüğümüz takdirde, başka insanların varoluşunun bize her zaman, özgürlüğümüze sınır koyan, kısıtlamalar getiren yabancı hatta düşman bir şey olarak görüneceğini söyler. Bu durum, klasik liberal gelenekte olduğu gibi alınması gereken bir olguyu, dünyanın varolma tarzını ifade eder, dolayısıyla, onun için yapılabilecek hiçbir şey yoktur. Oysa, Hegel için bu problem, bütün insanların ortak bir akıl yürütme melekesinden pay aldıklarını gördüğümüz zaman, kolaylıkla aşılabilecek olan bir problemdir. Dolayısıyla, ona göre, eğer bir cemaat rasyonel bir temel üzerine inşa edilebilirse, tek tek her insan onu, kendisine yabancı bir şey olarak değil, fakat kendi rasyonel iradesinin bir tezahürü, cisimleşmesi ya da ifadesi olarak kabul edip benimser. Çünkü, ödevimiz rasyonel bir tarzda temelleneceği ve akıl sahibi varlık olarak özümüzü ya da doğamızı gerçekleştirmek çıkarımıza olduğu için, işte o zaman ödevimizle kişisel çıkarımız örtüşür veya başka bir deyişle, kişisel çıkarla komünal değerler arasında ahenkli bir bağ kurulabilir.
Hegel katışıksız bir biçimde rasyonel olan soyut bir ahlâk anlayışının, belli bir zaman ve mekanda yaşayan insan varlıkları olarak özümüzün bir parçasını meydana getiren moral değer ve ahlâki geleneklerle bir şekilde birleştirilmesi gerektiği inancındadır. Başka bir deyişle, o bir toplum içinde şekillenen ahlâki doğamızla varlığımızın rasyonel boyutunun bir sentezini yapmaya kalkışır. Hegel’e göre, böyle bir sentez gerçekleştiği zaman, içinde her birimizin bir yandan bütünün iyilik ve mutluluğuna katkıda bulunurken~ kendi gerçek tatmin, özgürlük ve mutluluğumuzu doya doya yaşayacağımız organik bir cemaate erişiriz. Yani burada, hem istediğimizi yapabilmek bakımından, öznel anlamda ve hem de tarihimizin akışı tarafından belirlenmek yerine, onu rasyonel bir tarzda oluşturabilmemiz bakımından, nesnel anlamda özgür oluruz.
G.W.F. Hegel, Bütün Yapıtları (Seçmeler) (çev. H. Demirhan), Ankara, 1976; G. W. F. Hegel, Tinin Görüngübilimi (çev. A. Yardımlı), İstanbul, 1986; G. W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri (çev. C. Karakaya), İstanbul, 1991; T. Bumin, Hegel, İstanbul, 1998; P. Singer, Hegel, Oxford, 1983; P, Singer, “G. W. F. Hegel maddesi”. The Oxford Corn panion ta PhiJasophy (ed. Ted honderich ), Oxford, 1995
Hegelcilik: Hegel’in ve öğrencilerinin geliştirdiği öğreti. Hegelci düşünce geleneğinin. filozofun bakış açısı, metafizik görüşü ve diyalektik anlayışının, metafizik, estetik, siyaset, toplum teorisi, teoloji ve din felsefesi alanında, Hegel’den sonra yaşamış olan çeşitli düşünürler ve araştırmacılar tarafından benimsenmesi suretiyle sürdürülmesi.
Sistematik olarak sınıflandırıldığında, Almanya içinde ve dışında Hegelcilik olarak ikiye ayrılır. 1- Almanya’daki Hegelcilik üç ana başlık altında ifade edilebilir: a- Rozenkranz, Fischer ve Zeller tarafından temsil edilen birinci akım, yani Ortodoks Hegelcilik, Hegelci görüşü hiçbir değişikliğe uğratmadan aynen sürdürür. b- Yeni-Hegelcilik olarak bilinen ve bir yandan Hegel’in idealizmini sürdürürken, bir yandan da devleti en yüce amaç olarak gören Kroner ve Liebert’in temsil ettiği yaklaşım. c- Hegel’in diyalektik yöntemini ve oluş kavramını benimserken, idealizmini yadsıyan, Feuerbach ve Marx’ın yaptığı gibi dini, Stirner’ın yaptığı gibi yerleşik kurumları eleştiren sol Hegelcilik.
2- Almanya dışında ise Hegelcilik İtalya’da Benedetto Croce ve Giovanni Gentile, İngiltere’de Francis Bradley ve Bernard Bosanquet, ABDde ise Josiah Royce tarafından çok güçlü bir biçimde temsil edilmiştir. Fransa’da ise varoluşçu bir Hegel yorumu geliştiren Jean Wahl’den Alexander Koj ve bir yandan Hegel ile Heidegger’in düşüncesini birbirleriyle uzlaştırmaya çalışırken, diğer yandan Phanemonolagie’yi insanın her türlü yabancılaşmadan kurtuluşunu ilan eden bir bildiri olarak yorumlamıştır.
Hegelcilik tarihsel gelişimi içinde ele alındığında, onda bu kez dört ayrı evreyi birbirinden ayırmak gerekir. 1- Bunlardan birincisi Hegelci Okul içinde Hegelin sağlığında başlayarak 19. yüzyılın ortalarına kadar süren ve üçlü bir bölünmeyle sona eren çekişme dönemidir. Sağ ya da muhafazakar Hegelciler diye bilinen ve doğrudan Hegel’in Öğrencilerinden oluşan bir grup Hegelciliğin İncil öğretisine ve muhafazakar politikalara ters düşmediğini savunurken, genç ya da Sol Hegelciler diyalektiği hareket ve değişme ilkesi olarak yorumlamış, siyasal ve kültürel gerçekliğin değişimini amaçlamıştır. Bunların dışında kalan merkez grup ise Hegel’in sisteminin oluşumuyla ve mantık problemleriyle ilgilenmiştir. 2- 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyıllarına kadar olan ikinci evrede ise Hegelcilik Almanya dışında yayılmış ve ortaya çıkan Yeni-Hegelcilik daha ziyade mantığa ve diyalektiği yenileme işine ağırlık vermiştir. 3- Yirminci yüzyılın başlarından Hegelciliğin Almanya ‘da yeniden canlanması, Hegelciliğin tarihindeki üçüncü evreyi meydana getirir.. Dilthey’ın Hegel’in gençlik dönemi yazılarını ortaya çıkarmasından sonra yaşanan bu canlanma döneminde filoloji ve tarihsel araştırmalar öne çıkmış, Hegel’in düşüncesi Aydınlanma ve romantizm çerçevesinde ele alınmıştır. 4- İkinci Dünya Savaşına rastlayan son dönemde ise Marksist araştırmaların yeniden canlanması, Marx-Hegel karşılaştırmalarının gündeme gelmesine ve özellikle siyasal-toplumsal problemler üzerinde durulmasına yol açmıştır.
Hegel eleştirisi: Felsefe tarihinin en önemli filozoflarından biri olan Hegelin felsefesinin şu ya da bu yönüne, örneğin tarihsel determinizmine veya idealizmine, idealist tarih diyalektik anlayışına karşı çıkan düşünürlerin gerçekleştirdikleri Hegel karşıtı kritik.
Birçok filozofu çok derinden etkilemekle birlikte, sert eleştirilerin de hedefi olan Hegel’i ve felsefesini herhalde en ağır eleştiren filozof, Hegel çağı diye nitelenebilecek bir dönemde Kierkegaard olmuştur. Kierkegaard Hegel ‘i her şeyden önce, bireyi tümden unutan, onu bütün içinde bir nokta, önemsiz bir uğrak haline getiren, nesnel ve evrensel bir sistem inşa ettiği için eleştirir. Nitekim, o gerçekliğin oluşum ve gelişimi sürecinde bir uğrak olmayı şiddetle reddeder.
Hegel’in nesnel idealist sisteminde, tam ve hakiki tek bir gerçeklik vardır; bu gerçeklik de, rasyonel olanın gerçek ve gerçek olanın da rasyonel olmasından dolayı, İdea veya Geist’e, Mutlak Tine tekabül eden rasyonel bütündür. İşte bu gerçeklik görüşünce, her şey bütünle ilişki içinde ve bu ilişki sayesinde varolur. Kierkegaard’a göre, on~arca kaygı içinden bir kaygıyı ve en önemsiz duygularımızdan birini ele alalım. Bu duygu, Hegel’in sisteminde sadece bütünün, benim hayatım olan bütünün bir parçası olarak varolabilir. Ama benim hayatımın da yine, ait olduğum kültürle, bir yurttaşı olduğum ülkeyle, icra ettiğim iş ya da meslekle ilişki içinde varolduğu unutulmamalıdır. Öte yandan, devletle olan ilişkimin ve bu devletin de sadece büyük bir tarihsel sürecin kendisini bu süreçte açımlayan İdea ya da Geist’in bir parçası olduğunu hesaba katmak gerekir. Hayli kuşatıcı olan bu sistemde, böylelikle, her şeyi ihtiva eden somut bir tümel kavramına erişiriz. En sıradan duygudan, tüm diğer somut tümellerin, örneğin sanat eserlerinin, halkın, devletin kendisinin bir parçası oldukları tümel İdeaya kadar gidebiliriz. Biricik gerçeklik ezeli-ebedi gerçeklik olduğu için bu tümel İdea şeylerin başlangıcında da varolmuştur, onların sonunun geldiği zaman da varolacaktır.
Varoluşla sistemin çelişik olduğuna, Hegel’in tek kişiyi ortadan kaldırdığına inanan Kierkegaard, bu sistem içinde bir uğrak, bir nokta olmayı kabul etmez; evrensel gelişme düşüncesine düşman ve yabancı olan filozof, bir nokta, bir uğrak değil, fakat kendisidir. “Yahu, bu adam burnunu da sürmez mi?” dediği Hegel’in bütünü aradığı, nesnellik ve evrensellik için yanıp tutuştuğu yerde, Kierkegaard Öznelliği, bireyselliği öne çıkarır, zira ona göre, bir sistem veya bir bilgi sistemi tarafından hiçbir şekilde kavranamayacak olan şeyler vardır. Ona göre, bir insan hemen her şeyi soyutlayabilir, onları bir soyutlamayla ifade edebilir, fakat kendisini asla soyutlayamaz: “Kendimi, uykuda bile unutamam.”
Kierkegaard, Hegel’in her şeyi açıklama teşebbüsüne karşı, şeylerin açıklanmak yerine, yaşanması veya deneyimlenmesi gerektiğini söyler. Bundan dolayı, felsefesinde doğa bilimindeki nesnel, evrensel, zorunlu doğrular aramaya kalkışmak yerine, hakikatin öznel, tikel ve kısmi olduğunu öne sürer. Ona göre, egzistansın bir sistemi olamaz, dolayısıyla tercihimizi varoluştan, nesnel değil de, öznel hakikatten yana kullanacaksak, sistem düşüncesinden, tıpkı kendisinin yapmış olduğu gibi, uzaklaşmamız gerekmektedir, çünkü sistemle düşünmek, bütün Danimarka’yı çok küçük Ölçekli bir Avrupa haritasıyla dolaşmaya benzer.
Kierkegaard Hegel’i yine, sisteminde iç ve dış dünyalar arasında bir ayrım yapmadığı, ve özgürlük duygusuna hiç yer vermediği için eleştirir. Özgürlüğü insanın büyüklüğünü ve ihtişamını meydana getiren şey olarak gören Kierkegaard’a göre, Hegel insanı dünya tarihinin bir aracı haline getirmiş, onu güya materyalist bir determinizmden kurtarırken, tinsel bir determinizme tutsak etmiştir. Başka bir deyişle, Hegel bireysel varoluşun somutluğunu kavramlar alanına özgü birtakım soyutlamalarda ortadan kaldırmıştır. Kavramsal bir şema da fiili bir durumu değil fakat bir imkanı temsil ettiğine göre, bireyin bu imkanı gerçekleştirip gerçekleştirememesi, kavramlara değil, fakat bireye bağlıdır. Şu halde, her şeyin başı sonu varolan bireydir; nitekim, o en sonunda dayanamayıp “Hegel’in sisteminin gerisinde ne vardır?” diye sorar. Hegel’in her şeyi kuşatan sisteminin gerisinde, devasa bir sistem inşa etmeye çalışan bir birey, varoluşu ve sistem özlemiyle bütün sistemi yanlışlayan Hegel vardır.
Hegemonya: Bir toplumda hakim sınıf ya da yönetici sınıfın iktidarını doğal ve meşru göstermesi, kendi sınıfsal çıkarlarını evrensel çıkarlar olarak ifade etmesi durumu; Marksist teorisyen Antonio Gramsci tarafından kapitalist bir toplumda, yönetici sınıfın ideolojisini kitlelere çok büyük bir çoğunlukla güce hiç başvurmaksızın empoze edişini açıklamada kullanılan kavram.
Marx’ın tarihsel materyalizminde ortaya çıkan hegemonya kavramı esas Antonio Gramsci’nin çalışmalarıyla daha büyük bir önem ve anlam kazanmıştır. Burjuva hegemonyasının en önemli aracının sivil toplum olduğunu öne süren Gramsci’ye göre, hakim sınıfların tahakkümü, güç kullanımı ya da doğrudan kontrolden ziyade, bağımlı sınıf ya da kümelerin rızasıyla sağlanır. Hakim sınıf alternatif bakışları, farklı söylemleri dışlar ya da marjinelleştirirken, belli düşünce ve bakışlar üretip, onları yerleşik hale getirir. O, burjuva kapitalizminin inanç sisteminin, söz konusu ideolojinin ilkelerini kitleler için özlenen idealler olarak veya şeylerin doğal düzeni diye takdim eden sanatlar ve kitle iletişim araçları tarafından iletildiğini savunur.
Gramsci’nin düşüncelerinden yola çıkan yapısalcı Marksist teorisyen Louis Althusser ise hegemonyayı açıklarken, Batı toplumlarının çok çeşitli “ideolojik devlet aygıtları” (İDA) ile “baskıcı devlet aygıtı” (BDA)’ndan meydana geldiğini söyler. Ona göre, hakim sınıfın ideolojik ilkelerini, gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelecek şekilde topluma yaymak, İDA’ların, yani eğitim sisteminin, sanatların, kitle iletişim araçlarının görevidir. İDA’ların amacına ulaşamamaları durumunda. BDA yani hükümet, polis ve ordu, düzeni şiddet ihtiva eden yollarla oturtmak ve yerleştirmek için vardır.
Postmodernist düşüncede, hegemonya kavramı Ernest Laclou ve Chantal Mouffe tarafından yeniden ele alınıp gözden geçirilmiştir. Buna göre, hegemonyanın olumsal doğasını vurgulayan düşünürler, Marksist teorinin aşikar başarısızlıklarını tashih etmek üzere geliştirilmiş bir şey olduğuna işaret ederler. Klasik Marksist teorinin köşe taşlarından birini oluşturan tarihsel zorunluluğa göre, işçi sınıfının sonunda kendisini sömürenlere karşı ayaklanmaları gerekmektedir. İşte hegemonya bunun niçin gerçekleşmediğini açıklarken klasik Marksist tarihsel zorunluluk anlayışını kuşkulu hale getirir. Onların gözünde hegemonya çoğulcu bir Marksizmin geliştirilmesine duyulan ihtiyacın bir kanıtı olmak durumundadır.
Hellenik felsefe: M.Ö. altıncı yüzyılın başlarında M.Ö. 323 yılına dek sürmüş olan Yunan felsefesi.
Felsefe, felsefenin doğuşu için, yüksek bir refah düzeyiyle merak olmak üzere, iki koşul arayan Aristoteles’in yorumuna uygun olarak, çeşitli yolların kesiştiği bir kavşakta bulunan ve özellikle ticaret yoluyla zenginleşmiş olan Milet kentinde başlamıştır. Kişinin merak duyması, kendisine sunulanla yetinmeyip, şeylerin niçin oldukları gibi olduklarını anlamaya çalışması gerektiğini söyleyen ikinci koşul da Miletli filozoflarda varolmuştur. Miletliler Doğu düşüncesinden etkilenmiş olsalar da, Yunan mitolojisinin sunduğu açıklamayla yetinmemiş, varlıkların niçin oldukları gibi olmaları gerektiğini anlamaya ve açıklamaya çalışmışlardır.
Bundan dolayıdır ki, felsefe, felsefi düşünüş öncesindeki insanın yaptığı gibi, görmek ya da inanmakla ilgili bir konu değildir. Felsefe merak etmekle, düşünmekle, kısacası akıl ile ilgili bir konu, gözle görülen varlıkların meydana getirdiği çokluğun gerisinde gizli olan birliği, görünüşün arkasındaki gerçekliği aramakla ilgili bir faaliyet olarak ortaya çıkıp gelişmiştir. Daha önceki düşüncenin dini düşünceyle ve pratik ihtiyaçlarla karıştığı yerde, Hellenik felsefe daha çok dini ya da mitolojik düşünceden kopuşun sonucunda, yalnızca insan aklına dayanan bağımsız bir düşünce faaliyeti olarak başlamıştır.
Hellenik felsefe, üç döneme ayrılabilir: 1- Doğa Felsefesi. Bu dönemde yer alan filozoflar, felsefenin üç temel konusu olan varlık, bilgi ve değerden birincisini, yani varlık konusunu ele almışlar, varlıktaki değişmeyi, varlığın nedenlerini, doğadaki çokluğun kendisinden türediği birliği, yani arkhe konusunu araştırmışlardır. Doğa felsefesi dört okul ya da problem çerçevesi içinde ele alınabilir: a) Thales, Anaximandros ve Anaximenes’ten oluşan maddeci, birci Milet Okulu. b) Matematiksel çalışmalarıyla seçkinleşen ve felsefede, formu, yapı ve işlevi ön plana çıkartan Phytagorasçı Okul. c) Daha çok birlikten çokluğa geçiş ve dolayısıyla, değişme problemi üzerinde durmuş olan Herakleitos ve Parmenides. d) Dünyadaki apaçık değişme olgusunu Parmenidesin varlıkla ilgili görüşleriyle uzlaştırmaya çalışmış ve bu çerçeve içinde, varlığın temeline birden çok arkhe yerleştirmiş olan çokçu filozoflar: Empedokles, Anaksagoras ve Atomcular.
2- İnsan Üzerine Felsefe. Yunan felsefesinde, M. Ö. V. yüzyılın ortalarıyla birlikte, doğa felsefesinin yerini, pratik felsefe olarak da tanımlanan, insan üzerine felsefe almıştır. Bu dönemde filozoflar, düşüncelerini insanın kendisiyle yaşamına yöneltmişlerdir. Bundan dolayı, bu tür bir felsefe, insanın kendisiyle, doğası, değerleri ve yetileriyle, onun doğadaki yeriyle ilgili olan, insanın başka insanlarla olan ilişkilerini konu alan bir felsefedir. İnsan üzerine olan bu felsefenin temelinde yer alan motif, doğa felsefesinde olduğu gibi, saf merak olmayıp, insan yaşamının ve insanın eylemlerinin nasıl iyileştirilip, geliştirilebileceğini bulma şeklinde ortaya çıkan pratik bir motiftir.
Hellenik felsefedeki bu değişimin toplumsal, siyasi ve felsefi nedenleri vardır, Buna göre, bu çağda felsefenin merkezi olan Atina’nın toplumsal yapısı bozulmuş, kent, göz kamaştırıcı bir refah döneminin ardından, M. Ö. 431 yılında, otuz yıl sonraki yıkılışını hazırlayan, uzun ve zorlu bir savaşa girmiştir. Savaş yenilgisinin ardından, Atina, bir de veba salgının tüm dehşetini yaşamıştır. Bundan dolayı, Atina artık yüksek bir refah düzeyi olan bir kent olmaktan çıkarak, insan yaşamıyla ilgili problemlerin kendilerini çok daha derinden hissettirdiği bir kent olup çıkmıştır.
Öte yandan, Yunan felsefesinde, felsefenin merkezi olan Atina aynı zamanda, yurttaşların yöneticilerini seçmekle kalmayıp, kendilerinin de siyasal yaşama etkin bir biçimde katılabilecekleri küçük bir demokrasiydi. İşte bu durum, siyasal yaşamın gerisinde yatan ilkeler ve kişinin siyasal yaşamda başarılı olmasını sağlayacak sanatlar hakkında daha çok şey öğrenme arzusunu güçlendirmiştir. Yine, doğa felsefesinin, ortalama insanın bakış açısından iflas etmiş olduğunu söylemek gerekir. Başka bir deyişle, ortalama aydının bakış açısından, doğa filozoflarının aynı konuda karşıt görüşlere ulaşmalarından dolayı, doğa felsefesi hepten anlamsız ve gereksiz hale gelmiştir. Bu tür bir felsefenin iki temsilcisi vardır: Sofistler ve Sokrates.
3- Sistematik Dönem. Hellenik felsefenin son dönemi, eleştirici bir felsefeden oluşan sistematik dönemdir. Yunan felsefi düşüncesinin ulaştığı bu düzeyde, Platon ve Aristoteles, insanın bilgiye ulaşırken kullandığı güç ve yetilerin güvenilirlik ve yeterliliklerini sorgulamaya başlamıştır. Bilgimiz, gerçekte neye dayanmaktadır? Bilgilerimiz duyularımıza mı. yoksa aklımıza mı dayanmaktadır? Duyularımızın bizi gerçeklikle ilişkiye sokabileceğinden emin olabilir miyiz? Zihinsel faaliyet ve işlemlerimiz güvenilir mi?
Bu dönemin iki büyük filozofu olan Platon ve Aristoteles, felsefelerinde, kendilerine dış dünya hakkında düşünme ve spekülasyonda bulunma izni vermezden önce, yetilerimiz, zihinsel faaliyetlerimiz ve işlemlerimizi çözümlemek ve sınamadan geçirmek gerektiği inancıyla, işe bu soruları sorarak başlamışlardır. Yine, aynı dönemde, Yunan felsefesinin ilk iki döneminde, doğa ve insan konularında elde edilen bilgiden de yararlanan Platon ve Aristoteles, tarihin tanıdığı ilk ve en büyük felsefe sistemlerini kurmuşlardır. Bu dönem, nihayet, bilimsel araştırmayla felsefe faaliyetinin, eğitim ve Öğretimin kurumsal bir nitelik kazandığı dönem olmuştur. Bu çağda, eğitim ve araştırma faaliyeti için, Platon Akademiyi, Aristoteles de Liseyi kurmuş ve faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.
Hellenistik Felsefe: Kent devletinin sona erdiği M.Ö. 323 yılıyla Hellenistik çağın son büyük imparatorluğunun Roma’nın bir parçası olduğu M.Ö. 30 yılı arasındaki dönemin felsefesine verilen ad.
Bu dönemde yer alan dört büyük felsefe okulu sırasıyla, Akademi, Peripatetik okul, Epikürosçu ve Stoacı okuldur. Bu dört okuldan, hazcı ahlâkı ve Tanrı’nın evrene müdahalesini reddeden varlık görüşüyle Epiküros felsefesi, daha ağır basan ve döneme çok büyük ölçüde damgasını vuran felsefe olmuştur. Amaçlı bir evren anlayışıyla en yüksek insani iyi olarak, aklın doğru ve yerinde faaliyetine duyulan inanç ise, en güçlü ifadesini Stoacılarda bulmuştur. Stoacıların görüşlerinde somutlaşan bu amaçlı evren görüşü, son çözümlemede Sokrates’ten miras alınan bir görüş olarak Epiküros’un varlık görüşüyle karşıtlık içindedir.
Bu dönemde ortaya çıkan başka bir felsefe okulu da, dogmatik oldukları gerekçesiyle tüm felsefelere ve özellikle de Stoacı felsefeye gösterilen tepkiyle seçkinleşen, kuşkuculuk olmuştur. Nihayet dönemin sonlarına doğru, Poseidoinos Panaetios ve Antiokhos, Stoa felsefesini Platon ve Aristotelesçi öğretilerle birleştirmeye çalışmıştır.
Hellenistik felsefenin en önemli özelliği, bu felsefenin konularını mantık fizik ve etik şeklinde düzenlemesidir. Mantık, Aristoteles’ten miras alınan bir tavırla, bilgi teorisini de kapsayacak şekilde, doğru bilgiye ulaşmanın yöntemi ve felsefenin vazgeçilmez aracı olarak görülmüştür. Nitekim, bu anlayışın bir sonucu olarak, özellikle Stoacılar mantık alanına çok önemli katkılar yapmışlardır. Aynı şekilde, fizik de arka planda kalıp, yalnızca etik için bir temel ve hazırlık olma fonksiyonunu yerine getirmiştir. Bundan dolayı, bu dönemde filozoflar, fizik ya da varlık alanında yeni teoriler geliştirmek yerine, Sokrates öncesi doğa filozoflarının görüşlerini aynen benimsemişlerdir. Bu bağlamda, Stoalıların Herakleitos’un fiziğini Epiküros’un ise Demokritosun atomcu görüşünü pek büyük bir değişiklik yapmadan benimsediğini söylemekte yarar vardır.
Hellenistik felsefede ön plana çıkan çalışma alanı ya da disiplin, etik olmuştur. Bunun nedeni, bireyin amacına ulaştığı, iyi bir yaşam sürdüğü, kendisini her bakımdan evinde gibi hissettiği kent devletinin yıkılması, kent devletinin yerini alan imparatorlukla birlikte, bilinen dünyanın sınırlarının genişlemesi ve bireylerin kaçınılmaz bir biçimde dünyaya topluma ve kendilerine yabancılaşması, yalnız ve başıboş kalmasıdır.
Böylesi bir toplum düzeninde, felsefeden beklenebilecek tek şey, ilgisini birey üzerinde yoğunlaştırması, bireyin felsefeden beklediği yol göstericilik görevini yerine getirmesidir. Bu dönemde, felsefenin herkesçe kabul görmüş amacı, insanı mutlu bir yaşama ulaştırmak, bireye güven ve bilgelik kazandırarak, onun yaşadığı yabancılaşma ve yolunu kaybetmişlik duygusunu aşmasını sağlamaktır. İşte bundan dolayı, Hellenistik dönemin en. büyük ve en önemli iki sistemi olan Epikürosçulukla Stoacılık kişisel bir ahlâk üzerinde yoğunlaşmışlar, siyasi ya da toplumsal düzenle ilgili problemlere pek az önem vermişlerdir. Bir tinsel bağımsızlık ve kendi kendine yetme idealini ön plana çıkartan iki akımın da ahlâkı, fiziklerinin katkısız materyalizmini yansıtacak şekilde doğalcı ve ‘bu dünyacı’, yani içinde yaşadığımız dünyayla, bu dünyadaki yaşam ve değeri temele alan bir ahlâk anlayışıdır.
Hiççilik: Genel olarak tanrının var oluşunu, ruhun ölümsüzlüğünü, iradenin özerkliğini, aklın otoritesini, değerlerin nesnelliğini, bilginin imkanını, tarihin mutlu sonunu yadsıma türünden bir reddiye dışında, bir de umutsuzluk, düş kırıklığı duygusu ihtiva eden görüş. Genel bir psikolojik ya da felsefi hal olarak hiççilik, tüm ahlâki, dini, siyasi ve toplumsal değerden yoksun olma, varlık / yokluk, gerçeklik / gerçekdışılık, doğru / yanlış, bilgi / kanaat türünden tüm ayırımları yadsıma durumu ve tavrını, ifade eder.
Buna karşın, siyaset alanında hiççilik, her tür toplumsal düzenin kötü olup, yıkılması gerektiğini öne süren, egemen bireyin özgürlüğü adına, otoritenin zorbalığına karşı çıkan tavırda ifadesini bulur.
Hiper: Batı dillerinde en üstün, en yüksek en üstte olmaklık bildiren önek.
Hipotez: Bilim ya da metodolojide, gözlemlenen olgularla ve olgular arasındaki ilişkilerle ilgili açıklama taslağı ya da belirli olgulara ilişkin geçici bir açıklama işlevi gören önerme ya da kabul. Olguları açıklama gücüne sahip görünen ve deney yoluyla sınanmaya elverişli bir yapıda olup, ilgili olgular ya da veriler tarafından desteklenebildiği gibi, ret de edilen önerme.
Hobbes, Thomas: 1588-1679 yılları arasında yaşamış ve daha çok siyaset felsefesi alanındaki görüşleriyle ün kazanmış olan İngiliz düşünür. Temel eserleri: De Corpore Politico [Politik Toplum Üzerine], De Cive [Yurttaşlık Üzerine], De Corpore [Cisimler Üzerine], De Homine [İnsanlar Üzerine], Elementa Philosophiae [Felsefenin Unsurları] ve Leviathan.
Temeller Bilginin kaynağı ve sonuçları itibariyle empirik olduğunu, tüm bilgilerimizin temelinde duyumların, duyu-deneyinin bulunduğunu, zaman ve mekanın yalnızca hayali tasarımlar olduğunu, felsefenin ise sonuçlardan nedenleri, nedenlerden de sonuçları çıkarsama faaliyetine karşılık geldiğini öne süren Hobbes, yaşadığı süre içinde, biri entellektüel, diğeri siyasi olan iki devrime tanıklık etmiştir. Bu devrimlerden siyasi olanı, yani mutlak monarşinin parlamenter demokrasinin temsili kurumlarıyla sınırlanması söz konusu olduğunda, Hobbes tam bir karşı devrimcidir. Buna karşın entellektüel devrim yani Ortaçağın tanrımerkezli ve Aristotelesçi dünya görüşünün bırakılarak, yeni doğa bilimleriyle, mekanik açıklamanın ve deneysel yöntemin benimsenmesi söz konusu olduğunda, o tam bir devrimcidir.
Uygun ve gerekli politik kurumların insan doğasıyla ilgili gerçek ya da olgulardan, insan doğasıyla ilgili bu olguların da evrenin doğasıyla ilgili olgulardan çıkarsallacağı birlikli bir bilim görüşü geliştirmeyi amaçlamış olan Hobbes da felsefesinde, tıpkı bir rasyonalist gibi, geometrinin yöntemini benimsemiştir, zira geometri, ona göre, kesin a priori birkaç ilkeden çıkarsanabilir olup, bilgi veren sonuçlardan, önermelerden meydana gelmektedir. Felsefeyle bilim arasında bir ayırım yapmayan, felsefesi, bilimsel yöntemin kapsamını kişilere ilişkin araştırmayla siyaseti de içine alacak şekilde genişletmek-ten meydana gelen Hobbes, her problemin ilke olarak doğa bilimlerinin yöntemleriyle çözülebileceğine inandığı doğa bilimlerinin yöntem ve araştırmalarının kişileri ve siyaseti açıklamak için de kullanılabileceğini savunduğu için pozitivist bir düşünür olmak durumundadır.
Politik felsefesi: İşte buradan, etik anlayışından hareketle geliştirdiği siyaset felsefesinde, karşı devrimci bir tavrı benimseyen, yeni yeni ortaya çıkıp büyük bir hızla gelişen burjuvazinin tarafını tutmayan Hobbes, bu alandaki büyük ününü sözleşmeci devlet anlayışıyla mutlak iktidarı sağlam bir temele oturtmasından almıştır. Başka bir deyişle, Hobbes’ta mutlak iktidar, kralların Tanrı’dan aldıkları yetkiye değil de, doğrudan doğruya bireylerin çıkarlarına dayandırılmıştır.
Hobbes’ta devlet insanların korunmaları için sözleşmeyle meydana getirilmiş yapay bir yaratık olup, onun siyaset felsefesindeki çıkış noktası doğal insandır. İnsanların doğal yaşama halindeyken, altın çağda yaşamayıp, cehennem hayatı içinde olduklarını savunan, bu dönemde eşit ve özgür olan insanların birbirleriyle sürekli bir savaş içinde olduklarını öne süren filozof böyle bir durumda gelişme ve uygarlığın ilerlemesinin beklenemeyeceğini söylemiştir. Buradan çıkışın tek yolu, insanların bir sözleşmeyle kendi sınırsız özgürlüklerine son vermeleri, bir üçüncü lehine haklarından vazgeçmeleridir. Hobbes’a göre onların sözleşmeyle yarattıkları bu yapay insan, bu ejderha, onları temsil edip yönetecektir.
O, bu yüce egemen gücün söz konusu ejderhanın, insanların yaptıkları sözleşmeyle bağlanmış olmadığını söylemiştir. Topluma karşı hiçbir yükümlülüğü olmayan ejderha ya da devletin çok geniş yetkileri vardır. Gerek hukuk, gerek din, gerekse mülkiyet, kısacası her şey sınırsız yetkilerle bezenmiş bu üstün güce bağlı olmak durumundadır. Hobbes’a göre, hukukun tek bir kaynağı (vardır, bu kaynak da, egemen ve üstün gücün iradesidir. Mülkiyet de, egemen gücün verdiği bir ödünden başka bir şey değildir. Buna göre, sözleşmeden önce, herkesin her şey üzerinde hakkı vardı, ama gücü gücüne yeteneydi. İşte mülkiyet güvenliğini getiren devlet, gerektiği zaman, mülkiyeti dilediği gibi düzenleyebilir. Ona göre, devlet olmadan, mülkiyetin anlamı yoktur.
Aynı durum, din için de geçerlidir. İnsanların aynı anda iki efendiye birden hizmet edemeyeceğini söyleyen Hobbes, iç barışı sürdürebilmenin tek yolunun, devlet başkanının aynı zamanda kilisenin de başkanı olması, dini de denetimi altında tutması olduğunu söylemiştir.
Holbach, Paul-Henri Baron de: Yeni ve özgün bir düşünce geliştirmemiş olmakla birlikte, Lamettrie tarafından kurulmuş olan Fransız materyalizmini daha ayrıntılı ve kesin bir sistem haline getirmeye çalışmış olan filozof. 1723-1789 yılları arasında yaşamış olan Holbachın temel eseri Siyasetname de la Nature [Doğa Sistemi’dir.
Toplum Felsefesi: Holbach’ın yararcı etik bağlamında düşündüğü ideal toplum modeli, aslında varolan burjuva toplumunun idealize edilmiş şeklidir. Buna göre, eylem için biricik aklı motifin kişinin kendi hazzı, özçıkarı ya da mutluluğunun peşinden koşması olduğunu öne süren Holbach, iyi düzenlenmiş bir toplumun bireyin kişisel mutluluğunun peşinden koşmasının sosyal otorite tarafından hiçbir şekilde engellenmediği bir toplum biçimi olduğunu söyler. Dolayısıyla, öz-çıkar ile ahlâklılık arasında çatışma varsa eğer, bu, bireylerin ahlâki kusur ve zaaflarından ziyade, toplumsal düzenlemenin kusurlarından ve eğitimin yetersizliğinden kaynaklanır. Dolayısıyla, bütünüyle bireyden hareket eden toplum merkezci düşüncesi neredeyse, özel çıkarla kamu yararı arasında bir çatışma olamayacağını öne sürecek boyutlara varan Holbach’ın ideal yönetim tarzı da, temelinde ahlâkın bulunduğu yönetim şekli olarak etokrasidir. Athocratie, ou le Gouvernement fonda sur la Morale [Etokrasi ya da Ahlâka Dayanan Yönetim adlı eserinde, devletin rolünü aydınlanmış öz-çıkar, kişinin kendi kendisini sevmesi, kendi hazzını araması temeli üzerine yükselen sosyal etiğin yaygınlaştırılarak pekiştirilmesi şeklinde tanımlayan filozof devletin, toplumun refahıyla üyelerinin mutluluğunun kendisine bağlı olduğu işbirliği ile ilgili erdemleri yaratmak ve geliştirmek için mümkün olan her şeyi yapması gerektiğini öne sürer. Toplumsal barışın kendisi de zaten, toplum ve bireylerin karşılıklı olarak birbirlerine sunacakları hayırlı hizmetlere dayanır.
Holizm: Bütüncülük. Genel olarak, canlıyla cansız, organikle inorganik faaliyet arasında gerçek, temel ve indirgenemez bir farklılık bulunduğunu; canlı organik bütünleri oluşturan parçaların bütün içinde, bütünün dışında olduğundan daha farklı bir biçimde fonksiyon gösterdiklerini; bir fenomeni anlamak için, onu bütünlüğü içinde, yani onun bir parçası olduğu bütünü anlamak gerektiğini; ve dolayısıyla bütünün her zaman öğelerinin yalın toplamından daha fazla bir şey olup, karmaşık bir fenomenin, salt onu meydana getiren öğelerin analizi yoluyla anlaşılamayacağını savunan anlayış, yaklaşım ve öğreti.
Sosyolojide, toplumsal grup ve kurumların veya bizzat toplumun kendisinin ayrı ve kendisine özgü bir bütünselliği olduğunu ve onun salt bireysel bileşenlerinin incelenmesi suretiyle anlaşılamayacağını öne süren görüş, ya da yaklaşım. Toplumsal bir araştırmanın konusunun, bireysel eylemler değil de, bütünler olması gerektiğini savunan ve Comte, Durkheim ve Lovy-Strauss gibi düşünürler tarafından benimsenen yaklaşım, toplumların bütünler olarak görünmeleri gerektiğini çünkü birer bütün olarak toplumların bireylerin özellik ya da karakteristikerinden türetilemeyen özelliklere sahip olduğunu ve dolayısıyla analizin bireylerin davranışlarından değil de büyük ölçekli kurumlarla bu kurumlar arasındaki ilişkilerden başlaması gerektiğini söyler.
Homo homini lupus est: İlk kez olarak Romalı ozan Plautus tarafından kullanılmış olmakla birlikte İngiliz filozofu Hobbes tarafından insanların haklarından bir kısmını toplumsal bir sözleşmeyle egemen bir yöneticiye devretmelerinden ve devletin kurulmasından önceki durumlarını insanların kendi çıkarlarını hayata geçirmek için her yola başvurma tavırlarını ifade etmek üzere yeniden ortaya çıkarılan ve insanın, insanın kurdu olduğu anlamına gelen Latince deyim.
Hukuğun işlevi: Hukukçu ve hukuk felsefecilerine göre, hukuğun gerçekleştirmek durumunda olduğu üç işlev vardır: 1- Egemen gücün istediği ve belirlediği nihai bir durum ya da hedefe ulaşmak. Örneğin sosyalist hukuk sistemlerinde, hukuk çoğunluk sosyalist toplum amacı için bir araçtan başka bir şey değildir.
2- Hukuğun ikinci işlevi insanlar arasında bir çatışma olduğu her yerde, adalet dağıtmaktır.
3- Hukuğun üçüncü ve sonuncu işlevi insanlara yurttaşlarla ilgili beklentilerine makul sınırlar koyarak toplumsal çatışmaları çözmektir.
Hume, David: 1711-1776 yılları arasında yaşamış olan ünlü İngiliz filozofu. Temel eserleri: Atreatise of Human Nature [İnsan Doğası Üzerine Bir Deneme], An Enquiry concerning Human Understanding [İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma], Political Discourses [Politik Konuşmalar], The Natural History Religion [Dinin Doğal Tarihi], An Enquiry Concerning the Principles of Morals [Ahlâkın İlkeleri Üzerine Araştırma]
Temeller: insan zihninde olup bitenlere Newton’un deneysel yöntemini uygulayarak, yeni bir insan bilimi kurmayı ve geliştirmeyi öneren Huma, tüm iyi niyetine ve yüksek amaçlarına rağmen, İngiliz empirizminin temel tezlerini koruduğu için son çözümlemede kuşkuculuğa düşmekten kurtulamamıştır.
Husserl, Edmund: Çağımızda fenomonoloji olarak bilinen çağdaş felsefe okulunun kurucusu olan ünlü Alman filozof. 1859 yılında, Moravya’da dünyaya gelmiş olan Husserl, önce matematik tahsil etmiş ve daha yirmi üç yaşındayken, ünlü bir matematikçinin asistanı olmuştur. O, daha sonra psikoloji alanına da yönelmiş, bu alandaki çalışmalarının da etkisiyle, yeni ve orijinal bir öğreti meydana getirmiştir. Temel eserleri: Logische Untersuchungen (Mantık Araştırmaları), Philosophie der Arithmetik (Aritmetik Felsefesi), Cartesianische Meditationen (Kartezyen Düşünceler), Formale und Transendentale Logik (Formel ve Transendental Mantık) Krisis der Europaischen wissenschaften und die Tranzsendentale Phanomenologie (Avrupa Bilimlerinin Krizi ve Transendental Fenomenoloji)
Temeller, Bilimsel aklın, pozitivist düşünüşün, ahlâki ve kültürel değer alanını da kapsayan yayılmacılığına, pozitivizm ve doğalcılığın doğa bilimlerinden hareketle oluşturduğu bir değer ve yaşama felsefesine karşı çıkmış olan Husserl, ‘tin’in doğal dünyanın nesneleriyle aynı tür ya da düzeyden bir varlık olmadığını ve dolayısıyla, doğa bilimlerinde geçerli olan aynı açıklama kategorilerine tabi tutulamayacağını savunmuştur.
Husserl’in doğalcılığa” bu kadar şiddetle karşı çıkmasına neden olan şey, doğalcılığın içerdiği kuşkuculuk ve göreciliktir. Bu bağlamda Hegel ve Dilthey’ın başarısız olduğunu öne süren filozof, görecilikle baş etmenin tek yolunun kuşkuculuğu (paranteze almayı) veya Aydınlanma akılcılığının eleştirel tavrı benimsemek olduğunu söylemiştir.
Başka bir deyişle, kesin ve dakik bir felsefenin her türlü ön kabulden bağışık olması ve tıpkı Descartes’la Kant’ın yaptığı gibi, özne ya da bilinçten hareket etmesi gerektiğini belirten Husserl’e göre, mutlak, bilinçte olmak durumundadır. Felsefede Kant ve Fichte’nin mirasçısı, Descartes’ın izleyicisi olmak durumunda olan Husserl, mutlakların felsefe sahnesinden uzaklaşmasının, yalnız felsefe için değil, fakat uygarlık için de gerçek bir kriz doğurduğu inancındadır. Husserle göre, kuşkuculuk, işte bu durumun bir sonucudur. Nietzsche‘nin göreciliği ve Dilthey’ın tarihselciliğidir ki, bu kuşkuculuğu ortadan kaldıramadıktan başka, onun pekişmesine hizmet etmişlerdir. Felsefenin bilim adamları ve empiristler tarafından reddedilmesi de, açık bir başarısızlık itirafından başka bir şey değildir. Bundan dolayı, Husserl fenomenolojisiyle, felsefeye bilimsellik statüsü kazandırmayı, Avrupa düşüncesini akıl yoluna sokmayı amaçlar.
Fenomenoloji: Buna göre, transendental bir filozof olarak Husserl, her tür bilginin nesne kuran öznelliğin başarılarında temellendiğini öne sürmüş ve yaşamı boyunca, bilmenin öznelliği ile bilinen içeriğin nesnelliği arasındaki ilişkiyi araştırmıştır. Bununla birlikte, bilinçten ya da özneden yola çıkarken Husserl, psikolojizm batağına düşmekten de ısrarla sakınmıştır. O, aritmetiğin doğrularının psikolojik sayma süreçleri ya da işlemleriyle ilgili empirik genellemeler olmadığına, olduğu takdirde, bu süreçlerin doğallıkla kişiden kişiye, toplumdan topluma ve çağdan çağa farklılık göstereceğine inanır. Zorunlu doğruları bilinçteki çağrışımlara, empirik genellemelere indirgemek olanaklı değildin böyle bir şey yapılırsa, her şeyden vazgeçerek, psikoloji ve antropolojiyle yetinmek gerekir.
Husserl buna göre, tıpkı Descartes ve Kant’ın yaptığı gibi, inançlarımızdan bazılarının bilgi adını almaya hak kazanabilmesi için, yalnızca doğru olmakla kalmayıp, diğerlerine temel olacak şekilde zorunlu olması gerektiğine inanmıştır. Bundan dolayı, bilincin dışına çıkmamak gerekir. Bilincin dışına çıkmak, kendinde şeylerle deneyimin nesneleri arasında bir ayırım yapmak, kuşkuculuğu davet etmektir. Öte yandan, bilince, psikolojinin yaptığı gibi, çağrışımcı bir bakış açısından yönelmek de psikolojizme yol açmaktır. Öyleyse, yapılması gereken şey, deneyime ilişkin yeni ve nesnenin bilincin dışında gerçekten varolup varolmadığına bakmaksızın geçerli olacak bir tasvir sunmaktır.
Husserl, bu çerçeve içinde bilincin apaçıklığına dayanır. Onun kurduğu fenomenoloji, nesnel doğruya ulaşmak amacıyla, öznelliğe dönüşten meydana gelir. Hakikat bilinçte, bende bulunmak durumundadır, başka hiçbir yerde değil. Buna göre, fenomenoloji, deneyimin. tecrübenin zorunlu ve tümel doğrularını çıkarsamak ve tasvir etmek amacıyla, bilincin özsel yapılarının incelenmesinden oluşur. Fenomenolojik tasvirin amacı, deneyimde verilen özlere ya da idealara ulaşmak, deneyimin çeşitli olgularının ve teorilerinin göreliliğinin ötesine geçerek, doğrudan ve aracısız sezgide verilen yönlerini yakalamaktır. Husserl, Kant ve Hegel’den farklı olarak, dedüksiyon ya da diyalektiğe değil de, apaçıklığa; duyuların açıklığına değil de, bilincin doğrudan ve aracısız olarak sezilen apaçıklığına yönelir.
Başka bir deyişle, ona göre, nesne kuran öznellik olarak bilincin doğasını anlamak için, bize dünyayı özsel yönleriyle bilme imkanı verecek olan saf ya da transendental bilinç alanına girmemiz gerekmektedir. Bilinci fenomenolojik bir biçimde ya da saf fenomen olarak veya göründüğü şekliyle incelemek durumunda olduğumuzu söyleyen Husserl’e göre, fenomenoloji, gözlemden çok, algıyı içermekte olup, bilinç akışının bireysel bileşenlerini gözlemez, fakat zihinsel fenomenlerin özünü sezgi yoluyla kavrar.
Husserl işte, bu çerçeve içinde, sözcüklerin anlamını açıklayan sözel ve analitik nitelikteki bir bilgiden daha fazla bir şey olan her tür bilginin deneyime. tecrübeye dayanmak zorunda olduğunu savunmuştur. Buna göre, sözel ve analitik bir bilgi, kavramların analizine dayandığı ve deneyime dayanmadığı için, bize yeni bir bilgi vermez. Bundan dolayı, söz konusu analitik nitelikteki bilginin dışında kalan her tür bilgi deneyime dayanmalıdır. Bununla birlikte, o, deneyimi empiristlerden biraz daha geniş bir çerçeve içinde anlar. Deneyimden söz ettikleri zaman, empiristler ya fiziksel nesnelerin tecrübe edildiği duyu deneyini ya da zihinsel fenomenlerin tecrübe edildiği içebakışı düşünürler. Husserl ise, başka bir deneyim türü daha olduğunu savunur. Bu deneyim türünde, fiziksel dünyanın da, zihinsel dünyanın da kapsamı içinde yer almayan belirli varlıklar, bize doğrudan ve aracısız bir biçimde verilir. Duyu deneyindeki doğal nesnelerle, içebakışta söz konusu olan zihinsel fenomenler, birlikte, zaman içinde var olan gerçek varlıkların dünyasını meydana getirir. Husserl’e göre, bu gerçek dünyadan başka, ezeli-ebedi olan ideal varlıkların oluşturduğu bir başka dünya daha vardır. İşte, idealar, şeylerin özleri bu dünyayı oluşturur.
Onun şeylerin özleri deyimiyle dile getirdiği ideal varlıklar, hemen hemen Platonun İdealarına karşılık gelir. Belirli bir türün örneği olarak belli bir şeyin özü, tam olarak bu türün kendisidir. Buna göre, yazı yazarken şimdi parmaklarımın arasında tuttuğum bir nesnenin, yani kalemin özü ‘kalem’ türüdür. Masamı kaplayan kırmızı örtüye baktığım zaman, duyularımla bu somut şeyi algılarım, ancak aynı zamanda zihnim de kırmızılığın özünün neden meydana geldiğinin bilincine varır. Edmund Husserle göre, insan zihni burada kırmızılığın özünün bilincine varırken, yine deneyim söz konusudur. Bununla birlikte, bu deneyim beş duyu aracılığıyla gerçekleşen duyu de-neyi değildir. Burada söz konusu olan deney zihinsel bir deneyimdir.
Yani, insan zihni kırmızılığın özünün bilincine varırken, bu özü doğrudan ve aracısız olarak kavrar. Bu deneyim türünde, şeyhlerin özleri, bize tıpkı duyu deneyindeki doğal cisimler gibi, doğrudan ve aracısız olarak verilir. Husserl, şeylerin özlerini tecrübe ettiğimiz bu deneyim türüne özlere ilişkin sezgi adını verir. Ona göre, biz özlere ilişkin bu sezgi aracılığıyla, kesin ve kuşku duyulamaz önermelere, sonuçlara ulaşırız. Husserle göre, matematiğin nesneleri, aksiyomları da aynı şekilde bilinir. Matematiğin aksiyomları, yalnızca sayılar ve diğer matematiksel nesneler hakkında, .sezgiler aracılığıyla kazanılmış bilginin dilsel ifadeleridir. ‘Doğal sayı’, ‘nokta’, ‘doğru çizgi’, ‘düzlem’ gibi ifadeler, duyu deneyiyle tecrübe edilebilir olan gerçek nesnelerin adları değildir. Bu ifadeler, bize Husserl’in özlere ilişkin sezgi adını verdiği söz konusu deneyim biçimi içinde doğrudan ve aracısız olarak verilen ideal nesnelerin adlarıdırlar. Husserl’e göre, özlere ilişkin bu sezgi aracılığıyla, biz matematiğin kendisine konu aldığı ideal varlıkların belirli özelliklerini, ilişkilerini, vb., bilme durumuna geliriz.
Öze ilişkin sezgi, Husserl’in paranteze alma adını verdiği bir dizi fenomenolojik tekniğin ardından gelir. Ona göre, ideal özler alanı duyularla algılanan tüm nesnelerin ötesinde bulunur. Bununla birlikte, onlar asla havada, boşlukta kalan şeyler değillerdir. İdeal özler de duyusal yaşantılara dayanır. Ancak bu yaşantılar, birçok rastlantılar ve arızi niteliklerle yüklü olduklarından, özlere yükselebilmek için, onları bir yana bırakmak ya da parantez içine almak’ zorundayız.
Husserl’e göre, felsefe bir bilimdir. Felsefe zihne verilmiş olan özlerin tasvir edilmesinin bilimidir. Şu halde, Husserl’in felsefesinde en önemli nokta, zihne verilmiş olan varlığın özünü algılamaktır. Bunun için de fenomenolojik yöntem kullanılarak, varlığın özünü meydana getirmeyen somut özellikler ayıklanır. Varlığın somut özellikleri parantez içine alınmak suretiyle ayıklanınca, onun bireysel yanı ortadan kaldırılmış olur. Bu ise onun özüne varılması anlamına gelir.
Hümanist: Hümanizmi benimsemiş, dolayısıyla insan insani ilgi ve çıkarları temele alan kişi, disiplin ya da yaklaşım için kullanılan sıfat.
Hümanizm: Genel olarak akıllı insan varlığını tek ve en yüksek değer kaynağı olarak gören, bireyin yaratıcı ve ahlâki gelişiminin, rasyonel ve anlamlı bir biçimde, doğaüstü alana hiç başvurmadan, doğal yoldan gerçekleştirilebileceğini belirten, ve bu çerçeve içinde, insanın doğallığını, özgürlüğünü ve etkinliğini ön plana çıkartan felsefi akım. İnsanın kendisinin ve ilgili çıkarların çok temel bir öneme haiz olduğunu savunan yaklaşım; insan varlıklarına varolanların meydana getirdiği genel varlık şeması içinde özel bir konum atfeden öğreti.
Bir yanında insanlığın tanrısal düzene bağımlı olduğunu söyleyip doğa üstü aşkın varlık alanına özel bir konum izafe eden doğaüstücülüğün veya teizmin, diğer yanında ise insan varlığının diğer canlılarla aynı düzeyde bulunduğunu savunup, onun bilimsel bir tarzda ele alınması gerektiğini savunan doğalcılığın bulunduğu hümanizm, insan varlıklarında geliştirilmesi ve kendi başına ele alınıp kutsanması gereken eşsiz güçler, benzersiz yetenekler bulunduğunu savunur. Özünde, ateizme ya da agnostisizme dayanan ve dini ya da dini inancı dışlayan bir ahlâkı savunan yaşam görüşü olarak hümanizm, insan varlıklarının kendi içinde bir değer taşıdıklarını, insanla ilgili tüm diğer hak ve değerlerin temelinde, insanın insan olarak değerine duyulan saygının bulunduğunu öne süren; 1 insandan umudunu kesen, insan yaşamına herhangi bir anlam yüklemeyen, insanı yalnızca Tanrı’nın inayetiyle kurtulabilecek değersiz ve sıradan bir varlık olarak gören, 2 insan bilinciyle ilgili görüşünde, determinist ya da indirgemeci olan her düşünce sistemine şiddetle karşı çıkan anlayışı veya tavrı ifade etmek durumundadır.
Kökenleri antik Yunan düşüncesine, insanı felsefi düşüncenin merkezine geçiren Sokrates’e, ‘insan her şeyin ölçüsüdür’ diyen Protagoras’a kadar geri giden, ama esas Rönesans döneminde, Tanrı’dan uzaklaşan dikkatin insana yönelmesiyle ortaya çıkıp, ilerlemeci Aydınlanma ve modernist hareketle gelişen hümanizm, 20. yüzyılda ise, İngilizce konuşan dünyada, ateizm ya da laik bir akılcılıkla eşanlamlı bir terim haline gelmiştir. Buna karşın, kıta Avrupa’sında hümanizm, insanla doğanın geri kalanı arasındaki ontolojik farklılığı temele alan ve topluma, tarihe, kültüre ilişkin açıklamada, önceliği insana veren felsefeleri gösterir.
Hümanistler, bu çerçeve içinde, insan varlıklarına özgü, onların ürünlerini, bu’ ürün ister tarihsel bir olay, ister ekonomik sistem ya da ister edebi bir eser olsun, standart bilimsel açıklamayla birleştirilen nesnel ve indirgemeci analizler tarafından açıklanabilmesini imkansız kılan, birtakım nitelik ve yetiler bulunduğunu savunmuşlardır. İşte a) varoluşçuluğun, insanı ve insan bilincini ön plana çıkartan ve insanın evreni, ya da insanın öznelliğinin meydana getirdiği evren dışında başka bir evren bulunmadığını iddia eden felsefeleriyle; b) insanın ezeli-ebedi doğruları temaşa etme ve aşkın bir gerçeklikle doğrudan bir ilişki içine girebilme gücüne sahip olduğuna inanan personalizm; c) insanı her şeyin ölçüsü yapan insan merkezli görüşünden dolayı, pragmatizm; d) Lukacsz’ın genel yabancılaşma ve şeyleştirme sürecini, insanlığın yitirilmesi olarak değerlendiren görüşü; yabancılaşma üzerinde odaklaşan genç Marxla irtibatlandırılan Marksist hümanizm, çağdaş hümanizmlere örnek olarak verilebilir.
Bununla birlikte, yine içinde bulunduğumuz yüzyılda, 1970’lerden başlayarak, yapısalcıların ve yapıbozumcuların eserlerinde güçlü bir hümanizm eleştirisi felsefenin gündemine gelmeye başlamıştır. Kendi kendini belirlemeye, seçimleriyle toplum üzerinde veya tarihin akışında ciddi değişim veya farklılıklar yaratabilmeye muktedir özerk insan varlığı konsepsiyonuyla belirlenen hümanizm, Levi-Strauss, Althusser ve Foucault gibi düşünürlerin eserleriyle, bu dönemde ağır bir yara almıştır. Zira bu düşünürler toplumsal, ekonomik ve psikolojik yapıların etkileri üzerinde durmuş ve bu etkilerin bireylerin eylemlerini nasıl etkileyip belirlediklerini gözler önüne sermiştir. Bilinç nedensel ya da yapısal olarak belirlenmiş olup, bireyin kendi kendisini belirlemesi bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Birey bir oyuncu değil, yaşam adı verilen oyunda bir piyondur. |